3 bölümlük dramatik belgesel dizi “Ahit: Hz Musa’nın Hikayesi”, Tevrat, İncil ve Kur’an’da yer alan insanlığın en eski anlatılarından birini Netflix ekranına taşıyor. İyi bildiğimizi sandığımız ama ayrıntılarıyla, karakterleriyle, mecazi anlamıyla bugün de etkisini kaybetmeyen hikaye, uzmanların görüşleriyle birlikte çarpıcı biçimde işlenmiş.
İsrailoğullarının Musa Peygamber’in önderliğinde verdiği özgürlük savaşının, ardından bu kavmin kurmaya çalıştığı yeni düzenin çetin aşamaları Tevrat’ta anlatılır. Kur’an’da da bu mücadeleye çok geniş yer ayrılmıştır. Müslümanlar’ın kutsal kitabında, 14 sûrede 136 yerde Hz. Musa’dan söz edilir; hadislerde de adı çok geçer. Tevrat’taki öyküyle Kur’an’da anlatılanlar, bazı ayrıntılar dışında paraleldir.
Netflix’in dramatik belgesel dizisi (Ahit: Musa’nın Hikayesi), Tevrat’ın “Yaradılış”, “Çıkış” ve “Sayılar” kitaplarında aktarılan hadiselere dayanıyor: İsrailoğullarının bir göçmen kabile olarak geldiği Antik Mısır’da köleleştirilmesi; bu kabilenin bir çocuğu olarak dünyaya gelen Musa’nın bir sepetle Nil Nehri’ne atılması; firavunun kızı tarafından kurtarılıp bir Mısır prensi olarak büyütülmesi; sonra köklerine geri dönüşü ve iktidara başkaldırarak kavmini zulümden kurtarması ve yeni bir düzenin temellerini atması…
Tüm bu süreç, dinî inancı kutsayan çok güçlü bir hikaye olduğu gibi, sinema ve televizyon ekranına yansıtıldığında etkileyici bir görsel şölene dönüşüyor. Senaryonun ortasında ise zalimle mazlum arasındaki kıyasıya kapışma yer alıyor. Her klasik hikayede olduğu gibi karşı karşıya gelen iki ana karakter var: Firavun ve Peygamber.
Firavun, bilindiği gibi sadece Mısır’ın değil kendi döneminde dünyanın en güçlü hükümdarı, bir yarı-Tanrıdır. Kur’an’da “firavun” unvanı, sadece Hz. Musa dönemindeki Mısır hükümdarı için kullanılır; diğer hükümdarlardan “Mısır meliki” diye sözedilir. Firavun, kötülüğün ta kendisidir. Sürekli böbürlenen, ilahlık iddiasında bulunan, kendi egosu ve iktidarı uğruna halkını hiçe sayan, kurban eden, üstelik son ana kadar gerçeklere sırt çeviren bir zorbadır. Ömer Faruk Harman, Mısırlı âlim Muhammed Fuad Abddülbâki’ye (öl. 1968) dayanarak bu kişiliğin bir başka yönüne dikkati çeker: “(Kur’an’da) çeşitli ayetlerin firavunu fert olarak ele almaktan çok onu erkanıyla birlikte zikretmesi dikkati çekicidir. Birçok ayette firavunun ailesi, avenesi, kavmi ve askerleriyle birlikte anılması, onun tek bir kişi olmaktan ziyade bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir.”
İşte bu zorbanın karşısına dikilen kişi ise, Allah’ın elçisi olarak seçtiği Hz. Musa’dır. Ölüme mahkum olarak doğan; bir prens olarak yetiştirilen; kölelere yapılan zulme karşı neredeyse içgüdüsel şekilde itiraz eden; daha da önemlisi firavunun tam tersine kendini beğenmişliğin semtine bile uğramadığı bir kişiliktir. O kadar ki, Allah ona görevini ilettiğinde bunu yapabileceğinden kuşku duyar, dili ağırlaşarak kilitlenir. Kusurları, korkusu, öfkesi, kendisine duyduğu kuşku, onu gittikçe olgunlaştırarak orantısız bir mücadelede yenilmez bir lider haline dönüştürür. Hz. Musa, firavun gibi kendini ilah sayan bir narsisist değildir.
Belgeselin dramatik bölümlerinde bu ikilinin etrafındaki diğer ilginç karakterlere de önemli bir yer ayrılıyor. Bunların çoğunun kadın olması dikkate değer: Çocuğunu doğar doğmaz kaybettiği halde, kısa süre sonra süt annesi olarak ona kendisinden bir parça vermeyi başaran Hz. Musa’nın gerçek annesi; küçük bebeği bir sepette bularak kendi çocuğu gibi benimseyen, sonra ona inanarak saf değiştirmeyi göze alan firavunun kızkardeşi Batyah (Kur’an’da ondan firavunun karısı Asiye olarak söz edilir; Musa’yı oğlu gibi büyütür ve sonra onun dinini kabul eder); Hz. Musa’nın eşi, Şuayb Peygamber’in kızı Safura.
Ancak dramatik sahnelerin en etkileyicileri, hiç kuşkusuz Tanrı’nın Hz. Musa’nın asası aracılığıyla Mısır’a yolladığı 10 (Müslümanlığa göre 9) bela konusunda. Firavun İsrailoğullarına özgürlüklerini vermeyince Hz. Musa’nın asası yılana dönüşüyor; Mısır çekirgelerin, haşerelerin, bitlerin, sineklerin, çıbanlı hastalıkların hışmına uğruyor; sular kana dönüşüyor; durmaksızın dolu yağıyor; hayvanlar telef oluyor; güneş yüzünü göstermeyince heryer karanlığa boğuluyor; ailelerin ilk doğan çocukları aynı anda ölüyor…
Belgeselde olayların dramatik anlatımı arada kesilerek, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman din bilginlerinin, mısırbilimcilerin, tarihçilerin yorumlarına yer veriliyor. Dizinin bu kısımlarına tek bir itiraz olabilir: Yorumculardan kimileri, olayları bilimle, tarihle de açıklamaya çalışıyor. Ancak Kızıldeniz’in bir deprem sonucu ikiye ayrıldığını veya bahsi geçen firavunun 2. Ramses (öl. MÖ 1212) olup olmadığını tartışmak yersiz; aksine bunlar hikayenin gücünü azaltıyor; zira inanç sahipleri için insanlığın en eski anlatılarından biri olan bu hikayenin böyle açıklamalara ihtiyacı yok. Hikayenin bir mecaz olduğunu düşünen diğerleri için ise firavun ile Hz. Musa’nın mücadelesi hisse çıkarılacak bir kıssa.
SERGİ: FOTOĞRAFÇININ TANIKLIĞI
Ozan Sağdıç: Işığın peşinde 70 yıl
Türkiye’nin görsel belleğine ve yakın tarihine ciddi katkılarda bulunan duayen foto muhabiri Ozan Sağdıç’ın kareleri, İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nde.
Türkiye’nin duayen foto muhabiri 90 yaşındaki Ozan Sağdıç’ın fotoğrafları İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nde sergileniyor. Türkiye’nin görsel belleğine çok önemli katkıda bulunan Sağdıç’ın fotoğrafları 20 Ekim’e kadar görülebilir. Sergide siyasetçilerin, sanat ve edebiyat dünyasının önemli isimlerinin portrelerinin yanısıra, “sıradan” insanların, sokağın, eğlencenin, çalışanların da bulunduğu siyah-beyaz ve renkli 127 fotoğraf yer alıyor. Ozan Sağdıç’ın 70 yıllık fotoğrafçılık kariyerinde çektiği binlerce kare, aslında Türkiye’nin hem gündelik hayatına ışık tutuyor hem de müstesna bir gözün bu ışığı bize nasıl gösterdiğini kanıtlıyor. Serginin küratörleri Demet Yıldız Dinçer ile Merih Akoğul; danışman ise Dr. Ruhi Oğuz Sağdıç.