Yakın tarihte Yugoslavya’da, Zimbabve’de, Venezuela’da görülen hiperenflasyon için, “sıradışı koşullar” deyip geçmek kolay. Ancak enflasyonun sadece Türkiye’de değil bütün dünyada da gündemi meşgul ettiği bugünlerde, 100 yıl önce Avrupa’nın ortasında bir halkın hiperenflasyon kıskacında nasıl çırpındığını, hangi refleksleri gösterdiğini, yöneticilerin nasıl körleşebildiğini hatırlamanın tam zamanı.
Bu yüzyılın ilk 10 yılında enflasyonun artık geride kaldığını düşünüyorduk. Ama o eski canavar 2021’in son aylarında yine dünyanın, ama esas olarak Türkiye’nin gündemine oturdu. Enflasyon daha kağıt para yokken bile, sikkelerin madeni içeriğinin azaltılması sonucu insanlığın sık sık yaşadığı fenomenlerden biriydi. Hiperenflasyon ise başka bir cadı kazanıydı. Neoliberalizmin teorisyenlerinden Milton Friedman’ın dediği gibi “enflasyon parasal bir olgudur ama hiperenflasyon daima siyasal bir olgudur”. Yani 1920’lerin Almanya’sı veya 1990’ların Yugoslavya’sında olduğu gibi olağandışı siyasi koşullarda ortaya çıkar. Refleksler aynıdır: İnsanlar değersizleşen parayı hemen mala yatırır, daha sağlam bir başka para cinsine yönelir, takas ekonomisi başlar, tasarrufları eriyen orta sınıf yoksullaşır ve nihayet bir gün o değersiz para bir kenara atılarak yeni bir parayla yeni bir başlangıç yapılır. Enflasyonun insanlar üzerindeki etkisini en iyi anlatanlardan biri, 1920’lerde Frankfurt’ta hiperenflasyona tanıklık etmiş olan düşünür Elias Canetti’dir. Kitle ve İktidar adlı başyapıtında enflasyonun etkisini şöyle anlatır: “İnsanlar kendilerini paraları kadar ‘kötü’ hissederler. Birey değerini düşürülmüş hisseder çünkü güvendiği ve kendini özdeşleştirdiği birim değer kaybetmiştir; kitle de değerini düşürülmüş hisseder çünkü milyonun değeri gerçekten de düşmüştür.”
Polonyalı gökbilimci ve matematikçi Kopernik sadece dünyanın güneşin etrafında döndüğü fikrini ortaya atmakla kalmamış, önemli bir para teorisi de kaleme almıştı. 1526’da yazdığı kısa risalesi Monetae cudendae ratio’da (Sikke Kestirmek Üzerine) aslında insanlığın deneme-yanılma yöntemiyle iyi bildiği şu gerçeği ifade etmişti: Para ne kadar çoğalırsa, değeri de o kadar azalır.
Ama ondan önce de ondan sonra da hükümdarlar sikkelerdeki maden miktarını azaltmaktan, hükümetler aşırı kâğıt para basmaktan kendilerini alamadılar. Bu davranışın sonucu da hep artan paranın satın alma gücünün düşmesi oldu. Elbette bu devletlerin bazı gerekçeleri vardı; savaşa girmek, esir düşen hükümdarı için fidye ödemek, salgın hastalıklarla boğuşmak gibi. Bu durumda devlet mevcut sikkeleri topluyor, darphanelerde eritiyor, içinde daha az maden bulunan yeni sikkeler kesiyor, elinde kalan fazla madenle de yine sikke çıkararak kendi gelirini artırıyordu. Bizde “tağşiş” (daha değersiz bir şeyle karıştırmak anlamında) denilen bu sisteme başvurmayan ülke yok gibiydi. Örneğin Fatih Sultan Mehmed döneminde birçok kere tağşişe başvurulmuş, her bir tağşişte 100 dirhem gümüşten daha fazla akçe kesilmişti. Padişah öldüğünde geride dolup taşan bir hazine bırakmıştı.
Roma’ya diz çöktüren enflasyon dalgası
Elbette herkes, elinde tuttuğu yeni sikkenin iyice hafiflediğini veya küçüldüğünü biliyor, bunların piyasa değeri gittikçe düşüyordu. Bu nedenle iki ucu keskin bir bıçaktı bu yöntem. Örneğin sadece Tapınak Şövalyeleri tarikatını ortadan kaldırıp servetlerine el koymakla kalmayan, paranın değerini de sürekli düşürerek hazinesini dolduran Fransa Kralı 4. Philippe’e (13. yüzyıl) halk arasında “Hırsız Philippe” denildiğini biliyoruz.
Tağşiş, bildiğimiz ilk büyük enflasyon dalgasını Eski Roma döneminde başlatmıştı. Kimi iktisat tarihçileri, Roma’nın düşüşünü, hatta Avrupa’da feodalizmin başlangıcını bu müthiş dalgaya bağlar. Roma tarihçileri bu döneme “Üçüncü Yüzyıl Krizi” adını verir.
Olaylar İmparator Septimius Severus’un (ölümü 211) iki oğlu Caracalla ve Geta’ya ölüm döşeğinde verdiği nasihatla başladı: “Aranızda iyi geçinin, askerleri paraya boğun, diğer herkese boşverin”. Caracalla bu öğüdün ilk bölümüne uymayıp kardeşini öldürttü ama diğerlerini harfiyen yerine getirdi. Askerlerin ücretlerini yüzde 50 artırıp bunları karşılamak için veraset vergilerini yükseltti, sonra herkesi Roma vatandaşlığına alarak vergi tabanını artırdı ve nihayet sıra “tağşiş” silahına geldi. 100 yıl önce denarius adı verilen sikkelerin yüzde 95’i gümüştü. Caracalla 217’de bunun gümüş içeriğini yüzde 50’ye kadar düşürdü.
Caracalla öldürüldü ama fikirleri yüzyıl boyunca iktidarda kaldı. Üstelik sadece gümüş sikke değildi tağşişe kurban giden; her zaman daha sağlam bir para olarak görülen altın sikkelerin de (aureus) değeri azaltıldı. İmparatorluk, 258-275 arasını içsavaş ve yabancı işgalleriyle geçirdi. Çare hep sikkedeydi: 268’de denarius’ta sadece yüzde 0.5 gümüş kalmıştı. Çoğu yerde fiyatlar yüzde 1000 oranında yükseldi. Roma ordusunda görev alan “barbarlar” bile maaş olarak gümüş sikke kabul etmiyor, sadece altın istiyorlardı.
Nihayet öyle bir an geldi ki İmparator Diocletianus 294’te gümüş sikkeyi terketti (zaten bu sikke artık hızla gümüşe batırılıp çıkartılan bir bakır sikkeye dönüşmüştü). Yeni bir para çıkardı piyasaya: Bir argenteus, eski 50 denarius’a bedeldi. Ama aradan daha on yıl geçmeden, bu yeni paranın değeri yarı yarıya düşmüştü.
3. yüzyılda Romalı yöneticiler, her tağşişten sonra fiyatların yükseldiğini fark ettiler. Bu enflasyon özgür Romalıların özgürlüğünü yok etti. Örneğin decurion denilen kesimi ele alalım. Bunlar taşra kentlerinin eşrafı, küçük ve orta ölçekli toprak sahipleriydiler. Kentlerin yönetiminde görev alır, arenalar ve hamamlar yaptırır, yolları tamir ettirir, kente su kaynakları getirirlerdi. 3. yüzyılda bunlara bölgelerindeki vergiyi toplama görevi verildi. Oysa enflasyonist ortamda bu vergileri toplamak mümkün değildi. Üstelik devlet, vergiyi altın külçesi olarak istiyordu; yani kendi çıkardığı altın sikkeye kendisi bile güvenmiyordu. Bunun üzerine decurion’lara toplayamadıkları vergiyi kendi ceplerinden ödemeleri şart koşuldu! Bu ilginç teşvik yöntemi, decurion’ların kaçıp başka yerlerde toprağa bağlı köleye dönüşmelerine neden oldu. Bazı tarihçiler bunu feodalizmin başlangıç noktalarından biri sayarlar.
Kargaşa Doğu Roma İmparatorluğu’nun kurucusu Konstantin’in reformuna ve solidus adını verdiği “som altın” sikkeye kadar devam etti. Konstantin bunu bir gayrimenkul, bir de sermaye vergisi koyarak, bunların altınla ödenmesini talep ederek ve eski pagan tapınaklardaki değerli madenlere el koyarak uygulayabildi. Böylece yarattığı altın sikke soluk alarak dolaşımda kalmaya devam etti.
Eski Çin’de kağıt para enflasyonu
Marco Polo, 13. yüzyıl sonunda Çin’e yaptığı yolculukta birçok mucizenin yanısıra kağıt parayla da karşılaştı. Şöyle yazdı: “(Çin İmparatoru Kubilay Han’ın) darphanesi öyle bir işliyor ki sanki Büyük Han simya sanatını çözmüş”. Bu darphanede dut ağacı kabuğundan kağıt yapılıyor, farklı değerleri yansıtacak şekilde farklı boyutlarda kesiliyordu. Sonra memurlar kağıtların üzerine isimlerini yazıp Büyük Han’ın mührüyle damgalıyorlardı. Marco Polo “Bu kağıt para, altın veya gümüşten sikke kesermiş gibi gayet resmî bir şekilde yapılıyor. Para sahici…” diyordu. Haklıydı çünkü bu kağıtlar Çin’in her yerinde kabul görüyor, bütün alışverişlerde kullanılıyordu.
Çinliler bakır kaynaklarındaki kıtlık nedeniyle kağıt parayı çok daha eskiden, 9. yüzyılda geliştirmişlerdi. Ancak bunu yaygın şekilde ilk deneyen Yuan hanedanı (1271-1368 arasında Kubilay Han’ın kurduğu Moğol hanedanı) olmuştu. Bu işte aşırıya kaçan, altın ve gümüşü piyasadan çeken Yuan iktidarı, enflasyonla karşı karşıya kalmıştı. Belki bir köylü isyanı nedeniyle devrilmesinde bunun da payı vardı.
Yerine gelen Ming hanedanı (1368-1644), tekrar kağıt paraya başvurdu. İlk Ming İmparatoru Zhu Yuangzang (Cu Yüenzeng) “hazine kağıdı kontrol dairesi” diye çevirebileceğimiz bir kurumun temelini attı. 1375’te ilk kağıt paralar çıkarıldı. Önemli olan Ming İmparatorluğu’nun dut ağacından yapılan A4 büyüklüğündeki bu kağıt paranın daima bakır sikkelerle değiştirilebileceğini garanti etmesiydi. Paranın üzerinde değerini taşıdığı kadar bakır sikkeyi gösteren bir resim bulunuyordu. Ama Ming imparatorluğu, paraya ihtiyaç duyduğunda bu kağıtlardan çıkarmanın kolaylığına kapılmadan edemedi. Böylece Ming parasının değeri 15 yıl içinde başlangıçta temsil ettiği 1000 bakır sikkeden 250 bakır sikkeye kadar düştü. Ülke enflasyon döngüsünün içine düştü.
2000’lerde İngiltere Merkez Bankası başkanı olan Mervyn King, bu başarısızlığı şöyle anlatıyor: “Çinlilerin bir merkez bankaları yoktu, ayrıca aşırı kağıt para çıkarmışlardı. Prensipte çıkardıkları kağıt para, bakır sikkeye dayanıyordu; ama aradaki bağ koptu. İnsanlar bu bağın koptuğunu anlar anlamaz, ellerindeki kağıdın gerçekte kaç sikke ettiği sorusuyla karşılaştılar ve satın alma gücü anlamında bu değer gittikçe düştü”.
Ne kadar altın, o kadar banknot
Ticaret geniş bir coğrafyaya yayıldıkça, ödemelerin sikkeyle yapılmasının yarattığı zorluklar, Avrupa’da da kağıt paranın yaygınlaşmasını sağladı. Banknot kelimesi, İngiltere Bankası’nın (kuruluşu 1694) çıkardığı “not”lar için kullanılan bir terimdi. Ama bu kağıtlar altına dayalıydı; altın her ülkede değere sahip “esas” para olarak görülüyordu. Zaten herkes istediği anda elindeki “banknot”ları bankaya götürüp altına çevirme hakkına sahipti.
Fransız Devrimi sırasında 1790’da devrim hükümetinin “assignat” adını verdiği bir banknotu piyasa sürmesiyle başlayan kriz bir devalüasyon-enflasyon döngüsüne yol açtı. 1790’da devrim hükümeti, el koyduğu kilise mülklerine dayanarak 400 milyon altın livre değerinde assignat çıkardı. Ancak matbaanın kolaylığına kapılmadan edemedi. 1795’te piyasadaki assignat miktarı 20 milyar altın livre’e ulaşmıştı. Enflasyon kontrolden çıkmaya başlayınca, devlet Haziran 1793-Aralık 1794 arasında tahıl gibi bazı temel mallara narh koyarak fiyat artışını engellemeye çalıştı. Bu önlem, çiftçilerin ürünlerini satmayı reddetmesine, ciddi bir gıda kıtlığının patlak vermesine yol açtı. Assignat krizi ancak Napoléon Bonaparte’ın Fransa’da iktidarı ele aldıktan sonra madeni paraya (gümüş ve altına) dayalı bir sistem ve modern Fransa Bankası’nı kurarak güveni yeniden sağlamasıyla duruldu.
Fransa’nın 1797’de İngiltere kıyılarına yaptığı işgal denemesi, İngiliz halkının İngiltere Bankası’na koşup banknotlarını altına çevirmesine yolaçtı. Bankanın 6 milyon pound değerindeki altın rezervi, çok kısa sürede 2 milyon pound’a indi. Sonunda hükümet altına yasak getirdi: Artık banknotlar altına çevrilmeyecekti. Elbette altının fiyatı arttı, Pound’un değeri düştü. Uzun tartışmalardan sonra İngiltere ancak 1821’de yeniden altın standardına geçerek yeni altın sikkeler bastı.
Ünlü İngiliz iktisatçı David Ricardo’nun tam bu sırada yazdığı ilk yazısı “Külçenin Yüksek Fiyatı” başlığını taşıyordu. Ricardo şöyle demişti: “Altın günümüzde hem pratikte hem de halkın gözünde, servetin esas ölçüsü hâline gelmiştir.” Ricardo’nun bu sözleri, sonraki yüzyılda yerleşecek altın standardının bir özeti gibiydi. Herkes artık anlamıştı ki altın, fiyat istikrarını sağlayacak bir çıpaydı.
Sistem, bir ülkenin para arzını düzenlemeyi insanların elinden almış, bir madene bağlamıştı. Bu düzen kör topal 1971’e kadar sürecekti. Elbette çok sıkışıldığında, özellikle savaş zamanlarında altına çevrilemeyen, “karşılıksız” para çıkarıldığı oluyordu. Örneğin Osmanlı Devleti 1876’da borçlarını ödeyemez duruma düştüğü, Sırp isyanı ve Osmanlı-Rus savaşı başladığında, altına çevrilemeyen bir para çıkarmış, bu “kaime”lerin değeri hemen düşmüş, birkaç yıl sonra piyasadan kaldırılmıştı.
Almanya’da el arabası yılı
Yukarıda eski İngiltere Bankası başkanı Mervyn King’in 1400’lerde Çin’deki kağıt para fazlalalığının nedenlerini sıralarken “O zamanlar merkez bankası yoktu” dediğinden söz etmiştik. Oysa bir merkez bankasına sahip olmak, 600 yıl sonra Almanya, Avusturya ve Macaristan’ı hiperenflasyon felaketinden korumaya yetmedi.
1. Dünya Savaşı başladığında Alman Merkez Bankası Reichsbank’ın başında dünya tarihinin en başarısız (veya en talihsiz?) başkanı olarak anılan Rudolf Havenstein bulunuyordu. Savaşın başladığı 1914’e kadar Alman markı (“goldmark”) çok güvenilir bir paraydı. Finans dilinde “Mark gleich Mark” (Mark Mark’tır) diye bir deyiş vardı; ne olursa olsun Alman parasının sapasağlam ve aynı değerde kalacağını ifade ediyordu. Reichsbank’ın kurulduğu 1876’da kabul edilen bir yasayla, piyasadaki Mark miktarının üçte biri sıkı sıkıya altın rezervlerine bağlanmıştı. Ancak savaş çıkar çıkmaz, hatta tam üç gün sonra, hükümet bu yasayı değiştirerek piyasaya sürülecek para miktarını serbest bıraktı. Hükümet, savaşı vergiyle değil tamamen iç borçlanmayla, savaş bonoları çıkartarak finanse etmeye karar vermişti. Böylece darphane çalışmaya başladı, piyasadaki kağıt para miktarı 1913’te 2 milyar marktan 1919’da 45 milyar marka yükselerek enflasyonun fitilini yaktı.
El arabası yılı
Paralardan kule yapıp
oynayan çocuklar (solda).
1918 sonundan itibaren iki üç yıl içinde Almanya’nın felaketleri saymakla bitmez: Savaş yenilgiyle bitti, monarşi tepe taklak oldu, ciddi bir toprak ve nüfus kaybı yaşandı, batıdaki Ren bölgesi kazanan ülkeler (İngiltere, ABD, Fransa, Belçika) tarafından işgal edildi, sosyalist bir devrim kanla bastırıldı. Üstelik Versailles Antlaşması, Almanya’yı yaklaşık 6.6 milyar İngiliz sterlini tutarında bir savaş tazminatı ödemeye mahkum etti. Bunu her yıl 100 milyon sterlinlik tutarlar hâlinde ödeyecekti.
Bütün bunlar Alman İmparatorluğu’nun yerine kurulan Weimar Cumhuriyeti’nde o çok güvenilir markın dolar, frank, İsviçre frangı ve sterlin karşısında sürekli değer kaybetmesine yol açtı. Bu değer kaybını basit bir şekilde şöyle özetleyebiliriz: Şubat 1922’de 1 dolar 160 Alman Markı ediyordu. Kasım 1923’te ise aynı dolar tam 4.200.000.000.000 Mark (4 trilyon 200 milyar Mark) değerindeydi.
Arka arkaya 9 sıfır
Enflasyon ilk hızlanmaya başladığında, Almanya Dışişleri Bakanı Dr. Walter Rathenau (1922’de sağcı militanlarca öldürülecekti) şöyle yazmıştı: “Devlet adamlarının ve finansçıların çoğu masalarında oturup önlerindeki kağıtlara (…) arka arkaya sıfır yazıyorlar, dokuz sıfır da bir milyar ediyor. Bir milyar dile kolay, ama kim hayal edebilir bir milyarı? Bir ormanda bir milyar yaprak var mıdır? Bir otlakta bir milyar ot? Tiergarten Parkını temizlesek ve yerine buğday eksek, kaç sap çıkar? İki milyar!”
Alman felsefe geleneğine sadık Dr. Rathenau böyle derin derin düşünürken bir yandan da darphane sürekli mark basıyordu. Savaş tazminatının ilk taksidi, İngiliz bankalarından alınan borçla ödendi. Ağustos 1921’de Reichsbank Başkanı Havenstein, sağ kolu Mannheimer’ı döviz alması için Londra’ya yolladı. Maksat ikinci taksidi ödeyecek parayı bulmaktı. Mannheimer’ın elinde istediği kadar Alman markı vardı (nasılsa basılıyordu), Londra’da sterlin, frank, dolar toplamaya başladı. Doğal olarak bu hareket, markın yıldırım hızıyla değer kaybetmesini sağlayan yeni bir perde açtı.
O günden sonra Almanlar her fiyat artışında, suçu Müttefik Savaş Tazminatı Komisyonu’na (İngiliz, Fransız, Belçikalı, İtalyanların kurduğu tazminatı toplamakla görevli kurum) atmaya başladı. Komisyon Cenevre’de, Paris’te, Berlin’de ne zaman toplansa, Almanya’da fiyatlar fırlıyor, mark tepetaklak aşağı doğru gidiyordu. 1922 yazında komisyonun bir Berlin ziyaretinde Alman hükümeti herhalde durumu anlamalarını sağlamak için komisyon üyelerine altı haftalık harcırahlarını 20 marklık banknotlarla ödemiş, bunun için tren istasyonuna ellerinde büyük çöp kutularıyla yedi ofisboy göndermişti. Ertesi yıl, el arabalarıyla para taşımak alışılmış bir görüntü hâline gelecekti.
Enflasyondan hiperenflasyona geçiş 1921’de hızlandı. Temmuz 1921’de Almanya’da resmî gıda fiyatları yüzde 505 artmıştı. Yumurta fiyatlarındaki artış 180 katı bulmuştu örneğin. Temmuz 1922’de fiyatlar artık her ay yüzde 50 artıyordu (daha sonra iktisatçılar bu aylık artış oranını ‘hiperenflasyon’ tanımı için bir kriter kabul edecekti). Nihayet 1923’de fiyatlar artık birkaç saatte bir artmaya başlamıştı. Etiketler bu kadar hızla değişemeyeceğinden, dükkan sahipleri ve müşteriler her mal grubu için bir endeks veya çarpan kullanarak “geçerli” fiyatı bulmaya çalışıyordu. Her gün gazetelerde bu çarpanlar listeleniyordu: Taksi ücreti: Olağan fiyat çarpı 600.000. Doktor muayene ücreti: Olağan fiyat çarpı 80.000… Bir dükkanda en basit alışverişte bile üç-dört dakika hesaplama yapmak gerekiyordu, ardından da kağıt paraları saymak için birkaç dakika daha.
En iyi yatırım ikinci el piyano
Aynı kaderi paylaşan Avusturya’da ev kadını Anna Eisenmenger’in 1918-1924 yıllarını ele alan anı kitabı Blockade, insanların hiperenflasyon karşısında neler yaşadığını gösteren bir belgeydi. Bir subayın dul eşi olan Anna’nın savaşta kör olmuş bir oğlu, bacakları kesilmiş bir damadı, veremli bir kızı, aç bir torunu vardı. Bu aileyi doyurmak için ister istemez “Schleichhändler”e (karaborsacılara) başvurmak zorundaydı. Birikimini savaş bonolarına yatırmış olan Anna, bankaya gittiği bir gün şu satırları yazmıştı:
“Tam da şu anda yapılacak en iyi yatırımın ne olduğunu çok iyi bilen insanlar her yerde karşınıza çıkıyor! Bana her zaman tavsiyede bulunan banka görevlisini görmeye gittim. ‘Eh ben size dememiş miydim?’ dedi. ‘Ben söylediğimde İsviçre Frangı almış olsaydınız, şimdi servetinizin dörtte üçünü kaybetmemiş olurdunuz!’ Ben dehşetle ‘Kaybetmek mi!’ diye haykırdım. ‘Ama ben devlet tahvili almıştım: Daha güvenli ne olabilir ki?’ Bankacı ‘Sevgili hanımefendi’ dedi. ‘Size bu tahvilleri garanti eden devlet nerede? Öldü gitti.’”
Avusturyalılar ve Macarların yaşadıkları, Almanya’da aynen tekrarlanıyordu. Amerikalı kadın yazar Pearl S. Buck’ın Erna von Pustau adlı bir Alman kadınıyla yaptığı konuşmalardan oluşan kitabı Alman Halkı Üzerine Sohbet, 1914-1933 buna benzer anılarla doluydu. Erna von Pustau’nun babası, Hamburg’da bir balıkçı dükkanının sahibiydi. “O dönemde hep ‘dolar yine yükseliyor’ derdik” diye anlatıyordu Erna. “Aslında dolar yükselmiyordu, mark düşüyordu. Ama göremiyorduk bunu, çünkü rakamlara baktığınızda durmadan hareket ederek yukarı giden dolardı, ardından da fiyatlar. Kendi paramızın değerinin düştüğünü farkedemiyorduk…”
Erna von Pustau’nun anlattığına göre, hiperenflasyon hızlanırken, yerel topluluklar kendi paralarını basmaya başladılar, bazıları patates veya arpa gibi mallara dayalıydı. Ayakkabı fabrikaları çalışanlarına ücret yerine ayakkabı bonoları veriyordu, bunlarla kasaptan et fırından ekmek alınabiliyordu.
Barcelona’da yayımlanan La Veu de Catalunya gazetesinin muhabiri Eugeni Xummar, 1922 sonbaharında geldiği Berlin’i şöyle anlatıyordu: “Tramvay bileti, et, tiyatro bileti, gazete, berber, şeker ve sosis fiyatı her hafta yükseliyor. Hiç kimse elindeki paranın ne kadar yeteceğini bilmiyor, insanlar korku içinde durmadan yiyor, içiyor, satın alıyor, satıyorlar. Berlin’de herkesin dilinde hep aynı sözler: Dolar, mark, fiyatlar… Allah aşkına durun artık!”
Tabii kazananlar da vardı, bunların başında ihracat yapan büyük sanayiciler ve büyük toprak sahipleri geliyordu. Savaş sırasında pilotluk yapmış olan Hans-Georg von der Osten (sonradan Göring’in emir subayı olacaktı), Şubat 1922’de bankacı bir dostundan aldığı borçla Pomeranya’daki malikanesinin yanındaki araziyi 4 milyon marka (o sırada 4 bin 500 sterlin) almış, sonbaharda patates tarlalarından birinin hasadıyla borcunu kapatmış, 8 milyon marka (o sırada 5 bin dolar) 100 ton mısır almıştı. Bir hafta sonra mısırı daha teslim almadan aynı satıcıya iki misli fiyatla geri satmış, parmağını kaldırmadan 8 milyon mark kazanmıştı. Bu parayı da elinde tutup değerini kaybetmesini beklememiş, konağının bütün eşyalarını değiştirmiş, üç tüfek, altı takım elbise ve üç çift ayakkabı almıştı…
Paranın değeri düştükçe artık insanlar markı bir an bile ellerinde tutmak istemiyordu. Dükkanların önünde kuyruk oluşuyor, esnaf stoklarını hangi fiyata yenileyeceğini bilmediği için satış yapmak istemiyor, sattıklarına kota koyuyordu. O günlerde müzikle ilgisi bile olmayan evlerde sıra sıra kuyruklu piyanolar görmek mümkündü: Kuyruklu piyano, iyi bir yatırım aracıydı.
İşler iyice sarpa sarmadan önce Almanya bir turist akını yaşadı. Kanada’da Toronto Daily Star gazetesi için çalışan genç Ernest Hemingway eşiyle birlikte Fransa’dan Almanya’ya geçti. “Kehl’de tren istasyonunda 10 frankla 670 mark aldık. Bu parayla bütün gün alışveriş ettik, yine de geriye 120 markımız kaldı. Yaşlı bir kadından beş elma alıp 50 mark verdim, geriye 38 mark aldım. İyi giyimli yaşlı bir beyefendi şapkasını çıkarıp yanımıza yanaştı. ‘Elmayı kaça aldınız acaba?’ diye sordu. 12 mark deyince başını salladı: ‘Ödeyemem; çok fazla’ diyerek uzaklaştı. Keşke ona birkaç elma verseydim!”
Bir sinema biletine bir öbek kömür
Hiperenflasyonun sonuna doğru artık kağıt para kullanılmaz oldu, takas (barter) ekonomisi yaygınlaştı. Damlardan kurşun, arabalardan benzin çalınıyordu. Bir sinema bileti, bir öbek kömür ediyordu. Bir şişe parafinle bir gömlek, bu gömlekle bir aileyi doyuracak patates alınıyordu.
Yabancı paralar, özellikle sterlin ve dolar en çok aranan varlıkların başında geliyordu. 1923’te von der Osten, bir dolarlık banknotla altı arkadaşını Berlin’de lokantaya davet etmiş, ardından birkaç gece kulübü dolaşmış, yine de cebinde birkaç sent kalmıştı. Berlin’de çok zor durumda kalan Amerikalı turistlerden söz ediliyordu; çünkü kimsede beş dolar edecek kadar çok mark yoktu.
Alman propaganda
posterinde “Ellerinizi Ruhr
bölgesinden çekin” deniyor.
Güveni yıkan son felaket, Fransa’nın savaş tazminatı ödenmediği için Ocak 1923’te 100 bin askeriyle Almanya’nın Ruhr bölgesini işgal etmesi oldu. İngiltere ve ABD bu hareketin tazminat ödenmesini kolaylaştırmak yerine zorlaştıracağını söyleyerek uyardılar ama Fransa’daki inanca göre Almanlar dünyayı aldatıyordu, ekonomi aslında tıkırındaydı. Gerçekten de bir başka açıdan bakıldığında enflasyonist ekonomi politikası işsizliği düşürmüş, ihracatı artırmıştı. Buna karşılık paralarının istikrarına öncelik veren İngiltere ve ABD’de işsizlik yüksek boyuttaydı.
Kömür madenlerinin, demir çelik fabrikalarının bulunduğu Almanya’nın endüstriyel kalbi Ruhr bölgesinin işgali ülkeye yeni bir darbe indirdi. Fransızlar madenlere ve kömüre el koydular. Artık Almanya enerji kaynağını başka ülkelerden sağlamak, bunun için çok ihtiyaç duyduğu yabancı para rezervlerini eritmek zorundaydı. Bir yandan da Ruhr vadisinde Fransızlara karşı “Ruhrkampf” (Ruhr savaşı) denilen bir pasif direniş başladı, üretim beşte birine kadar düştü.
Fransızlar nasıl Almanların “numara yaptığına” inanıyorsa, Almanlar da onların kötü niyetinden kuşkulanıyordu. Ruhr işgal edildiğinde Hildesheimer Allgemeine gazetesi “Düşman aramızda” diye yazmıştı. “Kanımızı emmek ve bir ulus olarak varlığımızı yok etmek üzere Alman ekonomisinin kalbine girdi.” Bir yıl önce çıkarılan 10 bin marklık banknota “vampir parası” adı takılmıştı, “iç” ve “dış” düşmanların kanlarını emdiğine inanıyordu Almanlar.
Evet, Reichsbank sürekli para pompalıyordu ama markın düşüşünün tek nedeni bu değildi. Asıl belirleyici rol oynayan beklentiler olmuştu. Savaş tazminatları da tek başına bir neden değildi; tazminatın miktarından çok yapılan sonu gelmez müzakereler, bir türlü anlaşmaya varılamaması, bütün bu belirsizlik, korku atmosferini körüklüyordu. Bu ortam ülkenin ekonomik geleceğine ve marka olan inancı yok etmişti. Durumu düzeltmek için tek yol, her şeye yeniden başlamaktı.
Nitekim öyle oldu: Rentenmark adıyla yeni bir para yaratıldı. Bu da hemen pula dönmesin diye bir çıpaya bağlandı. Çıpa, 1913 değerleriyle Almanya’nın 3.2 milyar goldmark ettiği hesaplanan emlakıydı (tarım ve sanayi için kullanılan arazi). Böylece 3.2 milyar rentenmark değerinde yeni banknotlar çıkarıldı. 1 rentenmark 1 trilyon eski mark ve 4.2 ABD doları değerindeydi. Ardından iki şey daha oldu: Devamlı para basan Reichsbank başkanı Havenstein, 20 Kasım 1923’te öldü. Ardından savaş tazminatları konusunda 16 Ağustos 1924’te Dawes planı yürürlüğe girdi. Bu anlaşmaya göre bir yıl sonra Fransızlar Ruhr bölgesini boşalttılar, JP Morgan önderliğinde bir Amerikan bankalar konsorsiyumu Almanya’ya 200 milyon dolarlık ABD Hazinesi garantili borç sağladı. Bir geçiş parası olan rentenmarka ülke içinde ve dışında güven oluşması, Almanya’yı bu korkunç hiperenflasyon uçurumundan kurtardı.
Üç yıl süren bu dönem Alman halkının hafızasında öyle yer etti ki bu sarmala bir daha girmemek için adeta yemin ettiler. Daha yakın tarihlerde Yugoslavya’da (1992-1994), Zimbabve’de (2007’den günümüze), Venezuela’da (2017’den günümüze) görülen hiperenflasyon için, “sıradışı koşullar” ve/ veya “marjinal ülkeler” deyip geçmek kolay. Ancak enflasyonun sadece Türkiye’de değil bütün dünyada günün konusu hâline geldiği bugünler, 100 yıl önce Avrupa’nın ortasında bir halkın hiperenflasyon kıskacında nasıl çırpındığını, hangi refleksleri gösterdiğini, yöne- ticilerin nasıl körleşebildiğini hatırlamanın tam zamanı.
Kriz hâlleri ve tanımları
Stagflasyon = Enflasyon + Sıfır (ya da 0 dolayında) büyüme
Resesyon = 2 çeyrek üst üste küçülme
Slumpflasyon = Yüksek enflasyon + Küçülme
Depresyon = Artan işsizlik + Süregiden küçülme
Deflasyon = Fiyatların sürekli düşmesi + Küçülme
Kötülük sıralaması
(En kötüden daha az kötüye doğru)
1. Depresyon
2. Slumpflasyon
3. Deflasyon
4. Resesyon
5. Stagflasyon
Düzeyine göre enflasyon sıralaması
Enflasyon: Fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak artması.
Normal enflasyon: Gelişmiş ekonomiler için %2-3, gelişme
yolundaki ekonomiler için %5- 6’ya kadar enflasyon
normal enflasyon düzeyi olarak kabul edilir.
Normalin üzerinde enflasyon: Normal enflasyon düzeyi
olarak kabul edilen düzeyin üstü.
Yüksek enflasyon: İki haneli enflasyon.