Cumhuriyet döneminin seçkin bestecisi, müzik bilimcisi ve eğitmeni Adnan Saygun, özellikle Yunus Emre Oratoryosu ile bilinir. Bu eser sadece müzikal anlamda değil, politik anlamda da Türkiye lehine büyük bir avantaj sağlamıştı. 1950’lerde Kıbrıs meselesi sırasında icra edildiği BM merkezinde büyük bir beğeni yaratmış, genel kuruldan Türkiye lehine karar çıkmasını etkilemişti. Saygun’un kısa ve unutulmaz hikayesi, büyük mirası…
Cumhuriyet henüz birinci yaşını doldurmamışken, Gazi Mustafa Kemal başkent Ankara’da yeni devletin çağdaşlaşmasına önderlik edecek genç kuşakları yetiştirmek üzere biri hukuk, diğeri eğitim alanında iki “Mektep” açılmasına önderlik etmişti. Bu iki öncelikli eğitim kurumu, Meclis binasına çok yakın bir yerdeki Hukuk Mektebi ve Cebeci semtinde Musiki Muallim Mektebi’ydi.
Yılların “Musika-i Hümayun”u da İstanbul’dan Ankara’ya getirilmiş, “Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti” olarak göreve başlatılmıştı. 1935’e gelindiğinde müzik öğretmeni yetiştirme işi Gazi Eğitim Enstitüsü’nün uzmanlığına bırakılmış ve alnında MMM damgası bulunan tarihî binadaki eğitim, Paul Hindemith ve Carl Ebert gibi dünya çapında otoritelerin tavsiye ve programlarıyla modern bir konservatuvara dönüştürülmüştü.
Aradan yıllar geçmiş… İşte 1977 yılındayız. Cebeci’deki ilk konservatuvarın gösteri salonunda, yine Atatürk zamanında sanatlarını geliştirmek üzere bursla Avrupa’ya gönderilmiş ve döner dönmez bu eğitim ocağına hoca olarak atanmış ünlü bestecimiz Adnan Saygun’un 70. doğum günü kutlanıyor. Çok sayıda müzisyen ve sanat dostu izleyiciler yanında, protokol gereği ön sırada daha önce büyükelçilik ve bakanlık yapmış olan ve o anda cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği makamında bulunan Haluk Bayülken, Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık ve kısa bir süre sonra Kültür Bakanı olması beklenen Ahmet Taner Kışlalı gibi önemli kişiler de var. Deneyimli diplomat Haluk Bayülken birden sahneye fırlıyor ve büyük bir heyecanla bizzat tanık olduğumuz bir konuşma yapıyor:
“Biliyor musunuz, 1950’lerde Birleşmiş Milletler’deki Kıbrıs müzakerelerinin lehimize bir kararla sonuçlanmasını, yani o zaman için Kıbrıs’ta Türk varlığını kabul eden davadan bir zaferle çıkmışsak bu zaferi biz Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu’na borçluyuz. Ben o zamanlar BM nezdindeki Türk delegasyonunda başkatiptim. Diğer delegasyonların tutumları gösteriyordu ki, ibre sonunda Enosis’in gerçekleşeceği biçimde Yunanlıların tezinden yana kaymaktaydı. Üstelik o sıralarda, ustaca planlanmış bir biçimde Yunan Kral ve Kraliçesi ABD’yi ve Birleşmiş Milletler’i ziyaret ettiler. Görkemli kıyafeti içinde, uzun boylu ve yakışıklı bir kral ile güzel bir kraliçe bu delegasyonlar üzerinde büyük sempati uyandırmışlardı.
Ancak, Allah’ın hikmeti diyelim, şans bize bir başka yönden yardımcı oldu. Saygun’un oratoryosu, zamanın en ünlülerinden biri olan ve Amerika’da popülaritesi en yüksek orkestra şefi Stokowsky’nin dikkatini çekmişti. Bu eser onun yönetiminde kusursuz bir organizasyonla Birleşmiş Milletler’de icra edildi. Daha önce koridorlarda olsun, fuayede ya da salonda olalım, diğer delegasyonların üyeleri bizimle adeta gözgöze gelmek istemez gibi bir davranış içindeydiler. Hatta bariz bir şekilde sırtlarını dönerlerdi. O geceden itibaren bizim delegasyona karşı tavırları inanılmaz bir biçimde değişiverdi. Kıyısından köşesinden çekine çekine geçtiğimiz koridorlarda bütün delegasyonların üyeleri saygıyla kenarlara çekilip güler yüzle bize yol açmaları bir yana, iltifatlara boğulur olduk. Bu hava içinde Genel Kuruldan çıkan karar da bizim tezimizi destekler biçimde olmuştu”.
Ve Haluk Bayülken sözünü şöyle tamamladı: “Bu bir zaferse eğer, politikanın değil sanatın zaferiydi. Politikacılar ve diplomatlar uluslararası saygıya layık gerçek sanatı hiç gözardı etmemelidirler”.
Yunus Emre Oratoryosu’nun BM Genel Merkezi’nde icrası konusunda bizzat Saygun’un anlattıklarına da bir kulak verelim. Bestecimizin kayda geçirdiğine göre, Elisabeth Sprague Coolidge Vakfı, Washington’daki Kongre Kütüphanesi için dünyadaki kompozitörlerin orijinal eserlerini toplamaktadır. Vakıf 1958’de Saygun’a bir oda müziği siparişi vermiş. Bestecimiz yaylı sazlar için ikinci kuartetini onlar adına bestelemiş ve teslim etmiş.
Saygun ABD’ye davet edildiğinde, kendi eserinin de bulunduğu o bölümü ziyaret etmek istemiş. Bu arada yalnız ABD’nin değil, dünyanın en büyük orkestra şeflerinden biri olan Stokowsky ile de görüşmek isteğinde bulunmuş. Bu arada kendisine yardımcı olmaya çalışan Büyükelçi Seyfullah Esin, BM’nin kuruluş günü olan 25 Kasım’da büyük bir konser düzenleneceğini öğrenmiş. Hemen, içeriği bakımından evrensel sevgi temasını işleyen Yunus Emre Oratoryosu’nu salık vermiş; “bestecisi de tesadüfen şu günlerde buradadır” demiş ve durum hemen Stokowsky’ye iletilmiş.
Stokowsky-Saygun görüşmesi çok dostane geçer. Bu arada bir başka ünlü orkestra şefi olan Toscanini kısa bir süre önce ölmüş ve onun orkestrası şefsiz kalmıştır. Stokowsky Saygun’a “Onun orkestrasını alabiliriz, koroyu da ayarlayabilirim. Solistleri de sana öneririm, hangisini istersen kendin seç. Bu konseri kesin olarak yapacağız” der.
Çalışmalar yoğun bir şekilde ilerlerken BM daimi delegemiz Seyfullah Esin kaygı içindedir. Dünyanın en ünlü şefinin kaşesinin çok yüksek olduğu biliniyor. İsteyeceği ücret ve diğer masraflar hükümet tarafından karşılanamazsa ya da karşılanmak istenmezse büyükelçi ne diyecek? Bürokrat içgüdüsüyle Adnan Bey’den Stokowski’den bu hususun açıkça sorulup anlaşılmasını ister. Adnan Bey konuyu iletince ünlü şef “aşkolsun” dercesine sitemkâr bir ses tonuyla “ben bu eseri 1950’den beri yönetmek istiyordum, paranın lafı mı olur” yanıtını verir.
O sırada Yunanlılar, genel kurulda Türkler aleyhinde tezviratta bulunarak, onların uygarlığa hiçbir katkılarının bulunmadığını söyleyip dururlar. Fatin Rüştü Zorlu ve Selim Sarper neredeyse çaresiz bir şekilde oradan oraya koşturmakta… Yunan Kral ve kraliçesi Başkan Eisenhower tarafından Beyaz Saray’da ağırlanmakta. Bu atmosfer içinde sözkonusu konser olağanüstü bir mükemmellikte icra edilir ve çok beğenilir. Öyle ki ertesi gün bazı diplomatların Yunus’un kimi melodilerini mırıldandıklarına bile tanık olunur.
Adnan Saygun’un başarısının sırrı neydi? Onun anahtarını belki Atatürk’ün bir TBMM açılış söylevinde söylediği sözlerde bulabiliriz: “Bir ulusun yeniliğe açık olmasının, bu konuda ne kadar yetkin olduğunun ölçüsü müzikteki değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Ulusal ince duyguları ve düşünceleri toplamak, onları bir an önce müziğin genel kurallarına ve gelmiş olduğu son aşamaya göre işlemek gerekir. Ancak bu yoldan Türk müziği yükselebilir. Evrensel müzik içinde yerini alabilir”.
Bundan daha doğru ve güzel bir yönlendiriş olabilir miydi? İşte Adnan Saygun da ulusal duygu ve düşünceleri kendisinde derleyip toparlamış Yunus Emre’nin sözlerinin yanında, o vadideki ilâhileri, deyiş ve semah gibi tasavvuf müziklerinden örnekleri önüne koymuş; onlardaki ezgileri orkestra sazlarının çalabileceği bir armoniyle kompoze etmişti. Hem yerel ve özgün hem de evrensel müziğin kurallarına göre yaratılmış tınılarla çağdaş bir eser… Tıpkı Atatürk’ün işaret ettiği yönde bir çaba.
Evrensel müzik sanatının Saygun adıyla saygınlık kazanması, aklımıza onun meslektaşı Arif Melikov’un sözlerini getiriyor. Sovyetler Birliği zamanında yetişmiş, “halk sanatçısı” ünvanıyla ödüllendirilmiş, bağımsız Azerbaycan kurulduğunda Bakü Müzik Akademisinde görev almıştı Melikov. İlk ününü de Nâzım Hikmet’in Ferhat ile Şirin konulu librettosu üzerine bestelediği “Muhabbet Efsanesi” (Bir Aşk Masalı) adlı bale müziğiyle yapmıştı. Arif Melikov’un sözlerine, onunla Azerbaycan televizyonunda yapılan bir röportajda tanık olmuştuk. Kısacık ama çerçevelenip duvara asılacak nitelikte özlü bir sözdü. “Sanatkârı hürmet gören milletlerin itibarı yükselir” demişti Melikov. Nasıl Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün çok ayrı bir değer verdiği Saygun gibi, Melikov da Haydar Aliyev’in takdirlerine mazhar olmuştu. Onun jübilesinde aşağı yukarı şöyle konuşmuştu: “Arif benim kırk yıllık yoldaşımdır. Bilirsiniz bu sanatkârlar biraz tuhaf olurlar. Ben bunlara hürmet eylerim. Birisiyle konuşurken filânca senin için ne yahşi sözler ediyir derim. Onlar da birbirlerine eyi gözle bahırlar”.
Yunus Emre Oratoryosu, Adnan Saygun’un kafasında yıllarca süren bir evrilme ile oluşmuştur. Genç yaşlarda başlayan, derin ve ısrarlı Yunus ilgisi hep devam etmiştir. Yunus Emre’nin bizim en büyük düşünürümüz ve şairimiz kanısındadır. “Mistik Yunus Emre denilse de, o insani problemleri ortaya koymuş, onların üzerine eğilmiş ve o yolda şiirler yazmış büyük bir insan, bir şair, bir filozoftur” der.
Bu arada o şiirlerden bazılarını parça parça bestelenmişse de, beğenmemiş, yırtıp atmıştır. Sonunda 1940’lı yılların başında aşağı yukarı bir sonuca varır. Oratoryo, “Ararsan mevlâyı kendinde ara” tümcesinde özetlendiği gibi, tecelli felsefesine dayanan tasavvuf çerçevesine oturtulacaktır. Bunun ilk evresi çileli bir arayıştır. Bu arayış bir noktaya varır, bir anahtara. O anahtarsa sevgidir: “Aşk gelecek cümle eksikler biter”. Son menzil ise vahdettir: “Allah sana sundum elim”.
Saygun’un yolu tıpkı oratoryosunda olduğu gibi çileli bir yoldur. Ancak müzisyenlerin anlayacakları teknik ayrıntılara girmeden, ayrıca bir takım yabancı isimlere takılmadan öyküyü kendi halinde sürdürecek olursak, şöyle bir ön bilgiyle yetinelim: Ahmet Adnan Saygun 1907 İzmir doğumludur. Genç yaşlarda Fransızca ve piyano çalmasını öğrenmiştir. İlk hocaları daha çok makamsal Türk müziğinin üstatlarıdır. Ama araştırıcı karakteri onu Batı müziğine de yöneltmekten geri durmamıştır. Diyebiliriz ki, daha çok kendi gayretiyle besteler yapabilecek bir seviyeye kadar kendisini yetiştirebilmiştir. O yıllarda devlet sınavlar açarak yetenekli gençleri Avrupa’ya gönderiyordu. Saygun 1928 yılında bu sınavı kazanır ve hazır Fransızcası olduğu için Paris’i tercih eder. Orada zamanın en iyi hocalarıyla çalışır. 1932’de yurda döndüğünde Musiki Muallim Mektebi’ne öğretmen olarak atanır.
Ancak ondan sonra peşpeşe talihsizlikler peşini bırakmaz. Önce çeşitli engelleme çabaları, -sonra bir kulak ameliyatı dolayısıyla İstanbul’da geçecek uzunca bir süre. Ankara’ya dönüşünde, Türk sanatçılar ve Alman uzmanlar arsındaki tatsız kıskançlıklar ve çekememezlikler yüzünden görevinden ayrı kalma sürprizleri, vesaire… Neyse ki çileli bir yaşam sonunda verilen birçok eser, nihayet gurur verici bir şekilde taçlandırılmak…
Öykümüzün sonuna bir de şu bilgiyi eklemiş olalım: 1972 Münih Olimpiyatlarının Beethoven’in 9. Senfonisi’nin o ünlü final bölümü ile açıldığını anımsayabilenler çıkabilir. Ama bir başka olimpiyatın Türk bestecisi Adnan Saygun’un müziği ile açıldığını kaç kişi biliyor? Biz söyleyelim: 1980 ABD Placide Lake Kış Olimpiyatları, onun yine Yunus Emre ezgileriyle açılmıştır. Orada hiç bir Türk sporcusu yoktu ama bir Türk müziği vardı. Bunlar bir ulus için gurur verici olaylardır.