Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Banknotları yakmak odun almaktan ucuzsa…

Yakın tarihte Yugoslavya’da, Zimbabve’de, Venezuela’da görülen hiperenflasyon için, “sıradışı koşullar” deyip geçmek kolay. Ancak enflasyonun sadece Türkiye’de değil bütün dünyada da gündemi meşgul ettiği bugünlerde, 100 yıl önce Avrupa’nın ortasında bir halkın hiperenflasyon kıskacında nasıl çırpındığını, hangi refleksleri gösterdiğini, yöneticilerin nasıl körleşebildiğini hatırlamanın tam zamanı.

Bu yüzyılın ilk 10 yılında enflasyonun artık geride kaldığını düşünüyorduk. Ama o eski canavar 2021’in son aylarında yine dünyanın, ama esas olarak Türkiye’nin gündemine oturdu. Enflasyon daha kağıt para yokken bile, sikkelerin madeni içeriğinin azaltılması sonucu insanlığın sık sık yaşadığı fenomenlerden biriydi. Hiperenflasyon ise başka bir cadı kazanıydı. Neoliberalizmin teorisyenlerinden Milton Friedman’ın dediği gibi “enflasyon parasal bir olgudur ama hiperenflasyon daima siyasal bir olgudur”. Yani 1920’lerin Almanya’sı veya 1990’ların Yugoslavya’sında olduğu gibi olağandışı siyasi koşullarda ortaya çıkar. Refleksler aynıdır: İnsanlar değersizleşen parayı hemen mala yatırır, daha sağlam bir başka para cinsine yönelir, takas ekonomisi başlar, tasarrufları eriyen orta sınıf yoksullaşır ve nihayet bir gün o değersiz para bir kenara atılarak yeni bir parayla yeni bir başlangıç yapılır. Enflasyonun insanlar üzerindeki etkisini en iyi anlatanlardan biri, 1920’lerde Frankfurt’ta hiperenflasyona tanıklık etmiş olan düşünür Elias Canetti’dir. Kitle ve İktidar adlı başyapıtında enflasyonun etkisini şöyle anlatır: “İnsanlar kendilerini paraları kadar ‘kötü’ hissederler. Birey değerini düşürülmüş hisseder çünkü güvendiği ve kendini özdeşleştirdiği birim değer kaybetmiştir; kitle de değerini düşürülmüş hisseder çünkü milyonun değeri gerçekten de düşmüştür.”

1924’te artık değersizleşmiş kağıt paralar yakacak olarak da kullanılıyordu.

Polonyalı gökbilimci ve matematikçi Kopernik sadece dünyanın güneşin etrafında döndüğü fikrini ortaya atmakla kalmamış, önemli bir para teorisi de kaleme almıştı. 1526’da yazdığı kısa risalesi Monetae cudendae ratio’da (Sikke Kestirmek Üzerine) aslında insanlığın deneme-yanılma yöntemiyle iyi bildiği şu gerçeği ifade etmişti: Para ne kadar çoğalırsa, değeri de o kadar azalır.

Ama ondan önce de ondan sonra da hükümdarlar sikkeler­deki maden miktarını azaltmak­tan, hükümetler aşırı kâğıt para basmaktan kendilerini alama­dılar. Bu davranışın sonucu da hep artan paranın satın alma gücünün düşmesi oldu. Elbette bu devletlerin bazı gerekçeleri vardı; savaşa girmek, esir düşen hükümdarı için fidye ödemek, salgın hastalıklarla boğuşmak gibi. Bu durumda devlet mev­cut sikkeleri topluyor, darpha­nelerde eritiyor, içinde daha az maden bulunan yeni sikkeler kesiyor, elinde kalan fazla ma­denle de yine sikke çıkararak kendi gelirini artırıyordu. Bizde “tağşiş” (daha değersiz bir şeyle karıştırmak anlamında) denilen bu sisteme başvurmayan ülke yok gibiydi. Örneğin Fatih Sul­tan Mehmed döneminde birçok kere tağşişe başvurulmuş, her bir tağşişte 100 dirhem gümüş­ten daha fazla akçe kesilmişti. Padişah öldüğünde geride dolup taşan bir hazine bırakmıştı.

Roma’ya diz çöktüren enflasyon dalgası

Elbette herkes, elinde tuttuğu yeni sikkenin iyice hafifledi­ğini veya küçüldüğünü biliyor, bunların piyasa değeri gittikçe düşüyordu. Bu nedenle iki ucu keskin bir bıçaktı bu yöntem. Örneğin sadece Tapınak Şöval­yeleri tarikatını ortadan kaldırıp servetlerine el koymakla kalma­yan, paranın değerini de sürekli düşürerek hazinesini dolduran Fransa Kralı 4. Philippe’e (13. yüzyıl) halk arasında “Hırsız Philippe” denildiğini biliyoruz.

Tağşiş, bildiğimiz ilk büyük enflasyon dalgasını Eski Roma döneminde başlatmıştı. Kimi ik­tisat tarihçileri, Roma’nın düşü­şünü, hatta Avrupa’da feodaliz­min başlangıcını bu müthiş dal­gaya bağlar. Roma tarihçileri bu döneme “Üçüncü Yüzyıl Krizi” adını verir.

Olaylar İmparator Septimi­us Severus’un (ölümü 211) iki oğlu Caracalla ve Geta’ya ölüm döşeğinde verdiği nasihatla başladı: “Aranızda iyi geçinin, askerleri paraya boğun, diğer herkese boşverin”. Caracalla bu öğüdün ilk bölümüne uymayıp kardeşini öldürttü ama diğer­lerini harfiyen yerine getirdi. Askerlerin ücretlerini yüzde 50 artırıp bunları karşılamak için veraset vergilerini yükseltti, sonra herkesi Roma vatandaşlı­ğına alarak vergi tabanını artırdı ve nihayet sıra “tağşiş” silahına geldi. 100 yıl önce denarius adı verilen sikkelerin yüzde 95’i gü­müştü. Caracalla 217’de bunun gümüş içeriğini yüzde 50’ye ka­dar düşürdü.

Oyuncak olan para Almanya’da hiperenflasyon yıllarında banknotlar o kadar çabuk değersizleşiyordu ki çocukların eline oyuncak olarak veriliyordu.

Caracalla öldürüldü ama fi­kirleri yüzyıl boyunca iktidarda kaldı. Üstelik sadece gümüş sik­ke değildi tağşişe kurban giden; her zaman daha sağlam bir pa­ra olarak görülen altın sikkele­rin de (aureus) değeri azaltıldı. İmparatorluk, 258-275 arası­nı içsavaş ve yabancı işgalleriy­le geçirdi. Çare hep sikkedeydi: 268’de denarius’ta sadece yüzde 0.5 gümüş kalmıştı. Çoğu yer­de fiyatlar yüzde 1000 oranın­da yükseldi. Roma ordusunda görev alan “barbarlar” bile maaş olarak gümüş sikke kabul etmi­yor, sadece altın istiyorlardı.

Nihayet öyle bir an geldi ki İmparator Diocletianus 294’te gümüş sikkeyi terketti (zaten bu sikke artık hızla gümüşe batırı­lıp çıkartılan bir bakır sikke­ye dönüşmüştü). Yeni bir para çıkardı piyasaya: Bir argenteus, eski 50 denarius’a bedeldi. Ama aradan daha on yıl geçmeden, bu yeni paranın değeri yarı yarı­ya düşmüştü.

3. yüzyılda Romalı yöneti­ciler, her tağşişten sonra fiyat­ların yükseldiğini fark ettiler. Bu enflasyon özgür Romalıla­rın özgürlüğünü yok etti. Örne­ğin decurion denilen kesimi ele alalım. Bunlar taşra kentlerinin eşrafı, küçük ve orta ölçekli top­rak sahipleriydiler. Kentlerin yönetiminde görev alır, arenalar ve hamamlar yaptırır, yolları ta­mir ettirir, kente su kaynakları getirirlerdi. 3. yüzyılda bunlara bölgelerindeki vergiyi toplama görevi verildi. Oysa enflasyonist ortamda bu vergileri toplamak mümkün değildi. Üstelik devlet, vergiyi altın külçesi ola­rak istiyor­du; yani ken­di çıkardığı altın sikke­ye kendisi bi­le güvenmiyor­du. Bunun üzerine decurion’lara toplayamadıkları vergiyi kendi ceplerinden ödemeleri şart ko­şuldu! Bu ilginç teşvik yönte­mi, decurion’ların kaçıp başka yerlerde toprağa bağlı köleye dönüşmelerine neden oldu. Ba­zı tarihçiler bunu feodalizmin başlangıç noktalarından biri sa­yarlar.

Kargaşa Doğu Roma İmpa­ratorluğu’nun kurucusu Kons­tantin’in reformuna ve solidus adını verdiği “som altın” sikke­ye kadar devam etti. Konstan­tin bunu bir gayrimenkul, bir de sermaye vergisi koyarak, bun­ların altınla ödenmesini talep ederek ve eski pagan tapınak­lardaki değerli madenlere el koyarak uygulayabildi. Böylece yarattığı altın sikke soluk alarak dolaşımda kalmaya de­vam etti.

Büyük Konstantin’in darb ettirdiği altın solidus.

Eski Çin’de kağıt para enflasyonu

Marco Polo, 13. yüzyıl sonunda Çin’e yaptığı yol­culukta birçok mu­cizenin yanısıra kağıt parayla da karşılaştı. Şöyle yazdı: “(Çin İmparatoru Kubilay Han’ın) darphanesi öyle bir işliyor ki sanki Büyük Han simya sanatı­nı çözmüş”. Bu darphanede dut ağacı kabuğundan kağıt yapılı­yor, farklı değerleri yansıtacak şekilde farklı boyutlarda kesili­yordu. Sonra memurlar kağıtla­rın üzerine isimlerini yazıp Bü­yük Han’ın mührüyle damgalı­yorlardı. Marco Polo “Bu kağıt para, altın veya gümüşten sikke kesermiş gibi gayet resmî bir şekilde yapılıyor. Para sahici…” diyordu. Haklıydı çünkü bu ka­ğıtlar Çin’in her yerinde kabul görüyor, bütün alışverişlerde kullanılıyordu.

Çinliler bakır kaynakların­daki kıtlık nedeniyle kağıt para­yı çok daha eskiden, 9. yüzyıl­da geliştirmişlerdi. Ancak bunu yaygın şekilde ilk deneyen Yuan hanedanı (1271-1368 arasında Kubilay Han’ın kurduğu Mo­ğol hanedanı) olmuştu. Bu işte aşırıya kaçan, altın ve gümüşü piyasadan çeken Yuan iktidarı, enflasyonla karşı karşıya kal­mıştı. Belki bir köylü isyanı ne­deniyle devrilmesinde bunun da payı vardı.

Yerine gelen Ming hanedanı (1368-1644), tekrar kağıt paraya başvurdu. İlk Ming İmparatoru Zhu Yuangzang (Cu Yüenzeng) “hazine kağıdı kontrol dairesi” diye çevirebileceğimiz bir kuru­mun temelini attı. 1375’te ilk ka­ğıt paralar çıkarıldı. Önemli olan Ming İmparatorluğu’nun dut ağacından yapılan A4 büyüklü­ğündeki bu kağıt paranın daima bakır sikkelerle değiştirilebile­ceğini garanti etmesiydi. Para­nın üzerinde değerini taşıdığı kadar bakır sikkeyi gösteren bir resim bulunuyordu. Ama Ming imparatorluğu, paraya ihtiyaç duyduğunda bu kağıtlardan çı­karmanın kolaylığına kapılma­dan edemedi. Böylece Ming pa­rasının değeri 15 yıl içinde baş­langıçta temsil ettiği 1000 bakır sikkeden 250 bakır sikkeye ka­dar düştü. Ülke enflasyon dön­güsünün içine düştü.

2000’lerde İngiltere Merkez Bankası başkanı olan Mervyn King, bu başarısızlığı şöyle an­latıyor: “Çinlilerin bir merkez bankaları yoktu, ayrıca aşırı ka­ğıt para çıkarmışlardı. Prensip­te çıkardıkları kağıt para, bakır sikkeye dayanıyordu; ama ara­daki bağ koptu. İnsanlar bu ba­ğın koptuğunu anlar anlamaz, ellerindeki kağıdın gerçekte kaç sikke ettiği sorusuyla karşılaştı­lar ve satın alma gücü anlamın­da bu değer gittikçe düştü”.

Kubilay Han ve Marco Polo Marco Polo, Çin İmparatoru Kubilay Han’ın huzurunda, onun hazinelerinden bir parça alabilmek için kesesini açmış. 15. yüzyılda yazılmış Livre des Merveilles du Monde’dan (Bibliothèque Nationale, Paris).

Ne kadar altın, o kadar banknot

Ticaret geniş bir coğrafyaya ya­yıldıkça, ödemelerin sikkeyle yapılmasının yarattığı zorluklar, Avrupa’da da kağıt paranın yay­gınlaşmasını sağladı. Banknot kelimesi, İngiltere Bankası’nın (kuruluşu 1694) çıkardığı “no­t”lar için kullanılan bir terimdi. Ama bu kağıtlar altına dayalıy­dı; altın her ülkede değere sahip “esas” para olarak görülüyor­du. Zaten herkes istediği anda elindeki “banknot”ları bankaya götürüp altına çevirme hakkına sahipti.

Fransız Devrimi sırasın­da 1790’da devrim hüküme­tinin “assignat” adını verdiği bir banknotu piyasa sürmesiy­le başlayan kriz bir devalüas­yon-enflasyon döngüsüne yol açtı. 1790’da devrim hüküme­ti, el koyduğu kilise mülkleri­ne dayanarak 400 milyon altın livre değerinde assignat çıkar­dı. Ancak matbaanın kolaylığı­na kapılmadan edemedi. 1795’te piyasadaki assignat miktarı 20 milyar altın livre’e ulaşmıştı. Enflasyon kontrolden çıkma­ya başlayınca, devlet Haziran 1793-Aralık 1794 arasında tahıl gibi bazı temel mallara narh ko­yarak fiyat artışını engelleme­ye çalıştı. Bu önlem, çiftçilerin ürünlerini satmayı reddetmesi­ne, ciddi bir gıda kıtlığının pat­lak vermesine yol açtı. Assignat krizi ancak Napoléon Bonapar­te’ın Fransa’da iktidarı ele aldık­tan sonra madeni paraya (gü­müş ve altına) dayalı bir sistem ve modern Fransa Bankası’nı kurarak güveni yeniden sağla­masıyla duruldu.

Augustus dönemindeki gümüş sikke denarius (MS 19).

Fransa’nın 1797’de İngilte­re kıyılarına yaptığı işgal dene­mesi, İngiliz halkının İngiltere Bankası’na koşup banknotla­rını altına çevirmesine yolaçtı. Bankanın 6 milyon pound de­ğerindeki altın rezervi, çok kısa sürede 2 milyon pound’a indi. Sonunda hükümet altına yasak getirdi: Artık banknotlar altına çevrilmeyecekti. Elbette altının fiyatı arttı, Pound’un değeri düş­tü. Uzun tartışmalardan sonra İngiltere ancak 1821’de yeniden altın standardına geçerek yeni altın sikkeler bastı.

Ünlü İngiliz iktisatçı David Ricardo’nun tam bu sırada yaz­dığı ilk yazısı “Külçenin Yüksek Fiyatı” başlığını taşıyordu. Ri­cardo şöyle demişti: “Altın gü­nümüzde hem pratikte hem de halkın gözünde, servetin esas ölçüsü hâline gelmiştir.” Ricar­do’nun bu sözleri, sonraki yüz­yılda yerleşecek altın standar­dının bir özeti gibiydi. Herkes artık anlamıştı ki altın, fiyat is­tikrarını sağlayacak bir çıpaydı.

Sistem, bir ülkenin para ar­zını düzenlemeyi insanların elinden almış, bir madene bağla­mıştı. Bu düzen kör topal 1971’e kadar sürecekti. Elbette çok sı­kışıldığında, özellikle savaş za­manlarında altına çevrilemeyen, “karşılıksız” para çıkarıldığı olu­yordu. Örneğin Osmanlı Devle­ti 1876’da borçlarını ödeyemez duruma düştüğü, Sırp isyanı ve Osmanlı-Rus savaşı başladığın­da, altına çevrilemeyen bir para çıkarmış, bu “kaime”lerin değeri hemen düşmüş, birkaç yıl sonra piyasadan kaldırılmıştı.

Assignat satıp altın alanlar Jean-Baptiste Lesueur’un tablosunda Assignat banknotlarını satan bir köylü (1796). Tablonun arkasında “köylüler ürünlerini çok pahalıya Assignat karşılığında satıyor, sonra şehre inip bunları gümüş veya altınla değiştiriyordu” deniliyor. (Paris Carnavalet Müzesi)

Almanya’da el arabası yılı

Yukarıda eski İngiltere Ban­kası başkanı Mervyn King’in 1400’lerde Çin’deki kağıt para fazlalalığının nedenlerini sı­ralarken “O zamanlar merkez bankası yoktu” dediğinden söz etmiştik. Oysa bir merkez ban­kasına sahip olmak, 600 yıl son­ra Almanya, Avusturya ve Ma­caristan’ı hiperenflasyon felake­tinden korumaya yetmedi.

1. Dünya Savaşı başladı­ğında Alman Merkez Bankası Reichsbank’ın başında dünya tarihinin en başarısız (veya en talihsiz?) başkanı olarak anı­lan Rudolf Havenstein bulunu­yordu. Savaşın başladığı 1914’e kadar Alman markı (“gold­mark”) çok güvenilir bir paray­dı. Finans dilinde “Mark gleich Mark” (Mark Mark’tır) diye bir deyiş vardı; ne olursa olsun Al­man parasının sapasağlam ve aynı değerde kalacağını ifade ediyordu. Reichsbank’ın ku­rulduğu 1876’da kabul edilen bir yasayla, piyasadaki Mark miktarının üçte biri sıkı sıkıya altın rezervlerine bağlanmış­tı. Ancak savaş çıkar çıkmaz, hatta tam üç gün sonra, hükü­met bu yasayı değiştirerek pi­yasaya sürülecek para mikta­rını serbest bıraktı. Hükümet, savaşı vergiyle değil tamamen iç borçlanmayla, savaş bonoları çıkartarak finanse etmeye ka­rar vermişti. Böylece darpha­ne çalışmaya başladı, piyasada­ki kağıt para miktarı 1913’te 2 milyar marktan 1919’da 45 mil­yar marka yükselerek enflasyo­nun fitilini yaktı.

El arabası yılı


Paralardan kule yapıp
oynayan çocuklar (solda).

1918 sonundan itibaren iki üç yıl içinde Almanya’nın fela­ketleri saymakla bitmez: Savaş yenilgiyle bitti, monarşi tepe taklak oldu, ciddi bir toprak ve nüfus kaybı yaşandı, batıda­ki Ren bölgesi kazanan ülkeler (İngiltere, ABD, Fransa, Belçi­ka) tarafından işgal edildi, sos­yalist bir devrim kanla bastırıl­dı. Üstelik Versailles Antlaş­ması, Almanya’yı yaklaşık 6.6 milyar İngiliz sterlini tutarın­da bir savaş tazminatı ödemeye mahkum etti. Bunu her yıl 100 milyon sterlinlik tutarlar hâ­linde ödeyecekti.

Bütün bunlar Alman İm­paratorluğu’nun yerine kuru­lan Weimar Cumhuriyeti’nde o çok güvenilir markın dolar, frank, İsviçre frangı ve sterlin karşısında sürekli değer kay­betmesine yol açtı. Bu değer kaybını basit bir şekilde şöyle özetleyebiliriz: Şubat 1922’de 1 dolar 160 Alman Markı edi­yordu. Kasım 1923’te ise aynı dolar tam 4.200.000.000.000 Mark (4 trilyon 200 milyar Mark) değerindeydi.

Bu ünlü fotoğraf markın değersizleşmesinin simgesi oldu. 1924 yılına “el arabası yılı” adı verildi (altta).

Arka arkaya 9 sıfır

Enflasyon ilk hızlanmaya baş­ladığında, Almanya Dışişle­ri Bakanı Dr. Walter Rathe­nau (1922’de sağcı militanlarca öldürülecekti) şöyle yazmıştı: “Devlet adamlarının ve finans­çıların çoğu masalarında oturup önlerindeki kağıtlara (…) arka arkaya sıfır yazıyorlar, dokuz sı­fır da bir milyar ediyor. Bir mil­yar dile kolay, ama kim hayal edebilir bir milyarı? Bir orman­da bir milyar yaprak var mıdır? Bir otlakta bir milyar ot? Tier­garten Parkını temizlesek ve yerine buğday eksek, kaç sap çı­kar? İki milyar!”

Alman felsefe geleneğine sadık Dr. Rathenau böyle derin derin düşünürken bir yandan da darphane sürekli mark ba­sıyordu. Savaş tazminatının ilk taksidi, İngiliz bankalarından alınan borçla ödendi. Ağustos 1921’de Reichsbank Başkanı Havenstein, sağ kolu Mannhe­imer’ı döviz alması için Lond­ra’ya yolladı. Maksat ikinci tak­sidi ödeyecek parayı bulmaktı. Mannheimer’ın elinde istediği kadar Alman markı vardı (na­sılsa basılıyordu), Londra’da sterlin, frank, dolar toplama­ya başladı. Doğal olarak bu ha­reket, markın yıldırım hızıyla değer kaybetmesini sağlayan yeni bir perde açtı.

O günden sonra Almanlar her fiyat artışında, suçu Müt­tefik Savaş Tazminatı Komis­yonu’na (İngiliz, Fransız, Bel­çikalı, İtalyanların kurduğu tazminatı toplamakla görevli kurum) atmaya başladı. Ko­misyon Cenevre’de, Paris’te, Berlin’de ne zaman toplansa, Almanya’da fiyatlar fırlıyor, mark tepetaklak aşağı doğru gidiyordu. 1922 yazında ko­misyonun bir Berlin ziyaretin­de Alman hükümeti herhalde durumu anlamalarını sağla­mak için komisyon üyelerine altı haftalık harcırahlarını 20 marklık banknotlarla ödemiş, bunun için tren istasyonuna ellerinde büyük çöp kutularıy­la yedi ofisboy göndermişti. Ertesi yıl, el arabalarıyla para taşımak alışılmış bir görüntü hâline gelecekti.

Paran mı var derdin var Hiperenflasyon yıllarında Alman esnaf için gün boyu topladığı banknotları koyacak yer bulmak bir sorun hâline gelmişti.

Enflasyondan hiperenflasyona geçiş 1921’de hızlandı. Temmuz 1921’de Almanya’da resmî gıda fiyatları yüzde 505 artmıştı. Yumurta fiyatların­daki artış 180 katı bulmuş­tu örneğin. Temmuz 1922’de fiyatlar artık her ay yüzde 50 artıyordu (daha sonra ikti­satçılar bu aylık artış oranını ‘hiperenflasyon’ tanımı için bir kriter kabul edecekti). Nihayet 1923’de fiyatlar ar­tık birkaç saatte bir artmaya başlamıştı. Etiketler bu kadar hızla değişemeyeceğinden, dükkan sahipleri ve müşte­riler her mal grubu için bir endeks veya çarpan kullana­rak “geçerli” fiyatı bulmaya çalışıyordu. Her gün gazete­lerde bu çarpanlar listeleni­yordu: Taksi ücreti: Olağan fiyat çarpı 600.000. Doktor muayene ücreti: Olağan fiyat çarpı 80.000… Bir dükkanda en basit alışverişte bile üç-dört dakika hesaplama yap­mak gerekiyordu, ardından da kağıt paraları saymak için birkaç dakika daha.

En iyi yatırım ikinci el piyano

Aynı kaderi paylaşan Avus­turya’da ev kadını Anna Ei­senmenger’in 1918-1924 yıllarını ele alan anı kitabı Blockade, insanların hipe­renflasyon karşısında neler yaşadığını gösteren bir bel­geydi. Bir subayın dul eşi olan Anna’nın savaşta kör olmuş bir oğlu, bacakları ke­silmiş bir damadı, veremli bir kızı, aç bir torunu vardı. Bu aileyi doyurmak için ister istemez “Schleichhändler”e (karaborsacılara) başvurmak zorundaydı. Birikimini savaş bonolarına yatırmış olan An­na, bankaya gittiği bir gün şu satırları yazmıştı:

“Tam da şu anda yapılacak en iyi yatırımın ne olduğu­nu çok iyi bilen insanlar her yerde karşınıza çıkıyor! Bana her zaman tavsiyede bulunan banka görevlisini görmeye gittim. ‘Eh ben size dememiş miydim?’ dedi. ‘Ben söyledi­ğimde İsviçre Frangı almış olsaydınız, şimdi servetini­zin dörtte üçünü kaybetme­miş olurdunuz!’ Ben dehşetle ‘Kaybetmek mi!’ diye haykır­dım. ‘Ama ben devlet tahvi­li almıştım: Daha güvenli ne olabilir ki?’ Bankacı ‘Sevgi­li hanımefendi’ dedi. ‘Size bu tahvilleri garanti eden devlet nerede? Öldü gitti.’”

Avusturyalılar ve Macar­ların yaşadıkları, Almanya’da aynen tekrarlanıyordu. Ame­rikalı kadın yazar Pearl S. Buck’ın Erna von Pustau adlı bir Alman kadınıyla yaptığı konuşmalardan oluşan kitabı Alman Halkı Üzerine Sohbet, 1914-1933 buna benzer anı­larla doluydu. Erna von Pus­tau’nun babası, Hamburg’da bir balıkçı dükkanının sahi­biydi. “O dönemde hep ‘dolar yine yükseliyor’ derdik” diye anlatıyordu Erna. “Aslında dolar yükselmiyordu, mark düşüyordu. Ama göremiyor­duk bunu, çünkü rakamla­ra baktığınızda durmadan hareket ederek yukarı giden dolardı, ardından da fiyat­lar. Kendi paramızın değeri­nin düştüğünü farkedemiyor­duk…”

Almanya’da 1920’lerde durmadan değişen etiketler ve kağıt paralar.

Erna von Pustau’nun an­lattığına göre, hiperenflasyon hızlanırken, yerel topluluk­lar kendi paralarını basma­ya başladılar, bazıları patates veya arpa gibi mallara daya­lıydı. Ayakkabı fabrikala­rı çalışanlarına ücret yerine ayakkabı bonoları veriyordu, bunlarla kasaptan et fırından ekmek alınabiliyordu.

Barcelona’da yayımla­nan La Veu de Catalunya ga­zetesinin muhabiri Eugeni Xummar, 1922 sonbaharın­da geldiği Berlin’i şöyle anla­tıyordu: “Tramvay bileti, et, tiyatro bileti, gazete, berber, şeker ve sosis fiyatı her hafta yükseliyor. Hiç kimse elinde­ki paranın ne kadar yetece­ğini bilmiyor, insanlar korku içinde durmadan yiyor, içi­yor, satın alıyor, satıyorlar. Berlin’de herkesin dilinde hep aynı sözler: Dolar, mark, fiyatlar… Allah aşkına durun artık!”

Tabii kazananlar da var­dı, bunların başında ihracat yapan büyük sanayiciler ve büyük toprak sahipleri geli­yordu. Savaş sırasında pilot­luk yapmış olan Hans-Georg von der Osten (sonradan Gö­ring’in emir subayı olacak­tı), Şubat 1922’de bankacı bir dostundan aldığı borçla Po­meranya’daki malikanesinin yanındaki araziyi 4 milyon marka (o sırada 4 bin 500 sterlin) almış, sonbaharda patates tarlalarından birinin hasadıyla borcunu kapatmış, 8 milyon marka (o sırada 5 bin dolar) 100 ton mısır al­mıştı. Bir hafta sonra mısı­rı daha teslim almadan aynı satıcıya iki misli fiyatla geri satmış, parmağını kaldırma­dan 8 milyon mark kazanmış­tı. Bu parayı da elinde tutup değerini kaybetmesini bekle­memiş, konağının bütün eş­yalarını değiştirmiş, üç tüfek, altı takım elbise ve üç çift ayakkabı almıştı…

Paranın değeri düştükçe artık insanlar markı bir an bile ellerinde tutmak istemi­yordu. Dükkanların önünde kuyruk oluşuyor, esnaf stok­larını hangi fiyata yenileye­ceğini bilmediği için satış yapmak istemiyor, sattıkları­na kota koyuyordu. O günler­de müzikle ilgisi bile olmayan evlerde sıra sıra kuyruklu pi­yanolar görmek mümkündü: Kuyruklu piyano, iyi bir yatı­rım aracıydı.

İşler iyice sarpa sarmadan önce Almanya bir turist akı­nı yaşadı. Kanada’da Toronto Daily Star gazetesi için çalı­şan genç Ernest Hemingway eşiyle birlikte Fransa’dan Al­manya’ya geçti. “Kehl’de tren istasyonunda 10 frankla 670 mark aldık. Bu parayla bütün gün alışveriş ettik, yine de ge­riye 120 markımız kaldı. Yaşlı bir kadından beş elma alıp 50 mark verdim, geriye 38 mark aldım. İyi giyimli yaşlı bir be­yefendi şapkasını çıkarıp ya­nımıza yanaştı. ‘Elmayı kaça aldınız acaba?’ diye sordu. 12 mark deyince başını salladı: ‘Ödeyemem; çok fazla’ diye­rek uzaklaştı. Keşke ona bir­kaç elma verseydim!”

Ruhr Kızılordusu Almanya Komünist Partisi’ne üye sol görüşlü Alman işçilerden oluşan Ruhr Kızılordusu mensubu milisler, Dortmund, 1920. Ruhr Kızılordusu, 1920-1922 yılları arasında 35.000 siyasi cinayetin sorumlusuydu. 2 Nisan 1920’de hükümet birlikleri de onlara binlerce kayıp verdirmişti.

Bir sinema biletine bir öbek kömür

Hiperenflasyonun sonuna doğru artık kağıt para kulla­nılmaz oldu, takas (barter) ekonomisi yaygınlaştı. Dam­lardan kurşun, arabalardan benzin çalınıyordu. Bir si­nema bileti, bir öbek kömür ediyordu. Bir şişe parafinle bir gömlek, bu gömlekle bir aileyi doyuracak patates alı­nıyordu.

Yabancı paralar, özellikle sterlin ve dolar en çok aranan varlıkların başında geliyor­du. 1923’te von der Osten, bir dolarlık banknotla altı arka­daşını Berlin’de lokantaya davet etmiş, ardından birkaç gece kulübü dolaşmış, yine de cebinde birkaç sent kalmış­tı. Berlin’de çok zor durumda kalan Amerikalı turistlerden söz ediliyordu; çünkü kimse­de beş dolar edecek kadar çok mark yoktu.

Alman propaganda
posterinde “Ellerinizi Ruhr
bölgesinden çekin” deniyor.

Güveni yıkan son felaket, Fransa’nın savaş tazminatı ödenmediği için Ocak 1923’te 100 bin askeriyle Alman­ya’nın Ruhr bölgesini işgal etmesi oldu. İngiltere ve ABD bu hareketin tazminat öden­mesini kolaylaştırmak yerine zorlaştıracağını söyleyerek uyardılar ama Fransa’daki inanca göre Almanlar dünya­yı aldatıyordu, ekonomi as­lında tıkırındaydı. Gerçekten de bir başka açıdan bakıldı­ğında enflasyonist ekonomi politikası işsizliği düşürmüş, ihracatı artırmıştı. Buna kar­şılık paralarının istikrarı­na öncelik veren İngiltere ve ABD’de işsizlik yüksek boyut­taydı.

Kömür madenlerinin, de­mir çelik fabrikalarının bu­lunduğu Almanya’nın endüst­riyel kalbi Ruhr bölgesinin işgali ülkeye yeni bir darbe indirdi. Fransızlar madenle­re ve kömüre el koydular. Ar­tık Almanya enerji kaynağını başka ülkelerden sağlamak, bunun için çok ihtiyaç duy­duğu yabancı para rezervle­rini eritmek zorundaydı. Bir yandan da Ruhr vadisinde Fransızlara karşı “Ruhrkam­pf” (Ruhr savaşı) denilen bir pasif direniş başladı, üretim beşte birine kadar düştü.

Fransızlar nasıl Almanla­rın “numara yaptığına” ina­nıyorsa, Almanlar da onların kötü niyetinden kuşkulanı­yordu. Ruhr işgal edildiğin­de Hildesheimer Allgemeine gazetesi “Düşman aramız­da” diye yazmıştı. “Kanımı­zı emmek ve bir ulus olarak varlığımızı yok etmek üzere Alman ekonomisinin kalbine girdi.” Bir yıl önce çıkarılan 10 bin marklık banknota “vampir parası” adı takılmıştı, “iç” ve “dış” düşmanların kanlarını emdiğine inanıyordu Almanlar.

İşgal ve reaksiyon Fransızlar Ruhr bölgesini işgal ediyor, Ocak 1923.

Evet, Reichsbank sürekli para pompalıyordu ama markın düşüşünün tek nedeni bu değildi. Asıl belirleyici rol oynayan beklentiler olmuştu. Savaş tazminatları da tek başına bir neden değildi; tazminatın miktarından çok yapılan sonu gelmez müzakereler, bir türlü anlaşmaya varılamaması, bütün bu belirsizlik, korku atmosferini körüklüyordu. Bu ortam ülkenin ekonomik geleceğine ve marka olan inancı yok etmişti. Durumu düzeltmek için tek yol, her şeye yeniden başlamaktı.

Nitekim öyle oldu: Rentenmark adıyla yeni bir para yaratıldı. Bu da hemen pula dönmesin diye bir çıpaya bağlandı. Çıpa, 1913 değerleriyle Almanya’nın 3.2 milyar goldmark ettiği hesaplanan emlakıydı (tarım ve sanayi için kullanılan arazi). Böylece 3.2 milyar rentenmark değerinde yeni banknotlar çıkarıldı. 1 rentenmark 1 trilyon eski mark ve 4.2 ABD doları değerindeydi. Ardından iki şey daha oldu: Devamlı para basan Reichsbank başkanı Havenstein, 20 Kasım 1923’te öldü. Ardından savaş tazminatları konusunda 16 Ağustos 1924’te Dawes planı yürürlüğe girdi. Bu anlaşmaya göre bir yıl sonra Fransızlar Ruhr bölgesini boşalttılar, JP Morgan önderliğinde bir Amerikan bankalar konsorsiyumu Almanya’ya 200 milyon dolarlık ABD Hazinesi garantili borç sağladı. Bir geçiş parası olan rentenmarka ülke içinde ve dışında güven oluşması, Almanya’yı bu korkunç hiperenflasyon uçurumundan kurtardı.

Üç yıl süren bu dönem Alman halkının hafızasında öyle yer etti ki bu sarmala bir daha girmemek için adeta yemin ettiler. Daha yakın tarihlerde Yugoslavya’da (1992-1994), Zimbabve’de (2007’den günümüze), Venezuela’da (2017’den günümüze) görülen hiperenflasyon için, “sıradışı koşullar” ve/ veya “marjinal ülkeler” deyip geçmek kolay. Ancak enflasyonun sadece Türkiye’de değil bütün dünyada günün konusu hâline geldiği bugünler, 100 yıl önce Avrupa’nın ortasında bir halkın hiperenflasyon kıskacında nasıl çırpındığını, hangi refleksleri gösterdiğini, yöne- ticilerin nasıl körleşebildiğini hatırlamanın tam zamanı.

Naziler’in sahneye çıkışı Nazilerin iktidara gelişinden bir yıl önce 1932’de Berlin’de Versailles Antlaşması’na karşı yapılan protesto, Alman halkının savaş ve sonrasında yaşadığı travmaları yansıtıyordu.

Kriz hâlleri ve tanımları

Stagflasyon = Enflasyon + Sıfır (ya da 0 dolayında) büyüme

Resesyon = 2 çeyrek üst üste küçülme

Slumpflasyon = Yüksek enflasyon + Küçülme

Depresyon = Artan işsizlik + Süregiden küçülme

Deflasyon = Fiyatların sürekli düşmesi + Küçülme

Kötülük sıralaması

(En kötüden daha az kötüye doğru)

1. Depresyon

2. Slumpflasyon

3. Deflasyon

4. Resesyon

5. Stagflasyon

Düzeyine göre enflasyon sıralaması

Enflasyon: Fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak artması.

Normal enflasyon: Gelişmiş ekonomiler için %2-3, gelişme

yolundaki ekonomiler için %5- 6’ya kadar enflasyon

normal enflasyon düzeyi olarak kabul edilir.

Normalin üzerinde enflasyon: Normal enflasyon düzeyi

olarak kabul edilen düzeyin üstü.

Yüksek enflasyon: İki haneli enflasyon.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler