Ozan Sağdıç’ın fotoğrafçılık mesleğine başlamadan önce çektiği ilk kareler bile, “adam olacak çocuk …” mahiyetinde. Dilimize “amatör” kelimesinin yerleşmediği yıllarda kullanılan “heveskâr” kelimesiyle tanımlanabilecek Ozan Sağdıç’ın ilk makinesiyle çektiği fotoğraflar, o dönem Türkiye’sinin gündelik hayatına pek görülmemiş bir ışık tutuyor.
Birçok kez “fotoğrafçılık mesleğine nasıl başladığım, bu işin okuluna gidip gitmediğim, birilerinden ders alıp almadığım, nasıl gazeteci olduğum” gibi sorular yöneltenler olmuştu. Bu bakımdan, “Fotografik Hafıza” dizi yazılarımızdan birinde ilk muhabirlik günlerimden, ilk röportajlarımdan örnekler vermenin doğru olacağını düşündüm. Ancak onun da öncesi vardı elbet. Amatörlük yılları.
Eski yayınları karıştırdığımızda, dilimize “amatör” sözcüğü yerleşmeden önce, onu “heveskâr” sözcüğü ile karşıladıklarını görüyoruz. Örneğin Halkevleri’nde oynanan amatör tiyatro gösterilerine “Heveskâr Temsilleri” deniliyor. Yakıştırma ama, hoş bir tanımlama doğrusu. Pek bilindiğini sanmıyorum; ünlü şairlerimizden Ahmet Muhip Dranas fotoğraf üzerine kafa yormuş aydınlarımızdan biridir. Onun Halkevleri kültür etkinliklerini yönettiği günlerde yayınlanmış amatör fotoğrafçılığı yüreklendirme amaçlı bir yazısında “Amatör ressam denilince acemi ressam anlaşılır, ama amatör fotoğrafçı denilince sıradan stüdyo fotoğrafları çeken fotoğrafçılardan farklı olarak, sanat kaygısı güden ustalıklı fotoğraf üstatlarından söz ediyoruz demektir” gibi bir saptamasına tanık oluyoruz.
Görülüyor ki güzellik kavramını kapsayan fotoğraf üretmek, her şeyden önce bir heves işidir. Evet, eğitimle insanlara çok şey öğretilebilir; ama bu bir yere kadardır. İlkönce o konumdaki insanda bir eğilim, bir yetenek ve hepsinden önemlisi heves olmalıdır. Kısaca insanın iç dünyasındaki sanat yapma dürtüsü “iki kalas bir heves” deyimiyle özetlenebilir. Peki bu heves insanda ne zaman, nasıl uyanır?
Kendimi övmek gibi alınmasın, bu yazıya girişimi ironik bir başlangıç olarak kabul edin lütfen. Benim kavramsal sanata yatkınlığım, daha üç-dört yaşımda iken keşfedilmiş. İlk sanatsal etkinliğim, babamın bir yenilik olarak özenerek aldığı çok değerli sofra muşambasının güllerini annemin nakış makası ile dekupe etmek olmuş çünkü. Beş-altı yaşımda iken duvar resmi yapmaya özenmişim O yıllarda babam Akçay’da Devlet Denizyolları acentesiydi. Haftada iki kez vapur görürdük. Kiralık evimizin oturma odasında üç-dört metrelik bir duvara kocaman üç bacalı bir gemi çizmişim. Annem önce duvarı kirlettim diye biraz kızacak olmuş ama, her yıl evin badanası yinelenirken o duvara dokunmak içinden gelmemiş.
İlkokul dördüncü sınıfta “Doğruluk” adında, beşinci sınıfta “Türk Çocuğu” isimli duvar gazetesi hazırlıyorduk. Başlığın altına “Başyazarı ve ressamı” olarak adımı yazmak benim değil, öğretmenimin fikriydi. 10 yaşında Karagöz tasvirleri kesip mahalle çocuklarına Karagöz oynatmışım. 11 yaşında tiyatro aksesuarı yapımcılığı yapmışım. Salih Tozan gibi bir aktörün başına kral tacı hazırlamışım.
12 yaşındayken Orhon Murat Arıburnu’nun bir şiirini çarpıtarak, sözüm ona berbat bir nazire yazmış, Edebiyat Alemi adında, Garipçilere saldıran tutucu bir dergiye göndermek gafletinde bulunmuştum, Yaşımı başımı bildikleri yok, baş sayfada, hem de “Edremit’ten üstat şairimiz Ozan Sağdıç’ın şaheseri” diye anons ederek basmazlar mı!
Buca Ortaokulu’na yatılı öğrenci olarak yazılmıştım. Üç levanten köşkünün heykellerle süslü geniş bahçeleri, bağları ile birleştirilmiş cennet köşesi bir yerdi okulumuz. Bizi oraya sevk ve tavsiye eden babamın çocukluk arkadaşı İsmail Habib Sevük’ün dediğine göre, burası Milli Eğitim Bakanlığı’nın örnek tatbikat okuluymuş. O yüzden öğretmenleri de seçmece imiş.
“Mütalaa” denilen ders çalışma saatlerinde yaramazlık yapar, diğer çocukları azdırırmışım. Öğretmenlerimiz böyle bir tanı koymuş benim için. Ağabeylerin arasında uslu oturum herhalde diye beni birinci sınıfların dershanesinden alıp üçüncü sınıfların dershanesine oturttular. İçinde koca koca ağabeyler vardı o sınıfın. Yörük Ali Efe’nin oğlu, sonradan öykü yazarı olan Aydınlı Cengiz Yörük, yıllar sonra Şairler Yaprağı dergisini çıkaracak olan Dinarlı şair Nedret Gürcan ve Kerkenez romanının yazarı olup E Yayınları’nın kurucusu olan Buldanlı Cengiz Tuncer. Özellikle Cengiz Yörük (ayıptır söylemesi) hanım öğretmeniyle flört edecek kadar karta kaçmış bir delikanlıydı. Ben de akranlarıma göre bile ufak yapılı bir ön sıra çocuğuydum. Bu üç ağabey, küçük kardeş olarak benimsedikleri beni daha fazla şımarttılar. Onların yazdıkları yazılarla, şiirlerle bir duvar gazetesi hazırlıyorduk. İşte o gazetenin de sayfa düzenleyicisi ben olmuştum.
Özetle şunu söylemek istiyorum ki, heveskâr bir çocukluktan heveskâr bir gençliğe doğru yuvarlanan bir taş gibi evrile evrile gitmekteyiz. Bir de fotoğrafa heveslenmişiz, çok mu yani?
Daha önceki ilkokul öğretmenimiz ayni zamanda ressamdı ve komşumuzdu. Bana öylesine resim dersleri vermişti. İyi ustaların desenlerinden bir hayli kopyalar yapmıştım. İçime yavaş yavaş bir estetik algılama duygusu yerleşir olmuştu. Ortaokulda Âbidin Elderoğlu’nun resim öğretmenimiz olması büyük bir şanstı. Dergilerde kitaplarda elime geçen güzel fotoğrafları hayranlıkla seyrediyordum. Onlardaki güzelliğin nedenlerini anlamaya çalışıyordum.
50’lı yıllardan bir ‘selfie’
1950’li yıllarda Ozan Sağdıç’ın, Kabataş Lisesi’nde birinci sınıf öğrencisiyken Çiçek Pasajı’nın üst katında Foto Gökçek’te ayna karşısında çektiği fotoğrafı.
Artık yaşım 18 olmuştu, Kabataş Lisesi’nde yatılı okuyordum. Cemal Nadir, Ramiz döneminin karikatüristleri çizimlerinde bol bol eski İstanbul’un döküntü haldeki ahşap evlerini adeta bir yoksulluk simgesi olarak, perspektifi de abartarak adeta bir dekor gibi kullanırlardı. Biraz da o günlerde Tatbikat Sahnesi’nin İzmir turnesinde bayılarak seyrettiğim Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı oyununun dekorundan da esinlenerek yaz tatilinde öyle bir evin maketini yapmıştım. İçine de küçük bir ampul yerleştirerek ona gece lâmbası işlevi de yüklemiştim. Ağabeyimin en iyi arkadaşı Eczacı Muzaffer Bey amcanın oğlu Erdem Abi bunu kaptığı gibi, babasına götürüp göstermiş. Baba dostumuz, memleketimizim ünlü milletvekili Muzaffer Bey Amca “Bunu biz edinelim, çocuğu da biraz sevindirelim” diye bana 15 lira göndermiş. Emeğimin eseri diye o parayı gözüm gibi saklıyordum.
Tam da o sırada bir başka baba dostu, gözlükçü Fehmi Mine’nin dükkânına satması için Alman malı, kutu makine denilen cinsten, yani en basitinden iki tane fotoğraf makinası göndermişlerdi. Fehmi Abi, daha önceleri fotoğrafçı imiş, işi gözlükçülüğe çevirmiş ama fotoğraf malzemesi satmaya devam ederdi. Bendeki heveskârlığı keşfetmiş olmalı; “Bu makinalardan birini Ozan’a verelim” dedi. Bedeli 30 lira imiş. Bendeki 15 liranın üstünü babam tamamladı. Böylece ilk kamerama sahip oldum. İlk sevgiliye kavuşmuş gibi sevinçliydim.
Fehmi Abi bana iki rulo da filim armağan etmişti. Hemen sokağa çıktım. Ayaklarım beni aklımdan hep “Tam şuradan bir fotoğraf çekmeli” diye geçirdiğim Kurşunlu Cami’nin Hekimzade sokağının çıkışından görüldüğü noktaya götürdü. Sağdan soldan iki cumbalı evin öpüşürcesine birbirine yaklaştığı ara boşluğa bizim Selçuklular’dan kalma Kurşunlu Camii’nin kubbesi ve minaresi cuk oturuyor, mükemmel bir kompozisyon teşkil ediyordu. Benim kendi makinamla çektiğim ilk fotoğrafım bu olmuştu.
12 Pozluk ilk makarayı, çoğu önceden peylenmiş yerlerde olmak üzere Edremit’te doldurdum. Bu arada aile fotoğrafları da çektim elbette. Şimdi onları gözden geçiriyorum da, öyle klasik pozlarda çekmemişim. Daima bir eylem içinde saptamaya çalışmışım. Annemle babama yan yana poz verdirmek yerine, sofra başında sanki birinin gözüne öbürünün gözüyle bakar gibi fotoğraflamışım. Halamın ailesini Rembrandt ışığı benzeri bir ışıkla aydınlatmışım.
Babamın fotoğraflarını ya meyve soyarken ya da çok sevdiği balık ağı örerken çekmişim. Annemin pazardan aldığı meyve ve sebzelerle ilk natürmort denememi yapmışım.
Makinayı aldığımın hemen ertesi günü Edremit’in iskelesi olan Akçay’a gittim. Orası o zamanlar yüz haneyi bile bulmayan bir sahil mahallesi idi. Deniz, iskeleler, dere boyu, sazlıklar doğal manzaralar sunuyordu insan gözüne. İkinci makarayı da orada doldurdum. Bu fotoğraflar içinde de, deredeki suları yararak geçen bir at arabası resmi iyi yakalanmış bir kareydi. Fehmi Ağbi karanlık odasını halen korumakta idi. Filmlerimi banyo etti. Birer de kontak kopya basmıştı.
Edremit’te Er Eğitim Alayı vardı, asker kişiler boldu. Oraya teğmen olarak İstanbullu fotoğraf amatörü iki teğmen atanmış. Malzeme almak ve bilgi almak için Fehmi Bey’in dükkânına gelirlerdi. Birisi daha sonra İstanbul’da Hayat mecmuasının fotomekanik atölyesinde şef yardımcısı olarak karşılaşacağım Ferit Can’dı. Henüz iki filmimden çıkan fotoğraflarımı görmüş olan Fehmi Abi onlara “göreceksiniz bakın, Ozan’ın fotoğrafları ileride Avrupa mecmualarında yer alacak” demişti. Kehanet mi desem ne desem bilmem ki. Ama bu en azından bana çok genç yaşta verilmiş bir icazet gibiydi bu iltifat.
Hemen sonrasında daha bir çok Edremit fotoğrafı çektim. Hele bir tanesi, Sabahattin Ali’ye esin kaynağı olmuş Yanık Değirmen’in arkları arkasından görünen puslu kasaba manzarası pek romantik bir peyzaj olmuştu. Edremit pazarı benim için mükemmel bir platoydu. Edremit’in kurtuluş günü şenlikleri ve özellikle Akçay’daki 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı görüntüleri bölge halkını yansıtan ve fotografik hafızamızı zenginleştirecek nitelikler içeriyordu.
Komşu ilçe Burhaniye’ye gittim, deve güreşi fotoğrafları çektim. İskele mahallesinde dayımın evinin az ötesinde boş plajda deve kervanları ve koyun sürüleri geçiyordu. Buralarda Öğretmen Evleri mahallesi henüz kurulmamıştı. Hatta Ören bile yeni yeni iskâna kavuşuyordu. Ayvalık’a uzanan şoseden sapıp, doğum yerim Pelitköy’e doğru zeytinlikler arasından yürüyerek çıkarken güzel zeytinlik manzaraları çekebiliyordum. Köyümü ve köylülerimi fotoğraflama fırsatı da buluyordum. Orada güzel köy düğünü fotoğrafları da çekmiştim.
O kısa arada Edremit’e uğrayan siyasilerin fotoğraflarını çekmek ayrı bir belgeleme heyecanı veriyordu bana. Önce Osman Bölükbaşı’nın, sonra da Başbakan Adnan Menderes’in fotoğraflarını çekebildim. Zamanın ünlü CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in fotoğrafını İstanbul’da Dünya gazetesinin önünde arabasını beklerken çekmiştim.
Edremit’in İstanbul bağlantısı il merkezimiz Balıkesir’den oluyordu. Oradan da epey fotoğraflar çekmiştim. Özellikle kurtuluş günü şenlikleri sırasında Pamukçu zeybeklerinin oyunları ve geleneksel seyirlik oyunlarından sayılabilecek deve oyunu gibi gösteriler ilginçti. Bu arada derici esnafının koyun ve keçi postlarına bürünerek, yüzlerini de kömür karası ve isle karalayarak “tülü tabaklar” denilen korkunç hallere girmeleri, kaydedilmeye değer renkli görüntülerden bazılarıydı.
İstanbul yolunun ikinci menzili Bandırma idi. Bayram ve sömestr tatilleri sırasında o kadar kalabalık olurdu ki, yolcuları İstanbul’a götürecek vapurlar istiap haddini çok aşan dolulukta olurdu. Acente fazla bilet kesmezdi, fakat halk cezalı bilet parası ödemeyi göze alarak vapuru iğne atsan yere düşmeyecek kadar kaçak yolcu kalabalığı ile doldururdu. Benim bol bol izdiham fotoğrafları çekmeme fırsat veren bu olay, beni haber fotoğrafçılığına hazırlayan olgulardan biriydi sanki.
İstanbul’a döndüğüm, bir yıl daha liseli olduğum, daha sonra da İstanbul’da kalabilmek uğruna iş aradığım ve nihayet İstanbul Umum Fotoğrafçılar Derneği kâtibi olduğum 1953-55 yılları arasında mahalle mahalle İstanbul sokaklarını arşınlamak azimli bir fotoğraf heveskârının vazgeçilmez pratikleri arasındaydı artık. 1954 Mart’ında Boğaz’ın buzlarla kaplanması ve benim bu konuyla ilgili ilk seri çalışma öyküm, ayrıca anlatılması gereken muhteşem bir olaydı örneğin. O günlere ait bir kısım görüntüler sütunlarımızda yer almıştı. Şimdi artık foto muhabiri olur olmaz Hayat dergisinde yayınlanan ilk fotoğraflara ve röportajlara gelmiş olmalı sıra.
Genç fotoğrafçı İstanbul sokaklarında
Ozan Sağdıç daha gelişkin bir kameraya kavuştuktan sonra İstanbul sokaklarını arşınlamaya başlamıştı. Yazarımız, bu kez arkadaşının fotoğrafında.