Kasım
sayımız çıktı

Köy Enstitüleri’nden iki büyük yazar: APAYDIN VE BAYKURT

Genç cumhuriyetin en önem verdiği konuların başında eğitim gelmekteydi. 1940’ta başlayan Köy Enstitüleri projesi ve uygulaması, 1954’e kadar devam etti. Bu okullarda eğitim gören ve Türk edebiyatında unutulmaz izler bırakanlar arasında Talip Apaydın ve Fakir Baykurt da vardı. 

Kurtuluş Savaşı’nı izleyen yıllarda Türkiye haritası çizildiğinde ülkenin nüfusu 13 milyon kadardı. Nüfusun %80’i kırsal kesimdeki köy ve mezralarda yaşıyordu. Okuması yazması olmayanlar, bilen az sayıda insanın eline bakıyordu. Eğitimsiz insanlar tifo, tifüs, sıtma, frengi, trahom gibi birçok bulaşıcı hastalığın pençesine düşmüş durumdaydılar. Bunca insanın sağlıklı bir yaşama kavuşturulması, cehaletten kurtarılması ve nihayet uygar, üretken insanlar haline getirilmesi köklü reformları gerektiriyordu. 

Cumhuriyetin ilanıyla cumhurbaşkanı seçilen Gazi, hemen ertesi gün İsmet Paşa’ya yazdığı mektupta “Sevgili Paşam, cumhuriyetin ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme! Seni niçin seçtiğimi şimdi anlayacaksın” diyor ve büyük bir savaştan çıktığımızı anımsattıktan sonra çok önemli bir tümce sarf ediyordu: “Bizi yine büyük bir savaş bekliyor!” 

Fakir Baykurt 

Ünlü yazar Baykurt, Ozan Sağdıç’ın bürosunda.

Bu yeni savaş, vatanı yeni baştan inşa etme savaşıydı. Atatürk aynen “Bize geri, borçlu ve hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz” demekteydi. Mektubun kalan bölümünde yurdun maddi ve manevi birçok derdini ve gereksinimini bir bir sıralıyordu. 

Karayollarımız hiç mertebesindeydi. Demiryollarımız 4.000 kilometre olsa da hem yetersizdi hem de bir metresi bile bize ait değildi. Denizciliğimiz acınacak haldeydi. Vatanın doğusunu batısına bağlamak, yurt bütünlüğünü sağlamak gerekiyordu. Halkın aşiret, ağa, bey, şeyh düzeninden kurtarılması, insan haysiyetine yaraşır bir düzeye kavuşturulması gerekliydi. İnsanlarımızın yarısı hasta, bebek ölümleri %60 düzeyindeydi. Cumhuriyete lâyık bir anayasa yapılmalıydı. İktisadi bağımsızlık ve köklü bir eğitim seferberliği en başta gelen konulardı. Gazi daha birçok noktaya değiniyordu. Bütün bunların üstesinden gelebilmek için insan malzemesini hazırlamak, namus cephesini güçlendirmek gerekmekteydi. 

Mustafa Kemal’in önem verdiği konuların en başında eğitim gelmekteydi. Sağlığında Millî Eğitim Bakanlığı’nda onun devrimlerine inanmış ve o ideale hizmet edecek Mustafa Necati, Reşit Galip, Saffet Arıkan gibi güçlü kişilik sahibi Bakanlara görev verilmişti. 

Talip Apaydın 

Talip Apaydın’ın Ankara, Çankaya’daki evi, Sağdıç’ın evinin karşısındaydı. Mehmet Başaran aracılığıyla tanışan ikili sık sık bir araya gelir, sohbet ederlerdi. 

Gazi askerlikten deneyim edinmişti; köylerinden gelen ve hiçbir görgüsü ve bilgisi olmayan köylü çocuklarının sıkı bir eğitimden geçirildikten sonra kısa zamanda hem okuma yazma öğrendiklerinin hem de bilgi ve beceri kazandıklarının farkındaydı. Bu yüzden, pratik bir proje geliştirmişti: Askerliği sırasında onbaşı ve çavuş rütbelerine yükselmiş becerikli askerleri beş-altı ay kadar bir kurstan geçirerek okutmak ve köylülere örnek olacak modeller yaratarak kırsal kesimin kalkınmasında onlardan yararlanmak. Bunlara da “eğitmen” denilecekti ve yasa da çıkarılmıştı. 

Atatürk’ten sonra İnönü de bu davaya sahip çıkmıştı. Millî Eğitim Bakanlığı’na değerli bir kültür insanı olan Hasan Âli Yücel getirilmişti. O ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç başlangıç projesini geliştirip genişlettiler. İşte o projedir Köy Enstitüleri… 

Geçen ayki yazımızda Kızılçullu ve Akdağ’dan verilen örnekler, bütün Köy Enstitüleri hakkında yeterli bilgi verebilecek niteliktedir. Peki, cahillikle mücadelenin en etkili silahı olabilecek, kısa zamanda köylerden başlayacak bir kalkınmanın sağduyusu olan bu girişim -deyim yerindeyse- nasıl ihanete uğradı ve daha doğuş halindeyken neden yokedildi? Onun anlatımı zor ve uzun. 

TÖS’ün yürüyüşü 15 Şubat 1969’da Ankara’da düzenlenen “Büyük Eğitim Yürüyüşü”ne Fakir Baykurt’un başkanlığındaki Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) önderlik etmişti. 

Özetleyecek olursak, başta çağdaşlaşmaya yönelik devrimleri “gâvurlaşmak” gibi algılayan saygın kişiler ile otoritelerinin sarsılacağını öngören toprak ağalarının başlattıkları menfi hava, yeni yeni etkisi altına girmeye başladığımız ABD önderliğindeki Batı dünyası ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş’ın anti-komünizmde yoğunlaşan rüzgârları ile birleşince, Köy Enstitüleri ilk hedef haline geldi. Buralardaki paylaşımcı hayat tarzının, kadın öğrencilerle erkek öğrencilerin aynı kampüste bulunmalarının “komünizm olduğu” propagandası yapılıyordu. 

Demokratik hayata geçişimiz de sancılı olmuştu. Sağcılık ve solculuk, suçlama ve kamplaşma yolunu açmıştı. Zaten solcu görüşteki aydınlara karşı Amerika’daki MacCarthy’ciliğe benzer bir cadı kazanı kaynatılıyordu. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali gibi birçok aydın ya ülkeden kaçmak zorunda kalıyor ya hapsediliyor ya da öldürülüyordu. 

Durum, bu enstitülerin açılmalarına önayak olan İnönü’nün direncinin kırılmasına kadar vardı. Aslında İsmet İnönü, Köy Enstitüleri’nin en baştaki kurucularından olduğu kadar, hayatı boyunca da bu ideale sadık kaldı. Kendisinin askerî zaferleri ve 2. Dünya Savaşı sırasındaki başarılı politikasının yanısıra, “Benim hayatımda iki önemli zafer vardır. Biri Lozan, biri de Köy Enstitüleri’dir” demesi bu konudaki görüşlerini yansıtmaktadır. 

Ancak 1950’lere doğru demokratik hayata geçerken çok yoğun bir baskı vardı. Örneğin güçlü Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak bile defalarca “Bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın” diye sorup durmuştur. Önce yöneticilerde ve müfredatta değişikliklere gidildi. Ancak ne yazık ki bu başlangıç, iktidar değişikliğinde hemen kapatılmalarına giden yolun ilk basamağı olmuştu. Sağlıklı düşünce sahiplerine göre, uygulama sürdürülebilseydi Türkiye bugün gelişmişliğiyle ve onuruyla dünyanın sayılı devletlerinden biri olabilecekti. 

Sendika başkanı Baykurt “Bağımsız Türkiye”, “Grev hakkı istiyoruz” sloganlarının atıldığı tarihî yürüyüşte, eğitimde eşitlik, adil ücret gibi talepler ortaya konmuştu. 

★ ★ ★ 

Köy Enstitülü yazarlardan Mehmet Başaran’ın Ankara’ya yolu düştüğünde uğradığı yerlerden biri benim İzmir Caddesi’ndeki büromdu. Salonun bir köşesini fon perdeleri ile stüdyo haline getirmiştim. Bir gün çıktı geldi. Yanında bir başka Köy Enstitülü yazar Talip Apaydın vardı. O da hiç yabancımız değildi zaten. Evim Çankaya’da Ahmet Mithat Efendi Sokağı’nda, Basıntepe Sitesi’nde bir daire idi. Onu evi de aynı sokakta ve tam bizim karşımızda idi. Şiirlerinin ve romanlarının önemli bir kısmını okumuştum. Birbirimizin kim olduğunu bilirdik. Bazen ayaküstü sohbet de ederdik. O gün tesadüfen yanımda İstanbul’dan gelmiş konuğum Ara Güler de vardı. Keyifli bir sohbet oldu. Sonra gelsin fotoğraf çekme seansı. Bol bol da fotoğraf çektik. 

Talip Bey enstitülerde mandolin, keman çalmıştı. Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nden mezun olmuştu. Öğretmenlik yaşamı Turhal ve Amasya’da geçmişti. Sonra da Ankara’ya yerleşmişti. 

Bu ilk samimi görüşmeden sonra Talip Apaydın ile daha sıkı bir dostluk doğdu aramızda. Görüşmelerimiz daha bir sıklaştı. O temiz hava almak üzere kimi kez kısa yürüyüşlere çıkardı ve mahallemizdeki José Martí parkına oturup dinlenirdi. Benim yolum da sıklıkla oradan geçiyordu. Yanına oturur, dereden tepeden ve elbetteki memleket meselelerinden konuşurduk. Eylül 2014’te vefat ettiğinde tabutunun başucunda benim çektiğim güleryüzlü fotoğrafı duruyordu. 

★ ★ ★ 

Gelelim Fakir Baykurt ile olan maceralarımıza… Onu ilk kez Ankara’da Ulus Sineması’nda, ilk gösterimi yapılan “Yılanları Öcü” filminin sunumundan sonra sahnede seyircileri selamlarken görmüştüm. O zamanların bayat konulu Yeşilçam melodramlarının yanında Metin Erksan’ın yorumuyla oldukça gerçekçi bulduğum için sevmiştim filmi. Ancak salonda koşullandırılmış gençlerden kurulu “bindirilmiş kıtalar” varmış. Meğer benim asla keşfedemediğim ayrıntılara gizlenmiş “çok sakıncalı mesajlar” varmış bu filmde. İnce ince komünizm propagandası yapılıyormuş! Bir kısım halk alkış tutarken, bir yandan da salonu inleten “yuh” sesleri arasında Fakir’in sağında solunda ham meyveler ve gazoz şişeleri dahil, yabancı cisimler uçuşuyordu. O ise serinkanlılıkla ve gülücüklü bir yüzle alkışlara yanıt verircesine defalarca eğilip kalkıyordu. Onun bu azimli tavrı, verdiği görüntü yiğitçeydi. 

Henüz güçlü grafikerlerin tam olarak yetişmemiş olduğu bir dönemde, yeni yayın hayatına başlayan Bilgi Yayınevi’nin kapaklarını yapmak bana kısmet olmuştu. Fakir Baykurt’un kitap kapaklarını da allayıp pulluyordum. O da bizim büroya uğramaya başladı; zaten çok merkezî bir yerde, Kızılay’ın göbeğindeydik. Eh, iyi de laflıyorduk yani. 

Fakir, Türkiye Öğretmenler Sendikası’na (TÖS)e başkan oldu. Bir yanda da İmece dergisi vardı. Ankara’da muhteşem bir öğretmen yürüyüşü ve miting düzenlenmişti. Nâzım Hikmet’in şiirlerinin değil meydanlarda, kapalı odalarda okunmasından dahi çekinilen bir dönemden geçmiştik. Sonra oldukça özgürlükçü bir ortama kavuşmuştuk. Arkadaşımız Işık Yenersu, Tandoğan Meydanı’nı dolduran kalabalığa hitaben adeta bir Jean d’Arc havasıyla gümbür gümbür Nâzım şiiri okudu. Böyle bir hadise Türkiye’de ilk kez oluyordu. 

Ankara köylerinde 

Ankara köylerine yapılan gezilerden biri. Sağdıç’ın yorgun düşen oğlunu Fakir Baykurt sırtına almıştı (sağda Olcay Sağdıç). 

Fakir Bayburt Ankara’nın köylerini dolaşırdı. Bir-iki kez ben de gitmiştim. Bir keresinde Işık Yenersu’yu da yanımıza alarak, eşim ve beş yaşlarında olan oğlumla birlikte Fakir Bayburt ile yola çıktık. Sincan’ın bir köyüne gidecektik. Sincan’a kadar trenle gittik. Köye giden yolun bir bölümünü de bir inşaat kamyonunun kasasında katettik. Kamyon bizi bir yerde bıraktı. İş tabanlara kaldı. Bir süre sıkıntısız yürüdük. Ne var ki oğlumuz yoruldu, mızıldanmaya başladı. Fakir, çocuğu kaptığı gibi omzuna oturttu, yolu öyle tamamladık. Fakir yol yürümeye o kadar alışıktı ki, hiçbir yorgunluk alameti göstermedi. 

Bizim Burhaniye İskelesi’nin yanındaki Öğretmen Evleri’nde küçük bir yazlık evimiz vardı. Yanında da Sunar Sitesi. Bu sitenin sakinleri genellikle sanatçı takımındandı. Fakir Baykurt da bizim oradan bir ev almıştı. Böylece bir süre tatil komşuluğu da etmiş olduk. 

Daha sonra onun Almanya günleri başladı. Neden sonra döndüğünde sağlığı pek düzgün değildi. İstanbul’da Teşvikiye Camii’ndeki cenaze törenine katılmıştım. Ondan dinlediğim bir anısını bir ara şiir diliyle yazmıştım. Şöyle bir şeydi: 

Ankara köylerini gezerdi 
Fakir TÖS başkanıyken. 
Köy öğretmenleri zaten eski dost; 
yeni dostlar devşirirdi 
uzak yakın köylerden, 
muhtardan, çiftçiden, bakkal çakkaldan. 
Köylü dilini, köylü yüreğini 
bilirdi birinci elden. 
Bu öykü de birinci elden, 
yani bizzat kendisinden. 
Sincan köylerinden 
bir köylü dostu gazeteden okumuş ki, 
Fakir Bey’in Mithatpaşa caddesinde, 
Gençlik kitabevinde imza günü var diye. 
“Farz oldu” demiş kendi kendine 
“şu can dostunu gidip görmek 
ve bir kitabını imzalatmak”. 
Yürümüş Sincan’a hemen, 
atlamış tirene, varmış Ankara’ya. 
Kitabevi Mithatpaşa caddesinde, 
oraya kadar adres ezberinde, 
ama numarası yok kitabevinin. 
“Adam sen de” demiş, 
“yürürüm, elbet bulurum”. 
Arşınlarken caddeyi kılıçlamasına kesen 
Sakarya caddesinin üzerindeki merdivenli 
geçidin gölgesinde bir kalabalık kuyruk, 
kaldırımlardan caddeye taşmış. 
“Vay be” demiş “Bizim Fakir Bey’in 
amma da müşterisi varmış.”. 
Hemen yanaşmış kuyruğun sonuna, 
emin olmak için bir de sormuş 
bir öndeki adama: “Fakir’ın kuyruğu mu bu” diye. 
Adam “He ya” demiş, “elbette Fakir’in kuyruğu” 
Epey bir zaman geçmiş, kuyruk erimiş erimiş. 
Ortada kitabevi filân yok / 
ve bizim köylü vatandaşın karşısında bir levha: 
“Et ve Balık Kurumu Tanzim Satış Mağazası”. 
Fakir’in kuyruğu mu bu? 
Elbette fakirin, ne sandın ya?.. 

Kaderin cilvesi, epey eski bir tarihte yazılmış bu şiiri yayınlamak, tanzim satış yerlerinin yeniden güncelleştiği bu günlere rastladı. İyi mi…