Ev, her zaman kadınların sıcak yuvası olmayabilir. Türkiye’de kadın hareketi, sığınaklar, danışma/dayanışma merkezleri, yasa değişiklikleri haricinde, özel alan/kamusal alan meselesine de odaklandı. Özellikle sokak eylemlerinde, sokakların kadınların da hakkı olduğunu haykırdı.
İkinci dalga feminizmin 17. yüzyıldan itibaren Batı siyasi düşüncesinin temelini oluşturan kamusal alan/ özel alan ikiliğine getirdiği eleştirinin merkezinde, meşhur “Özel olan politiktir” sözü var. Bu ikilik, kamusal alanı erkeklikle, özel alanı kadınlıkla özdeşleştiriyor. Bu da hem kadınların klasik anlamda tanımlanan siyaset içinde yer almasının önünde engel teşkil ediyor hem de evi kadının alanı ve siyasetten uzak doğal bir yapı olarak tanımlıyor ve eşitsizliği doğallaştırıyor.
Kadına yönelik erkek şiddeti, bize kamusal alan/özel alan ikiliğinin, cinsel şiddet tehdidi üzerinden kurulduğuna dair de ipucu verir. Cinsel şiddet, genel anlamda kadınları “yerlerinde tutmak” için her daim kendini hissettiren bir tehdit olarak kullanılır. Anna Clark, 19. yüzyılla birlikte, kadınların kamusal alandaki varlığına yönelik artan orandaki ilginin odağına cinsel şiddetin oturduğunu yazar. Tecavüz vakalarıyla ilgilenen hakim ve gazeteciler, tecavüzün geceleri sokaklardaki kadınların güvenliğini tehlikeye soktuğunu söylerler. Erkekler diledikleri gibi bir yerden bir yere gidebilir; ancak “saygın” kadınlar güven içinde evlerinde oturmalıdırlar. Bu kavramlar yeni filizlenmeye başlayan burjuva ideolojisinin de güçlenmesini sağlar: Kadınlar eve aittir, bakım verir ama korunurlar; erkekler ise cesurca sokakların karmaşasıyla boğuşurlar! Orta-sınıf reformcular, kadınları evde, yoksulları da işte görmek isterler. Bunlardan herhangi birinin sokakların özgürlüğünden faydalanması fikri onlarda nefret uyandırır.
1970’lerde feministlerin varlığına dikkati çektikleri kadına yönelik erkek şiddetinin ikinci veçhesi ise, ev içi şiddettir. Kadınların “güvenli” addedilen bir mekanda, yani kendi evlerindeyken dışarıdaki tehlikelerden korunduğunu iddia eden erkekler tarafından şiddete maruz kalmaları; üstelik bunun toplum tarafından normal sayıldığının gösterilmesi; kadınlık/erkeklik normlarının sorgulanmasında önemli bir adım olur.
Tehlike/güvenlik söylemlerinin yanısıra bir diğer husus da, kadınların sokakta bulunmasının aynı zamanda saygınlıklarını da tehlikeye düşürdüğüdür. Türkçede “sokağa düşmek”, “sokakta kalmak” gibi sözlerin yalnızca evsiz kalmak anlamında değil; sokağın kadınlar için namuslarını koruyamayacakları, cinsel şiddete maruz kalacakları ya da para karşılığında cinsel ilişkiye girmek zorunda kalacakları anlamlarında da kullanıldığını anlayabiliyoruz. Ancak biliyoruz ki sokakta bulunmanın kendisi bile, kadınların başına bir şey gelmese dahi, erkek egemen sistem açısından problem olarak görülür. Pek çok kadın gece hava kararmadan evine dönmezse hakkında dedikodu çıkabilir ya da şiddet görebilir.
Türkiye’de kadın hakları mücadelesinin tarihi, 19. yüzyılın sonlarında başlar. Hem bu dönemi hem de cumhuriyet dönemi kadın mücadelesini inceleyen çalışmalar, kadınların vatandaşlık haklarının cumhuriyetle birlikte verildiği fikrine eleştirel yaklaşır. Çünkü bu fikir hem bu dönemde Kadınlar Halk Fırkası girişimiyle başlayıp, kuruluşuna izin çıkmayınca Türk Kadınlar Birliği adı altında devam eden ve sonrasında 1935’te kendini lağvetmek zorunda kalan önemli bir kadın hareketi bulunduğunu görmezden gelir; hem de cumhuriyetle birlikte getirilen hakların sınırları ve niteliklerini eleştirmeyi zorlaştırır.
Gerçekten de, 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’na büyük ölçüde bağlı kalınarak yazılan Türk Medeni Kanunu, boşanma ve miras gibi konularda kadın ve erkeğe eşit haklar tanır, kişi hukuku bölümünde kadın ve erkeği eşit kabul eder. Ancak aile hukuku sözkonusu olduğunda durum pek de böyle değildir. Erkeğin yasada “aile reisi” olarak tanımlanması, beraberinde kadının ikincil bir pozisyonda ele alınmasını getirir.
1935’ten 1970’lerin ortalarına kadar, hak mücadelesinden ziyade kadınların eğitim gibi bir takım “eksiklikleri”ni gidermeye yönelik çalışmalar gündemde olur. Ancak 1960’lardan itibaren toplumda artan siyasallaşmayla birlikte kadınların mücadele içine daha çok girdiğini, 1975’te İlerici Kadınlar Derneği ve sol hareket içindeki diğer kadın oluşumlarının kurulduğunu, bu oluşumların kadın hakları için mücadele ettiklerini görürüz.
Kendini açıkça feminist olarak adlandıran hareketin yeniden yükselişi ise, 1980 sonrasındadır. 1982’de ilk feminist bilinç yükseltme grupları kurulur; bunu Kadın Çevresi, Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği gibi oluşumlar ve çok daha fazlası takip eder. Günümüzde de Türkiye’deki feminist hareketin kampanyalar ve ortak eylemler etrafında biraraya gelen farklı görüş ve arka plana sahip pek çok feminist gruptan müteşekkil olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de feminist hareketin yükselmesinin dinamikleri arasında belki de en önemlisi, kadına yönelik şiddeti (ve özellikle de ev içi şiddeti) gündeme taşımasıdır. 17 Mayıs 1987’de Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda gerçekleşen “Dayağa Karşı Yürüyüş”, Türkiye’de feminist hareketin 80’lerdeki yükselişinin temel taşlarından biridir. Bu yürüyüş ile hem feminist hareket hem de kadına yönelik şiddet görünür hale gelir. Ayrıca Yoğurtçu Parkı yürüyüşü, 1980 askerî darbesinden sonra düzenlenen ilk yasal sokak gösterisidir.
Yine aynı tarihlerde Ankara’da bir grup feminist tam da Anneler Günü’nde, “Annenizi seviyor karınızı dövüyor musunuz?” sloganıyla, anne olarak yüceltilen kadınların eş olduklarında dayak yediğine, kısaca toplumda ancak belirli kadın kimliklerinin onay gördüğüne dikkati çeken bir eylem düzenler. Dolayısıyla, feministlerin bu ilk eylemleri, özel alanın kadınlar için güvenli olduğu savını çürütmekle işe başlar. Evin resmedilmeye çalışıldığı gibi güvenli bir yer olmadığını gösterir ve evin tehlikeli oluşuna karşı da kadın dayanışması gerektiğini savunur.
Feminist hareketin, sokağı yalnızca taleplerini ifade edeceği bir yer olarak görmediğini ve sokağın erkeklerin mekanı olarak tanımlanmasına getirdiği eleştiriyi ise yine ilk olarak 80’lerin sonundaki feminist eylemlerde görmek mümkündür. Ev içi şiddetle ilgili kampanyalar, evin güvenli olduğu kanısını tersine çevirmek üzere inşa edilmişken, 1989’da ilki gerçekleştirilen cinsel tacize karşı Mor İğne Kampanyası, sokakların tehlikeli olduğu fikrini onaylar; ancak aynı zamanda kadınların sokakta tehlikeden uzak varolma hakkını da savunur. Tacize karşı mor kurdeleler bağlanan iğnelerin dağıtıldığı eylemlerde, feministler, kadınların sokakta güvenle bulunma haklarını savunur.
Meçhul Kadın Anıtı
1988’de altı gün boyunca açık kalan Geçici Modern Kadın Müzesi’nde, kadınların evle sınırlanan hayatlarına eleştirel bir gözle bakan enstalasyonlar sergilendi.
Bu eylemler hem kadına yönelik şiddet konusunda farkındalık yaratmak anlamında etkili olur hem de feministlerin şiddetin önlenmesi konusunda yasa değişiklikleri yapılması ve şiddet gören kadınlarla dayanışma içinde olmak için sürdürdükleri diğer faaliyetler (danışma/dayanışma merkezlerinin ve sığınakların kurulması vb.) açısından bir başlangıç noktası teşkil eder. Diğer ülkelerdeki benzer mekanizmalara paralel olarak, şiddet gören kadınların başvurabileceği sığınaklar kurulması fikri de bu dönemde çıkar.
1990’larda farklı illerde şiddetle mücadele konusunda çalışan pek çok yapı oluşturulur. Bunlar arasında feministlerin İstanbul’da Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Ankara’da Kadın Dayanışma Vakfı bünyesinde yürüttüğü sığınaklar; bazı belediyeler ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) bünyesinde açılan sığınma evleri; yine birçok şehirde kadın örgütleri ve belediyeler bünyesindeki danışma merkezleri vardır. Bu yapılar arasındaki iletişimin sınırlı düzeyde kaldığı görülerek, şiddetle mücadele konusunda deneyim paylaşımında bulunmak ve bu konuda politika üretmek amacıyla 1998’de Kadın Sığınakları Kurultayı düzenlenmesi fikri doğar. Kadın Sığınakları ve Da(ya)nışma Merkezleri Kurultayı, kadına yönelik şiddet konusunda çalışan herkesi biraraya getirerek; bu şiddetin tarifi, danışma merkezleri ve sığınakların işleyiş ilkeleri gibi konuların çok farklı kurum ve çevrelerden gelen katılımcılarla tartışılabildiği bir alan açar ve bunlardan yola çıkılarak politika üretilen bir mekanizma oluşur.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü ya da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde gece yürüyüşleri düzenlenmesi de, Türkiye’deki kadın hareketine ivme katar. 8 Mart’ın gündüz düzenlenen mitinglerden farklı olarak ilk defa bir gece eylemiyle gündeme gelmesi 2003’te gerçekleşir. O yıl gündem Irak Savaşı’dır. Taksim tramvay durağında buluşan kadınlar, “Hepsi erkek, bu bir rastlantı değil!” sloganının altında Miloseviç, Bush, Şaron ve bıyıklı Thatcher resimleri taşırlar. Daha sonra gelenekselleşen gece yürüyüşü, 25 Kasım’larda da benimsenen bir eylem biçimi haline gelir. Bu yürüyüşlerin yanısıra, elbette feministlerin son dönemlerde düzenledikleri kampanyalarla kadın cinayetlerinin kamuoyunda görünürlük kazanmasında oynadıkları rolü de not etmek gerekir.
(Dipnot Yayınları’ndan çıkan Sokağın Belleği derlemesinden güncellenerek-kısaltılarak aktarılmıştır).
1989’DA BAŞLAYAN HAREKET
Mor iğne kampanyası: ‘Hiç acımadan batırın’
2 Kasım 1989 tarihinde Kadıköy-Karaköy vapurunda “mor iğne”yi tanıtan satan kadınların şöyle sesleniyordu:
“Kadınlar! Şimdi size harika bir ürün tanıtmak istiyorum. Şu elimde görmüş olduğunuz mor iğne nikel-krom alaşım, paslanmaz çelikten olup 7 cm uzunluğundadır. Üzerinde bulunan mor kurdeleyle tüm giysilerinizle kullanabileceğiniz bir aksesuar görünümündedir. Bu şık aksesuarın aynı zamanda size sarkıntılık edenlere karşı savunmanızda bir araç olduğunu şimdi size göstereceğiz. Hareket şu… Hiç acımadan batırın, korkmanıza gerek yok. Tetanos yapmaz! Bu iğne Mor İğne Kampanyası’nın bir ürünüdür. Kampanya grubumuz kadınlardan meydana gelmiş olup, elle, sözle, gözle yapılan sarkıntılığa karşı etkin ve kalıcı önlemler geliştirmeyi amaçlamaktadır. Sarkıntılığa karşı çıkmak isteyen bütün kadınları Mor İğne Kampanyası’na katılmaya çağırıyoruz”.