“Diren!” (Suffragette) filmi, 20. yüzyıl başında dünya kamuoyunun gündemini işgal eden olayların, yani ilk feministlerin özelliklerini bünyesinde barındıran kadınların oy hakkı mücadelesinin farklı yönlerine değiniyor.
İngiliz yönetmen Sarah Gavron’ın yönettiği filmin kurmaca kahramanı Maud Watts, büyük bir çamaşırhanede çalışan, ücretini kocasının eline teslim eden, evde ve işte suistimale uğrayan ve bilinçlenerek kadınların oy hakkı mücadelesine katılan bir süfrajet. Böylece senarist, kadınlarla ilgili birkaç soruna birden dikkati çekiyor.
İngiltere’de evli kadınlara mülkiyet hakkı ancak 1870 ve 1882 Evli Kadının Mülkiyeti yasalarıyla tanındı. Ondan önce evli kadınların, isterse düşes olsun, hukuki ehliyeti yoktu. İşçi sınıfına mensup kadınların durumu ise berbattı. Erkeklerden daha düşük ücret alıyorlardı. Erkek sendikacıların çoğu bu konuda işverenlerle aynı saftaydı. 1875’te sendikalar konfederasyonu TUC’un sekreteri Henry Broadhurst, sendikacılığın amacının, “eşlerin ve kızların ekmek parası kazanmak için büyük ve güçlü erkeklerle rekabete sürükleneceği yerde, kendi evlerinde yaşayabilecekleri koşulları yaratmak” olduğunu söylemişti. Buna rağmen kadın işçi hareketi durmadı ve zamanla Kadın İşçiler Ulusal Federasyonu (NFWW) kuruldu.
Çalışmayan orta sınıf kadınlar ise oy hakkı talep etmek üzere 1880’lerde örgütlendiler. 1897’de Millicent Fawcett önderliğinde Kadınların Oy Hakkı Dernekleri Ulusal Birliği (NUWSS) kuruldu. Bu kadınlar amaçlarına barışçı yöntemlerle, yasal gösteriler, dilekçeler ve lobi faaliyetiyle ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Fawcett’e göre, eğer örgüt yasalara uygun davranırsa, kadınların politikaya katılmayı hak edecek sorumluluğa sahip olduklarını kanıtlayabilirdi. Kadınların sorumsuzluk ve mantıksızlıkla devamlı suçlandığı bir dönemde Fawcett’in böyle düşünmesi doğaldı.
Ancak 1903’te kibarlığın bir şey kazandırmayacağına inanan radikal bir grup ayrılarak Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği’ni (WSPU) kurdu. Bunlar, Daily Mail gazetesinin taktığı alaycı isimle “süfrajet” olarak anılacaklardı. Emmeline ve kızı Christabel Pankhurst’ün başını çektiği bu grup, şiddete dayalı, militan yöntemlerle kampanyayı gündemin ilk sırasına yerleştirdi. Artık yasalar çiğneniyordu. Milletvekillerinin evleri taşlanıyor, posta kutularına asit atılıyor, başbakana saldırılıyordu. Kadınlar tutuklandıklarında kötü muamele görüyordu. 1909’da Mary Leigh, hapiste açlık grevine başlamış, burnuna sokulan bir tüple zorla beslenmiş, bu olay tıp camiasında tartışmaya neden olmuştu. Ertesi yıl, eski bir Hindistan genel valisinin kızı olan Lady Constance Lytton, çalışan sınıftan bir terzi kılığına girerek gösterilere katıldı, tutuklandı, hapiste açlık grevi yaparak “burundan beslenme” deneyimini yaşadı. Hapishane koşullarının iyileştirilmesinde önemli rol oynadı.
18 Kasım 1910, kadınlar için “Kara Cuma” oldu. Asquith Hükümeti’nin mülk sahibi kadınlara oy hakkı tanımayı öngören yasa tasarısı aynı hükümet tarafından geri çekildi. 1911 ve 1912’de yasa iki kere daha Avam Kamarası’na gidip gelecekti. Her yenilgi, kadınların gösteriler yapmasına, bakanların arabalarını yakmasına neden oluyordu.
Süfrajet eylemleri hep dikkati çekmeye yönelikti. 4 Haziran 1913’te Derby at yarışları sırasında Emily W. Davison adlı bir süfrajet, kralın atının önüne atlayarak ezildi. Olay Pathé tarafından filme alındı, filmi sayısız insan seyretti. Emily Davison’ın cenaze töreni büyük bir siyasi gösteriye dönüştü.
Kadınlara deli veya terörist muamelesi edilmesine rağmen, 1910-1914 arasında hem barışçı hem militan bütün kadın örgütlerinin üye sayısı hızla arttı. Kamuoyundaki destekleri de yükseldi. 1. Dünya Savaşı başladığında bütün kadın hareketleri eylemlerine ara verdiler. Savaş bittiğinde artık Britanya’yı yöneten seçkinler, herkese oy hakkı tanımaktan başka çare kalmadığını anlamıştı. 1918 Halkın Temsili Yasası, gelirleri olmasa da 21 yaş üstü bütün erkeklere ve 30 yaşını aşmış asgari geliri olan kadınlara oy hakkı tanıdı. Kadınları ve erkekleri oy hakkı konusunda eşitleyen yasa ise 1928’de kabul edilecekti.
1912’de Londra’da geçen ve süfrajetlerin en aktif oldukları dönemde, gerçek hikayelerinden ilham alan film hakkında yönetmen Sarah Gavron, “Sadece Pankhurst ailesini de anlatabilirdik. Fakat diğer kadınların hayatlarını da okuyunca… Hepsinin mücadelesini anlatmak gerekiyordu,” diyor. Emmeline Pankhurst karakteriyle tarihte büyük, filmde küçük bir rolü olan Meryl Streep ise “Her kız çocuğu bu öyküyü bilmeli, her erkek bu öyküyü kalbine kazımalı!” sözleriyle duygularını dile getiriyor.
‘SÜFRAJET’İN ANLAMI
Kökeni, oy verme hakkı
Kadınlara seçme ve seçilme hakkını kazandırmak için mücadele eden kadınlara 1880’lerde süfrajist adı verildi. Kelime “oy verme hakkı” anlamına gelen “suffrage” kelimesinden geliyordu. 1903’te daha radikal bir çatı altında birleşen, gerektiğinde yasalara karşı gelen, tutuklanmayı, hapse atılmayı, açlık grevi yapmayı göze alan direnişçi kadınlara ise süfrajet dendi.