Sudan’da Evlad Fazlullah soy ve sülalesi, mülkü yani toprağı uhdesinde bulunduran otorite sahipleri olarak algılanıyor. Çekişmeler hâkim tabaka ve halk arasında değil de Evlad Fazlullah içinde ve bu düzenden beslenen ‘dikka’ mensupları içinde oluyor, halka yansımıyor.
Antalya’da karşılaştığım bir yörük eskisi, “Ağanın evine tok gelinmez” demiş ve viski istemiş, sonra da 1950’lerde nasıl “yerleştirildiklerini” anlatmıştı. Son yılların üzerimize yüklediği ağırlıkla bölgemizde ve dünyada ortaya çıkan problemleri daha çok etnik bazda veyahut
da petrol gibi yeraltı kaynaklarının paylaşımı çerçevesinde anlama eğilimindeyiz. Halbuki toprak
ve su gibi yerüstü kaynakları, Afrika’da göçebe çobanlıkla yürütülen hayvancılık bazıları için yaşam kaynağı olduğu gibi çatışmaların da nedenlerinden biridir.
Geçenlerde UNDP tarafından 2006’da yayınlanmış olan bir broşür kitap, Batı Sudan’ın batısındaki Darfur krizini birbiri ardına gelen kuraklıklar sonucu tarımla uğraşan yerleşikler ve hayvancılıkla uğraşan göçebeler arasında sınırlı su ve toprak kaynaklarına ulaşma çabası ile ilişkilendirmektedir. Yeni çıkan (2015) çok yazarlı bir kitap da, Temmuz 2011’de Güney Sudan’ın ayrılmasından önceki durumu ele almakta ve su kaynaklarının oluşturduğu problemlere işaret etmektedir. İlginç olan her iki eserde de başkent Hartum’un batısın- da bulunan Kababiş’lerden hiç söz edilmemesidir. Kababişler 1980’lerde Sudan’da bulunduğum sırada “devlet içinde devlet “olarak tanımlanıyorlardı.
Talal Asad’ın Kababişler hakkındaki eserinin (1970) ana temasını çok küçük bir grup olan şeyh soyunun nasıl olup da kendilerine tanınan ayrıcalık ve hâkimiyeti elde tutup devam ettirdikleri sorusu oluşturmakta ve yazar özgür ve vakur bir görünüm sergileyen Kababiş bireylerinin içinde bulundukları siyasi eşitsizliğe neden razı olduklarını anlamaya çalışmaktadır.
Genellikle Osmanlıların ve Mısır’ın Sudan üzerinde etkili olduğu “Turkiyya” denilen (1822-1881) dönemde kabile beyleri güçlendirilmiş ve kendilerine kabile toprağı üzerinde tasarruf hakkı verilmişti. Beraber Yönetme (Condominium) adı verilen İngiliz hâkimiyeti döneminde (1899-1935) ise kabilelerin daha ufak gruplar halinde varolmaları ve dolayısıyla beylerin ellerinde güç toplamaması öngörülmüştü. Kababişler 19. yüzyılın sonuna doğru Sudan’da başgösteren Mehdi isyanına karşı bir tutum almışlar ve böylelikle diğer kabilelerin tersine İngiliz döneminde güçlenmişlerdi. Bu süreç içinde Kababişler kan bağına bağlı sosyo-ekonomik ve politik altbirimler olarak gelişmemiş, halk hane bazında merkeze bağlı hale gelmişti. Böylece Şeyh Ali et-Tom ve ailesi dağınık yaşayan farklı Kababiş gruplarını birleştirmiş ve kendileri hâkim bir soy haline gelmişlerdir.
Yazar, hâkim sülalenin bu hâkimiyeti zorla kabul ettirmediğini söylemekte, bu sülaleye (Evlad Fazlullah) mensup olmayan Kababiş halkının, şeyhlerinin kendilerine sağladıkları ayakta durma gücü, su, toprak gibi yaşam kaynakları dolayısıyla ve kendilerini pazar yerleri başta olmak üzere himayelerine alarak dış dünyada temsil ettikleri için memnun olduklarını aktarmaktadır. Ancak bütün bunun ötesinde Evlad Fazlullah soy ve sülalesinin mülkü yani toprağı uhdesinde bulunduran otorite sahipleri (ehl es-sulta) olarak algılandıklarını ve “şeyh bizden daha iyi bilir” düşüncesiyle kendilerine danışılmasını beklemediklerini görmekteyiz. Şeyh bu otoriteyi şeceresi dolayısıyla sağladığı gibi, yargı gücünü de adil davranışlarıyla elinde tutuyordu. Bu çerçevede de Evlad Fazlullah sülalesi ve soyu dış dünyada kurdukları bağlarla özerk bir bölge haline gelmişlerdi.
Genelde diğer Sudan kabileleri obadan başlayarak obalar birliği ve daha yüksek meclislerle kendi aralarında danışma mekanizmaları ile tabandan tavana, tavandan tabana bir nevi basamak sistemi ile fikir beyan ederek kendileri hakkında verilen kararları tasvip veya tenkit ediyorlardı. Kababişler ise “ehl es-sulta” olarak gördükleri şeyhin kendilerine danışmasını beklemeden, şeyhin basamaklı danışma sistemini kullanmamasını onun hakkı olarak görüyorlardı. Gerekli basamaklara da şeyh sülalesi mensuplarının yerleştirilmiş olmasını, şeyhin “dikka” adı verilen yürüyen sarayından gönderilen adamların kendilerine emirler getirmesini doğal buluyorlardı. Çekişmeler hâkim tabaka ve halk arasında değil de Evlad Fazlullah içinde ve bu düzenden beslenen dikka mensupları içinde oluyor, halka yansımıyordu. Kısacası şeyhler ağalıklarının icabını yapıyor, ağanın evine tok gelmeyeni boş göndermiyordu.