Kasım
sayımız çıktı

Gülmekten ölmek ya da Gülmenin kısa tarihi

Her çağda, her kıtada, her kültürde hafif ya da ağır gülmüştür insanoğlu. Çok mürekkep akıtılmış konu, ne tuhaftır kan da. Neşenin, yaşam coşkusunun, hem en sert derecelere yükselebilen bir muhalefetin, bir eleştirel perspektifin kültür-sanat dünyasındaki kısa hikâyesi…

Başka dillerde rastlanıyor mu bilmem, bizimki elveriyor: Gülmekten ölmek. 

“Gülmekten öldüm” bir deyiş biçimi, bir yakıştırma tabiî: Cümleyi kuran karşımızda, sapasağlamdır; herhangi bir nedenle çok, ölesiye gülmüş olduğunu aktarır. Ben duymadım ama, ölürken gülen herhalde yoktur ya, en azından kuramsal olarak, gülerken, çok, pek çok güldüğü için ölen, bir bakıma çatlayan kişi(ler)den sözedilebilir sanırım. 

Charlie Hebdo baskınında kurşunlanan dört karikatür sanatçısı için kullanılabilir mi “gülmekten ölmek” fiili? Güldükleri, daha çok da güldürdükleri için öldürüldükleri apaçık olsa da, bu deyiş biçimi olsa olsa bir eğretileme türevi kılığında uyarlanabilir duruma (Bu çıkmayı frenkçe yazıyor olsaydım “mourire”den, o dilde böyle yazılmayan ((mourir)) bir fiilden öneri yontacaktım). 

2012’de Paris’te oynanan Golgota Picnic adlı oyun, Hz. İsa’yı uygunsuz tasvir ettiği gerekçesiyle muhafazakar Katolikler tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Charlie Hebdo ise, ‘kahkahalar atarak’ tüm Katolikleri salaklar sofrasına davet eden Hz İsa’yı kapak yapmış ve bunun sadece bir oyun olduğunu hatırlatmıştı.

Gülmek ile ölmek arasında doğrudan bağ kuranların başında Umberto Eco geliyor: Gülün Adı’nda, kütüphanedeki öldürücü kitap, sayfa uçları zehir kaplanmış bir Aristoteles yapıtıdır — gülmek, Ortodoks imanın bağışlayamadığı bir edim: Gülüyorsanız, çünkü, benim gülünesi hiçbir yanını göremediğim, görmeye yanaşmadığım “kutsal”ımı da sarakaya alabilecek tıynettesiniz, bunun bedelini ödetirim. Başka peygamberleri bilemem, kaynaklar İsa’nın hiç gülmediğinin, hattâ gülümsemediğinin altını çiziyorlar. Öyleyse haklıydı: Ortada gülünecek birşey yoktu. 

Kimse sanırım tümünü görememiştir, bir dolu İsa ikonasıyla karşılaştım bugüne dek, duvarlarda ve kitaplarda, elbet çarmıh sahnelerini ayırarak söylüyorum (orada, her hâlükârda, gülünesi bir durum olamazdı), hiçbirinde gülümseme izine gerçekten de rastlamadım. Arada, gün gelmiş, bütün imgeler zaten karaltılmıştı: Yaşadığım şehrin İkonaklazmanın doğduğu, yayıldığı, sonra da kurutulduğu yer olması öteden beri ürperti dokulu bir duygu yaratır içimde. Doğal geliyor bana bu: İskenderiye’de yaşasaydım alevlerden, Londra’da ya da Berlin’de yaşıyor olsaydım bomba seslerinden, Ninovalı olsam göktaşlarından ürkecektim. İmgelerin yasaklanması gene de daha sert bir dayatma olarak görünüyor bana: Batı’da (Reform dönemi) ve Doğu’da (1200 yıldır) yürürlükte kalmış, kaldı – o av hikâyelerinden sağ salim çıkamazdım. 

William Hogarth’ın resmettiği Gülen İzleyiciler (The Laughing Audience – 1733), dönemin, sınıflararası farkı gösteren önemli tablolarından biridir. En alt sınıf, kendini basit bir komedide attığı kahkahalarla belli eder.

Ama uzaklaşmayayım ben, konumdan. Her çağda, her kıtada, her kültürde hafif (light) ya da ağır (kara) gülmüştür insanoğlu. Kendisini, asıl ötekini, ötekileri, komşularını tiye almakta sakınca görmediğini biliyoruz. Bazen ırkçı tınılar alır o eğilim (Yahudiler, Belçikalılar, Lazlar) ama her zaman tahammülsüzlük peydahlamaz: Yahudiler Yahudi fıkralarına bayılır, Laz fıkralarının çoğunu Lazlar üretir. Yoktur, olmamıştır, olmaz diyemem ya, Yahudi fıkrası anlattı diye bir Yahudinin, Laz fıkrası anlattı diye bir Lazın adam öldürmesi sık duyulmuş olaylardan değildir. 

Elimizin altında sıkı bir çalışma var: Georges Minois’nin “Gülmenin ve İstihzanın Tarihi” (2000) bu konudaki en derli toplu yayınların başında geliyor (aynı yazarın İntiharın Tarihi’nin dilimize çevrildiğini anımsatalım). 2500 yıllık gülme alay etme tarihi, tepkiler, yasaklar, karşı çıkışlar arasından yolunu bulmuş. Örnekse, Fransız Devrimi sonrası parlamentoda gülmenin yasaklandığını ve ceza konusu olduğunu okuyoruz. Neyse ki kalıcılaşmamış bir uygulama: Yarım yüzyıl geçmiş, Proudhon meclisteki konuşmasını elleri kasıklarında gülerek dinleyen hasımlarına çıkışmış: “Bugün sizi güldüren, yarın sizi öldürebilir”. Oysa, aynı düşünürün gülmeyi yeri geldiğinde “ilerlemenin kayıtsız şartsız aracı” saydığı da kaydedilmiş. 

Hitler’in parodisi


Charlie Chaplin, 1930’larda Naziler tarafından “mide bulandırıcı küçük Yahudi maskarası” olmakla itham edildi ve filmleri Almanya’da yasaklandı. Ünlü komedyen ise, cevabını, 1940’taki ilk sesli filmi Büyük Diktatör (Great Dictator)’le verdi. Adolf Hitler’le dalga geçen Adenoid Hynkel tiplemesiyle ‘politik yergi’nin zirvesine çıkan filmi Hitler’in iki kez izlediği ve bol bol güldüğü söylenir. Filmin Almanya’daki gösterim yasağı 1958’e dek sürecekti.

Düşünür demişken, gülme olgusunun filozofları enikonu kurcaladığı sır değil. Cambridge’li Quentin Skinner “Filozoflar ve Gülme” başlıklı konferansını 12 Haziran 2011’de Sorbonne’da vermişti (Bkz: Le Monde arşivi, sonraki gün). Demokritos/Hipokrates ikilisine ayrıca değineceğim; Skinner, antik dönemin bu konuda ilk önemli kaynağının kayıp olduğuna dikkat çeker : Aristoteles’in Poetika’sının ikinci kitabına belki bir gün ulaşılacaktır. Klâsik felsefenin temel çıkışlarının benzer hareket noktalarından benzer sonuçlara vardığını belirtir Skinner: Ama Hobbes ama Descartes, gülmenin ve alayın biri(leri)nin ya da bir şey(ler)in zayıflıkları, zaafları üzerinden gerçekleşmesini hoş karşılamamışlardır: Bu durumda kötücül yanı ağır basan bir ifadedir gülme — bir adım ötesine, ibliscil sıfatını yeğleyen Baudelaire’le geçilecektir. 

Ortaçağ üzerinde dev bir işin altından kalkan Jacques le Goff (Bir Başka Ortaçağ, 1999), Hıristiyanlığın hükümranlığının Aristoteles’in “gülmek insana özgüdür” (başka hiçbir canlının gülmediği kesin midir, başka türlü gülüyor olamazlar mı?) şiarını yıkmak için hayli didindiklerini vurgular: Ortaçağ boyunca, kilisede ve manastırlarda, başta Albertus Magnus ve Aziz Thomas, bir dizi kapsamlı metnin gülmek fiiline odaklandığını, gülmenin kültürel ve ideolojik bir fenomen olarak yasaklandığını, çünkü gövdenin alt bölgesinden, dolayısıyla kirlenmiş halde yukarı çıkıp ağza yerleştiğini örneklerle kanıtlar tarihçi. 

Hümanist dönem, bu çatık kaş bakışı zedelemeyi başaran çıkışlara sahne olmuştur. Erasmus, ironiye aslan payı tanımış, Rabelais’nin yapıtı kafatasının içine sıkıştırıldığı mengenenin vidalarını epey gevşetmiştir. Tıkalı damarlar usul usul açılacak, önce Lichtenberg ve Swift gibi büyük ustalar sökün edecektir.

Skinner, asıl her şeyi tersyüz eden diklenmenin Nietzsche’den geldiğini anımsatır: “Gülmeye kötü bir şan yüklemeye çalışan düşünürlere” tokadı basar, İyinin ve Kötünün Ötesinde kitabında “işi gülmeye ayırdıkları pay üzerinden filozofları sıralandırma rizikosunu almaya dek götürebilirim” sözüyle noktayı koyar. 

Aslına bakılacak olursa, gülmeye karşı çıkanların da, temkini elden bırakmaksızın yaklaşanların da ortak kaygısı, kaynağında yerine göre küçümsemenin (dolayısıyla büyüklenmenin) ya da ötekinden (farklı olandan) nefretin yeraldığı kanısı ya da inancıdır. Cicero’dan Descartes’a, Robert Burton’dan Hobbes’a varlığı belirgin bu kötücüllük güdüsü bir çırpıda bertaraf edilebilecek görüşlerden midir? İstihza ve alay tarihinden çok sayıda örnek, sorunu tartımlı biçimde ele almayı zorunlu kılıyor. 

Gülmeyi, neşenin ifadesi olarak görüyor düşünürler. Neşenin ne sakıncası olabilir? Castiglione’nin ya da Hobbes’un, neşeyle atbaşı alay etme güdüsünün devreye girdiği yönündeki kanıları her durumda doğru değildir, bazı durumlarda olabilir. Baudelaire’de bu bakış açısı, “nefretli kibir”i gülmenin kökünde gösterecek ölçüde abartılı bir boyut alır. Mizahın kendimizi hafifletmek, bazen yüceltmek uğruna başkalarını aşağılamayı hedeflediği fikri bir kefedeyse, karşı kefede Skinner kaynaklardan sıkı bir soruyla sorunu dengeler: Yenidoğanlar, öyleyse, neden gülmektedir? Bu davranışın fizyolojisini kötücüllükle, kibirle açıklamayı tekleten soru. Bana öyle geliyor ki, gülmek iki kutuplu bir fiil. 

Bergson’un, felsefenin ve konunun modern bir klâsiği olarak görülen kitabı Gülme (1940), ruhsal ve toplumsal cepheler arasında mekik dokur, gülmeyi bir uygarlık ölçütü sayar. Komik karmaşık bir örgü sunar ve Eski Yunan’dan bu yana sanatsal/yazınsal düzlemde ağırlıklı yerini korumuştur. Komedyen’in yalnızca güldürmeyi bilen, bu işleve ayarlı bir oyuncu olmadığı bilinir. Dahası, geniş kitleleri evrensel düzeyde güldürmeyi (ve koşut olarak düşündürmeyi) başaran ustaların özel yaşamlarında son derece ciddi insanlar olduklarının üstünde durulmuştur: Chaplin, Buster Keaton, Jerry Lewis. Mizahın önderleri arasında, Karl Kraus’tan Aziz Nesin’e, benzer portrelere rastlanır. 

‘Gülen filozof’ Demokritos Antik Yunan döneminin ‘gülen filozof’u Demokritos (MÖ. 460-370) sürekli gülerek dolaşır, insanların aptallığıyla açıkça alay ederdi. Önemli bir bilim insanı ve atom teorisinin kurucularından olduğu halde uzun süre ciddiye alınmadı, sevilmedi.

Bergson’un metni canalıcı bir benzetmeyle bitiyor: Gülmenin, “denizin yüzeyinde dalgalar harekete geçerken köpük nasıl oluşuyorsa, insan bünyesinde tıpatıp aynı doğallıkla gerçekleştiğini” ileri sürüyor düşünür ve bunun toplumsal yaşamın yüzeysel başkaldırılarını temsil ettiğini ekliyor. 

Gelgelelim, öteki ucun tedirginliğini tersyüz etmeye yetmiyor bu bakış açısı. Yürürken düşene gülmek belki çok zalim bir tutum olarak görülmeyebilir; ama çirkinle, sakatla, alışılmadık olanla, farklıyla alaya gelince iş o tepki bir başka tepkiyi tetikleyebiliyor: Öfke. Aristoteles, Retorik’in ikinci kitabında (Mehmet H. Doğan çevirisinden aktarıyorum), cümleyi toparlamış: “Bizimle alay eden, eğlenen ya da bizi sarakaya alan kimselere öfkeleniriz, çünkü böyle bir davranış küstâhlıktır”. 2300 yaşındaki bu cümleyi doğrulayalım doğrulamayalım, 7 Ocak 2015 günü yaşanan kabul edilmez kıyımın açıklamasını içinde taşıyor. Alttan alta haklılık payı mı arıyorum saldırının arkasında, son tasam olurdu bu: Durumu ve sorunu görmeye, anlamaya ve tartmaya çalışıyorum. Kişisel düşüncem bellidir: Mizahın en karasına konu edilemeyecek hiçbir değer olmamalıdır. Ve her birey işe kendini hedef tahtasına koyarak, orada kabulünü sınayarak koyulmayı öğrenme köprüsünden geçmelidir — bir içterbiye hattı. 

Gülmeye sınır tanımamaktan dem vuruyorum. Buna karşılık, sınır koyanların gerekçe ve önerilerini nesnel biçimde ele alarak tartmak da işimiz olmalı. Skinner, gülmenin denetlenmesini salık verenlerin arasında seçkinlere özgü davranma biçimlerini yüceltenlerin bulunduğuna dikkat çeker: Yüksek sesle, taşkın üslûpla, şirazesinden çıkmış kahkahalarla gülmeyi yakışıksız bulan soylu sınıf temsilcileri, çıkarılan sesleri de, yüzün büründüğü ifadeleri de çirkin ve uygunsuz saymışlardır. Yerine gülümseme önerilir: İngilizlerin sub-laugh, Frenklerin sous rire deyişiyle karşıladıkları bu tavır bir bakıma bıyıkaltı gülüş ile eşdeğerlidir. Gelgelelim, burada da züppece, büyüklenici, dolayısıyla kibirli davranışın ta kendisini görenlerin sayısı azımsanamaz. Mona Lisa’nın dudaklarındaki belli belirsiz gülümseme tipik örneği: Kimine göre mahçup, kimine göre sinsi ya da muzip, insanoğlunun hiçbir konuda görüş birliğine varamadığı kesin. 

Sırıtmadan kahkaha zincirine bir yelpazeye yataklık ediyor gülmek fiili. Çok mürekkep akıtılmış konu, ne tuhaftır kan da. Arkasında hem neşenin, yaşam coşkusunun, hem en sert derecelere yükselebilen bir muhalefet biçiminin, bir eleştirel perspektifin hikâyesi bekliyor.