En “erkek” sayılan alanlarda, tarihe geçen başarılar elde ettiler. Güçleri, zekaları, kabiliyet ve yetenekleriyle dönemlerinin toplumsal yargılarını kıran öncü kadınlar…
Aristoteles daha kibar: “Kadınlarla kıyaslandığında, erkekler, doğal olarak yönetmeye daha uygundur.” Konfuçyus ise açık açık: “Yöneten bir kadın horoz gibi öten bir tavuktur.” Yıllar sonra Hegel: “Kadınlar eğitim görebilecek çaptadır ama daha ileri sanatlar, felsefe ve sanatsal üretimin bazı biçimleri konusunda gereken evrensel kabiliyetten yoksundur. Bu tür alıntıları sonsuza kadar uzatabiliriz. Kadınların neleri yapamayacağı konusunda o kadar çok laf edilmiştir ki, bunları söyleyenlerin bilinçaltındaki korku elle tutulur hale gelmiştir. Oysa tarihin satıraraları, yapamayacakları söylenen şeyleri yapan kadınlarla doludur. Bunların sayısı, istisna denilemeyecek kadar da çoktur. Dolayısıyla bu seçkiyi yaparken çok zorlandık. Burada yer verdiğimiz, kadınlar, kültürleri, ilgileri, düşünceleri ve eylemleriyle birbirine hiç benzemez. Tek ortak noktaları, erkeklere özgü olduğu kabul edilen alanlara girerek, kendi güçlerini kanıtlamaları ve adlarını tarihe yazdırmalarıdır.
Dokunulmaz Marie Curie
Her yönden saldırdılar, ama “radyoaktif kadın”ı yokedemediler.
İskenderiyeli Hypatia (350/270-415)
Hıristiyan fanatiklerin katlettiği büyük filozof
Yaşarken şöhreti Akdeniz dünyasını sarmıştı: “İskenderiye’de filozof Theon’un kızı olan Hypatia diye bir kadın vardı; zamanının bütün filozoflarını geride bırakmıştı. Platon ve Plotinus okulunda okumuştu, derslerine katılmak üzere uzaklardan gelen öğrencilerine felsefenin ilkelerini açıklardı. Erkeklerin arasında kendini ezilmiş hissetmezdi…”
Bu sözleri, Hypatia’nın çağdaşı, Hıristiyan filozof İstanbullu Sokrates yazmıştı. O sıralarda İskenderiye hâlâ Roma İmparatorluğu’nun önemli bir entelektüel merkeziydi. Şehirde yaşayan paganlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki gerilim gittikçe yükselmekteydi. Hypatia bir pagan, bir yeni-platoncuydu. Atina Akademisi’nde okumuş, matematik eğitimi almış, birçok kitap yazmıştı. 415’te İskenderiye’de başlayan kargaşanın Hypatia ile ilgisi yoktu. Yahudilerle Hıristiyanlar arasında kavga patlak vermişti. Hıristiyanlar sokakta Hypatia’nın arabasını devirerek onu bir kiliseye sürüklediler, tuğlalarla vurarak veya midye kabuklarıyla oyarak parçaladılar, ölüsünü yaktılar. Michael Deakin, 2007’de yazdığı Hypatia of Alexandria’da, onun ölümünün şehrin kültürel ölümü anlamına geldiğini söyler: “… entelektüel değerleri, matematiğin kesinliğini, çilekeş yeni platonculuğu, aklın önemini, kamu yaşamında ılımlılığı ve uyumu savunan son sesti.”
Wu zetian (624-705)
Çin imparatorluğunun tek kadın hükümdarı
Birçok ülkenin tarihinde en az bir büyük kadın önder vardır. Eski Mısır’ın kadın firavunu Hatşepsut veya Rusya’nın II. Katerina’sı gibi hükümdarlar, birer erkek gibi yönetirler ve tam da bu nedenle eleştirilirler. Ama Çin’in tek kadın hükümdarı Wu Zetian kadar şeytanlaştırılmış olanına az rastlanır. Wu, yarım yüzyıl boyunca kocasının, sonra oğullarının adına tahtın arkasındaki gerçek güçtü. Ömrünün sonunda 690-705 arasında ise tek başına hüküm sürdü. Wu için her şey söylenmiştir: “Kız kardeşini öldürdü, ağabeylerine kıydı, imparatoru katletti, annesini zehirledi. Tanrılar da insanlar da ondan nefret etti.”
Wu kuşkusuz diğer güçlü imparatorlar gibi acımasız bir hükümdardı. Ancak saltanatı barış ve refah da getirmişti. Çin bürokrasisine girmeyi sağlayan sınavlara giriş hakkı onun döneminde geniş bir çevreye tanınmıştı. Askerî harcama ve vergileri azalttı, başkentin çevresindeki imparatorluk ailesine ait topraklar tarıma açıldı. Wu, “Ünlü Kadınların Yaşamöyküleri” kitabını sipariş etti, çocukların sadece babaları değil, anneleri için de yas tutmasını emretti. Kadınların iktidarına karşı duran Konfuçyusçuluğa karşı Budizmin yayılmasını sağladı.Öldüğünde, hafızadan silinmesi için her şey yapıldı. Mezartaşının üzerinde yazıt için ayrılmış bölüm, diğer imparatorların aksine boştur.
Secerüddür (Ö1. 1257)
Mısır’ın erkekleri ona emanetti
İslâm ülkelerinin tarihindeki kadın hükümdarlar, eski yazarların kitaplarında satıraralarına sızar, adlarına basılmış paralarda ortaya çıkar. Bunlar arasında en ünlüsü Mısır’ın ilk Memlûk Sultanı diyebileceğimiz Şecerüddür’dür. Eyyubi hanedanından son Mısır ve Suriye meliki Salih’in gözde eşi Şecerüddür (İnci Ağacı), hükümdarın çevresindeki Memlûk askerler gibi bir köleydi. Fransa Kralı “Aziz” Louis önderliğindeki Haçlıların Dimyat’ta bulunduğu sırada, kocası ölünce (1249) dizginleri eline aldı. Uzakta bulunan üvey oğlu Turanşah’a haber yolladı ve Memlûklar Fransızları yendi. Ancak aynı yıl Memlûklar Turanşah’ı öldürdü ve yerine tahta üvey annesi Şecerüddür’ü çıkardılar. Böylece Mısır’da Eyyubi dönemi bitti, Memlûk dönemi başladı. Yeni melikenin adına para basıldı, hutbelerde adı okundu. Şecerüddür’ün tahta çıkışı, Suriye’de eski Eyyubi hanedanı üyelerinin tepkisine yol açtı. Şecerüddür’e, en yakın adamı İzzeddin Aybek’le evlenerek tahtı ona bırakmaktan başka çare kalmadı. Ama karı koca arasında büyük bir iktidar kavgası başladı. Hızlı davranan Şecerüddür 9 Nisan 1527’de Aybek’i kölelerine öldürttü. Kendi ölüm fermanını da hazırladığını biliyor olmalıydı. 28 Nisan’da o da dövülerek öldürüldükten sonra bir hendeğe atıldı, ardından kendi yaptırdığı türbeye gömüldü.
Jeanne d’Arc (1412-1431)
Esas mesele ‘erkeğe özgü’ eylemleriydi
Son biyografisini (2014) yazan İngiliz Ortaçağ tarihçisi Helen Castor, Jeanne d’Arc için “Tarihin ufkunda parlayan muazzam bir yıldız” diyor. Ortaçağ Avrupa’sında Tanrı’dan mesaj taşıdığını ileri süren sayısız kadın peygamber çıkmış ama hiçbiri 19 yaşında ölen Jeanne d’Arc’ın kalıcı gücüne ulaşamamıştır.
Onu meşhur eden olaylar, iki yıla sığar: 1429’da, Fransa’nın büyük bölümünü kendini Fransa Kralı ilan eden İngiltere Kralına kaptırmış olan Fransız prensi Charles’ın sarayına gelişi, ona gerçek Fransa Kralı olduğunu söyleyişi, zırh giyerek yanında az sayıda savaşçıyla İngiliz kuşatması altındaki Orléans kentini kurtarışı, sonra Charles’ı büyük bir törenle Fransa tacını takmaya ikna edişi, 1430’da Bourgogne Dükü’ne esir düşerek İngilizlere satılması, ertesi yıl Paris Üniversitesi’ndeki din adamlarının gayretiyle çıkarıldığı mahkemede duyduğu seslerin Tanrı’dan değil şeytandan geldiğine karar verilmesi ve yakılarak idam edilişi: Bütün bunlar iki buçuk yıl içinde olmuştur.
Erkek engizisyon onun eylemlerine değil, erkek gibi giyinip kuşanmasına tahammül edemedi.
Ortaçağ’da Fransa’da yakılan kadın sayısının 5 bini aştığı tahmin edildiğine göre, Jeanne’ı onlardan ayıran nedir? Hem 1431’deki mahkemesinin hem de 1456’da onurunun iade edilmesi için yenilenen kayıtlarından, onunla ilgili esas sorunun, “erkeğe özgü” eylemleri olduğunu anlıyoruz. Erkek kıyafetleri giyer, savaşa katılır, ülkeyi kimin yöneteceğine karar verir. 1431’de, idam cezasıyla sonuçlanan mahkemede, erkek kıyafeti giymesinin Tesniye’ye göre “Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suç” olduğu belirtilir. 1456’da tahta çıkardığı kral tarafından düzenlenen rehabilitasyon mahkemesinde ise “masum, itaatkâr, dindar bir genç kız” olarak tanıtılır, Orléans kuşatmasında çevresindeki savaşçı baronları sabırsızlıkla, inatla zorlamasından bahsedilmez. Onun savaşçılığı erkek tarihçiler için de hep sorun olmuş, sonunda meseleyi “sadece bir maskot” olduğunu söyleyerek çözmüşlerdir.
Artemisia Gentileschi (1593-1656)
Kadını erkeğe eşit çizen ressam
Kadın ressamlar arasında pek azı Artemisia Gentileschi kadar büyük bir öfke ve cüretle resim yapmıştır. İtalyan eleştirmen Roberto Longhi, daha 1916’da şöyle yazar: “Elimizde Artemisia Gentileschi’nin elli yedi eseri vardır; bunların yüzde 94’ünde kadınlar erkeklere eşittir.”
Tablolarında ya erkeklerin tacizine uğrayan ya da erkekleri öldüren kadınlar görülür. Bunun bir nedeni vardır. Artemisia, Romalı bir Rönesans ressamının annesiz büyümüş kızıdır. 17 yaşında yaptığı (1610) “Susanna ve Yaşlılar” (Susanna e i Vecchioni) rahatsız edici bir taciz sahnesidir: İki yaşlı erkek, genç bir kızı dikizler. Artemisia o yıl, babasının ressam arkadaşı Agostino Tassi’nin tecavüzüne uğrar. Olayın ayrıntılarını, mahkeme kayıtları sayesinde biliyoruz. Dava, Tassi’nin tecavüzünden çok Artemisia’nın şöhreti etrafında döner. Babasının tacizine uğradığı, erkekleri baştan çıkardığı öne sürülür. Mahkeme kararı kayıtlarda eksik olduğundan, sonucu bilmiyoruz. Ama Artemisia, babasının öğrencilerinden bir ressamla evlendirilir, Roma’yı terketmek zorunda kalır. Floransa’da parlar, akademiye girer, Avrupa’yı dolaşarak resim yapar ve iyi para kazanır. İlk fırsatta kocasını terkettiğini ve kızıyla yaşadığını ekleyelim.
Gentileschi’nin “Judith’in Holofornes’in Kafasını Kesişi” (1614) adlı tablosu ve kendi yaptığı portresi.
Aynı sahneyi tekrarladığı iki tablo, en ünlü eserleridir. Yaşadıkları düşünüldüğünde, “Judith’in Holofornes’in Kafasını Kesişi” (Giuditta che decapita Oloferne) başlıklı bu resimler bizi daha da etkiler. Judith, Holofernes’i öldürürken yüzünde işini bilen ve ustalıkla yerine getiren bir savaşçının acımasız ve tereddütsüz ifadesi belirmiştir. Judith belki Artemisia’nın kendisi, Holofernes ise hayatındaki erkeklerdi.
Anne Bonny ve Mary Read (18. yüzyıl başı)
Gerçek Karayip korsanları
Malûm, “kadın gemide uğursuzluğa yol açar” denir. Ama deniz tarihi boyunca gemilerden kadınlar hiç eksik olmamıştır. Çok sayıda kadın korsan da vardı. En ünlülerinden Endülüs asıllı Müslüman kadın korsan Seyyide el-Hurra (1485-1542) Akdeniz’in batı ucundaki Tetuan şehrini yıllarca yönetmişti.
Anne Bonny ise İrlanda’da 1698’de doğmuş, 1718’de bir gemiciyle evlenerek Karayipler’e yelken açmıştı. Orada korsan John Rackham’ın (“Calico Jack”) mürettebatına katıldı. Mary Read ise bu korsan gemisi tarafından esir alınıp onlara katılmıştı. Erkek gibi giyinirlerdi. Bol ceketleri, geniş kısa pantolonları, tabancaları ve kılıçlarıyla onları erkek meslektaşlarından ayırt etmek imkansızdı. 1720’de Jamaika’da ikisi de asılarak idama mahkum edildi. İkisi de hamile olduğundan, idam cezaları doğumlardan sonra infaz edildi.
Olympe de Gouges (1748-1793)
Giyotin bile onu durduramadı
Paris’te, “Fransa’nın kahramanları”nın anıt mezarı Panthéon’da 69 erkek, 2 kadın yatıyor. Bu yıl Mayıs ayında onlara üç kişi daha katılacak; ama adaylardan Olympe de Gouges, uzun tartışmalardan sonra listeden silinmiş durumda…
Olsun; bizim listemizden silinmedi. Fransız Devrimi’nin tarih sahnesine fırlattığı Olympe de Gouges, taşrada dünyaya geldi. 18 yaşında dul kaldı, Paris’e gelerek bir tiyatro topluluğu kurdu ve siyahların köleliğini eleştiren bir oyun yazıp sahneye koydu (1785). Fransız Devrimi 1789’da başladığında, Olympe de Gouges da birçok kadın gibi bu tarihî altüst oluşun aktif bir parçasıydı. “Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni kaleme alarak 28 Ekim 1791’de Ulusal Meclis’e sundu. İki yıl önce, meşhur “İnsan (Erkek) ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” kabul edilmişti.
Olympe de Gouges’un yazdığı metin, bu bildirgede erkekler için öngörülen bütün hakları kadınlar için de öngörüyor ve “Kadın özgür doğar ve erkekle eşit haklara sahiptir” diyordu. Olympe de Gouges’un kadınlara “Karşınıza hangi engel çıkarsa çıksın, özgürlüğe ulaşmak sizin elinizdedir, yeter ki isteyin” diye seslenmesi, yüz yıl sonra doğacaklar için ilham vericiydi. Siyasal tercihleri, yani idam cezasının kaldırılması ve halka nasıl bir yönetim istediğinin bir referandumla sorulması konusundaki görüşleri, Jakobenlerin, özellikle Robespierre’in öfkesine yol açtı.
İdam edildiği gün, iktidarın yandaş gazetesi Le Moniteur Universel şöyle diyordu: “Devlet adamı olmak istedi. Sonunda hukuk, cinsiyetine yaraşır erdemleri unutan bu komplocuya cezasını verdi.”
Jane Austen (1775-1817)
Uysal kadın, başına buyruk yazar
Kadın şair ve romancılar hiç eksik olmamıştır. İngiliz Jane Austen ise -ölümünden 65 yıl sonra doğmuş bir başka kadın yazarın, Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” başlıklı ünlü denemesinde yazdığı gibi- kendine ait bir odası, hatta masası bile olmayan bir yazardı. Kız kardeşi ve annesiyle yaşayan Jane, bugün herbiri en çok satan romanlar arasında yer alan ve ikisi ölümünden sonra yayınlanan altı eserini, oturma odasındaki küçücük bir sehpada yazmıştı. Birisi içeri girdiğinde, kurutma kağıdıyla hemen üstünü örterdi.
İlk romanı “Bir Hanım Tarafından Yazılmıştır” (by a lady”) diye yayınlandı. Yayıncılarla onun adına konuşup pazarlık yapan erkek kardeşi Henry’ydi. Jane Austen bir romantik ya da bir kadın hakları savunucusu değildi. Onu edebiyat tarihine sokan zehirli dili, hiciv yeteneği, gözlem gücü ve özenli kurgusuydu. Hayranları arasında Veliaht Prens de vardı. Bir gün Prens’in kütüphanecisi, bu taşralı kadına nasıl roman yazması gerektiği konusunda akıl fikir verdi. Jane onu kibarca dinledikten sonra evine gidip “Çeşitli Çevrelerden Gelen İmalar Üzerine Bir Roman Planı” adlı bir hiciv yazarak kendisine verilen öğütlerle dalga geçti. Uysal bir kadın ama başına buyruk bir yazardı. Hiçbir zaman fazla para kazanamadı. 11 kere TV ve sinemaya uyarlanan, Türkçeye iki kere çevrilen en popüler romanı “Gurur ve Önyargı” için sadece 110 sterlin almıştı.
Esma İbret (D. 1780)
Onbeş yaşında zirveye ulaşan hattat
Hilal Kazan, Dünden Bugüne Hanım Hattatlar adlı kitabını “hat sanatına emek vermiş, mezartaşları ve eserleri kaybolmuş, erkek ismiyle imza atan” bütün kadın hattatlara adamış. Bu kitapta sıralanan kadınlardan bir çoğunun hattat olduğunu, sadece mezartaşlarından öğrenebiliyoruz.
Eserleri günümüze ulaşan kadınlar arasında kuşkusuz en ünlüsü olan Esma Hanım’ın bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan hilye-i şerifi çok önemli: Esma Hanım, bunu 15 yaşındayken yazmış. Hilyeyi ısmarlayan Kaptancı Mehmed Salim Ağa, ortaya çıkan eseri görünce hayretini saklayamamış ve işte Esma Hanım’a bu nedenle “İbret” denilmiş. Hilye-i şerifin arkasındaki kayıttan, bunun III. Selim’e sunulduğu, Esma İbret Hanım’a 500 kuruş ihsan edildiği, 40 akçe günlük bağışlandığı anlaşılıyor.
İcâzetini bu kadar genç yaşta almayı başaran Esma Hanım, Serhasekiyân-ı Hassa Ahmed Ağa’nın kızıydı. Dönemin büyük hattatı, kendi ekolüyle tanınan Mahmud Celaleddin’den ders alarak yetişti ve sonra hocasıyla evlendi. Ali Alpaslan’ın “hemen hemen kocası kadar güzel yazdı” dediği, İbnülemin’in ise “son derece dikkati çekici” bulduğu Esma Hanım, söylentiye göre eşinin yazısını gayet iyi taklit edebildiğinden, bazı eserleri o yazıyor, Mahmud Celaleddin ise sadece imza atıyordu… Ancak bu usta hattatın ne zaman öldüğü bile bilinmiyor; çünkü bir mezartaşı bile yok.
Ada Lovelace (1815-1852)
Bilgisayarın anası
Ünlü İngiliz şair Lord Byron’ın kızı Ada Gordon (kocasının unvanı nedeniyle Lovelace Kontesi) bilgisayar tarihinin ilk öncülerinden kabul edilir. Byron’ın kötü şöhreti nedeniyle kızının da bozuk ahlaklı olarak dünyaya geldiğinden korkan ailesi, er geç bir skandala yol açacağından emindi. 1833’de tanınmış matematikçi Charles Babbage ile tanıştı. Babbage onu “tılsımıyla en soyut bilimlere dokunan, onlara çok az erkek aklında bulunacak bir güçle hakim olan o büyüleyici kadın”, bir başka yerde de “Sayıların Büyücüsü” diye tarif etmişti.
Zamanının çok ötesindeydi; ilk algoritmayı yazdı.
Matematik ve bilgisayar tarihine geçmesinin nedeni, Babbage’ın “Analitik Makine” adlı ilkel bilgisayarı için yazdığı bir algoritma oldu. Analitik Makine hiçbir zaman yapılmadı ama 1940’larda ilk modern bilgisayarın gelişmesine ilham verdi. Ada Lovelace, bir yazısında, yapılacak makinenin sayı hesabının dışında, hayatın başka alanlarında da işe yarayabileceğini öne sürerek, bilgisayar çağının ilk habercilerinden biri oldu.
37 yaşında öldükten yıllar sonra adı yeniden duyuldu. ABD Savunma Bakanlığının siparişiyle geliştirilen bilgisayar diline “Ada” adı verildi (1980).
Marie Curie (1867-1934)
Fizik’te ve Kimya’da 1 Numara oldu
Yoksuldu, göçmendi, kadındı. Polonya’da dünyaya gelen, eğitim için Fransa’ya giden Maria (Manya) Skłodowska, iki kere Nobel ödülü alacak birine hiç benzemiyordu. Ancak 36 yaşında, Paris Üniversitesi’nde fen bilimleri tarihinin en etkili doktoralarından birini (radyoaktif maddeler üzerine araştırmalar) kaleme almış, polonyum ve radyum elementlerini bulmuş, ideal bir hayat ortağıyla evlenmiş, iki kız çocuğu dünyaya getirmiş ve Nobel fizik ödülünü almıştı.
Marie Curie’nin bilime katkısı, sadece kocasıyla birlikte radyoaktivite üzerinde çalışmasıyla sınırlı değildi; atomun özellikleriyle ilgili yazdıkları, bilime yaptığı çığır açıcı teorik bir katkıydı. 1906’da eşi Pierre Curie’yi kaybetmesi çok acıydı. Ancak hayatının en zor dönemi, 1910-1913 yılları oldu. Marie Curie, 1910’da Fransız Bilimler Akademisi’ne üye olmak üzere adaylığını açıkladı. Fransız basını, Marie Curie’ye karşı, “göçmen, Yahudi” (aslında Yahudi değildi) şeklinde bir kampanya açınca, Akademi’ye seçilmedi. Birkaç ay sonra, Marie Curie’nin evli fizikçi Paul Langevin’le ilişkisi, büyük bir skandala neden oldu. Bu dönemde Marie Curie’ye yapılan saldırıların çirkinliği, bugün şaşırtıcı gelir.
Marie Curie hayatı boyunca özel hayatı ve Yahudi kökenine dair saldırılara maruz kaldı. Ama hiçbir şey onu bilimsel çalışmalarından alıkoyamadı.
Marie Curie, evinin önünde toplanan kızgın bir kalabalıktan, büyüğü 14, küçüğü 7 yaşındaki iki kızıyla apar topar kaçmak zorunda kaldı. Tam o sırada, İsveç Akademisi, Marie Curie’ye bir kere daha, bu defa kimya dalında Nobel verdiğini açıkladı. Ancak Akademi aldığı karardan ötürü korku içindeydi. Marie Curie’ye yazdıkları mektupta, Langevin skandalı nedeniyle İsveç’e gelmemesini tavsiye ettiler. Marie Curie cevabında “ödülün kendisine polonyum ve radyumu bulduğu için verildiğini” hatırlattı ve İsveç’e geleceğini bildirdi: “Bilimsel çalışmamla özel yaşamım arasında bir bağ olduğuna inanmıyorum.” Marie Curie, 1934’te radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle kansere yakalanıp lösemiden öldüğünde, bu skandal artık unutulmuş, o da tarihteki yerine almıştı.
Nezihe Muhiddin (1889-1958)
Cumhuriyet’in iteklediği Osmanlı feministi
Biyografisini yazan Yaprak Zihnioğlu, Nezihe Muhiddin için “Osmanlı feminizminin öncü kişiliklerinden biri, büyük kadınlar kuşağının son üyesi” diyor. Kız okullarında müdürlük yaptı, roman, öykü, piyes, senaryo yazdı. Cumhuriyet daha ilan edilmeden, 15 Haziran 1923’te Darülfünun’da düzenlenen bir konferansın sonunda, “Kadınlar Halk Fırkası” adıyla bir partinin kurulduğunu açıkladı (henüz Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmamıştı).
Kadınlar Halk Fırkası, 27 maddelik nizamname ve programına göre, kadınların siyasi ve sosyal haklarını kazanmayı amaçlıyordu. Fırka, izin almak için Dahiliye Vekaleti’ne (İçişleri Bakanlığı) başvurdu, bu arada birçok faaliyet düzenledi, Uluslararası Kadınlar Birliği kongresine temsilci gönderdi. Sekiz ay sonra Dahiliye Vekaleti, fırkanın kurulmasına izin vermediğini bildirdi. Bunun üzerine 7 Şubat 1924’te Kadınlar Birliği kuruldu.
1925’te boşalan bir sandalye için İstanbul’dan bir kadın mebus adayı göstermeye çalışan, 1927 Seçimleri’nde aynı talebi dile getiren Birlik sonuç alamadı. Rejimin “yandaş” gazetecisi Yunus Nadi, o sırada Nezihe Muhiddin ve Kadınlar Birliği’ni eleştiriyor, alay ediyordu. Nezihe Muhiddin 1927’de birlikten ihraç edildi, birlik de zaten 1930’da “artık kadının bütün haklarını elde ettiği” gerekçesiyle kendi kendini feshetti. Nezihe Muhiddin, unutulmuş ve hayalkırıklığına uğramış bir öncü olarak 1958’de bir akıl hastanesinde öldü.