Eskişehir gerçekten de çok eski bir şehir. Anadolu’nun uygarlık çizelgesinde ciddi bir yeri var. Hattiler’den Hititler’den, Roma, Bizans, Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemlerinden bugüne uzanan yolculukta, yakın dönem içinde geçirdiği olağanüstü doku yenilenmesi ve mimarî açıdan tazelenmiş biçimiyle sıradışı bir şehircilik dersi veriyor Eskişehir.
Dumlupınar İlkokulu’nda okuduğum dönemde, sınıfa elimle getirip astığım Avrasya haritasında Eskişehir’in adının yazmıyor oluşu çocuk halimle beni üzerdi. Zamanla kazıyıp öğrendikçe, tarihin içine sokuldukça şehrimin uzun, derin geçmişine ilişkin edindiğim bilgiler övünme gerekçelerimin başına geçecekti: Eskişehir gerçekten de çok eski bir şehirdi, Anadolu’nun uygarlık çizelgesinde ciddi bir yeri olmuştu.
Yıllar önce, uluslararası bir etkinliğe katılmak üzere yurtdışındaydım. Konuşmamı dinleyenler arasında ünlü Hititolog Emilia Masson da vardı; bana nereli olduğumu sordu, “Eskişehirli” yanıtını alınca da gece verilen yemekte yanımdakini yerinden kaldırdı, bir-iki saat boyunca Hattileri, Hititleri anlattıktan sonra “Yazar olmanız gerekirdi zaten” dedi, “siz Yazılıkaya’nın bir çocuğusunuz, bunu hiç unutmayın”. Ekrem Akurgal’ın kitaplarından bir kültür uygarlığı beşiği olarak Anadolu’ya ilişkin genel bilgiler edinmiştim gerçi ama, Masson’la sohbetim dönüşte dahasına uzanma gereksinmesi doğurdu içimde: Hem kütüphane raflarına yöneldim hem yollara düştüm ikidebir; gün geldi düşlerimde kendimi Dorylaion sokaklarında yürürken gördüğüm oldu.
Bizim büyük yanılgılarımızdan biri, 11. yüzyıl öncesi Anadolu yarımadasının uzun tarihi ve kültürel mirası konusundaki kayıtsızlığımızdan kaynaklanıyor. Bu tavrın somut bir göstergesi, Eskişehir hakkında yapılmış en kapsamlı araştırma olan, Suzan Albek’in (1927-2010) Dorylaion’dan Eskişehir’e (1991) başlıklı kitabını gömmüş, unutagelmiş olmamızda aranabilir. Suzan Albek değerli çalışmasında Eskişehir’in Roma ve Bizans döneminde taşıdığı önemi ayrıntılı bir biçimde aktarır, iki yüzyıl süren Pax Romana çağında yürütülen önemli yapılaşmalara dikkat çeker. Gerçekten de özellikle imparator Hadrianus, Anadolu yarımadasını da baştan uca donatmıştı.
Bir sonraki aşamada, Bizans çağının da Eskişehir ve yöresine can alıcı katkıları olmuştu; sözgelimi Sivrihisar “Justianapolis” olarak vaftiz edilmişti. Cumhuriyet dönemi kazılarında Gordium, Midas, Nakoleia kazılarında ortaya çıkarılan pek çok kıymetli eser bugün İstanbul Arkeoloji ya da Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor.
Eskişehir, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden başlayarak bir kavşak niteliği taşımayı sürdürmüştü. Beylikler döneminde, Osmanlıların kuruluşunda aynı konumu koruduğu görülüyor. Kültür panoramamızda Şeyh Edebâli’den Yunus Emre’ye ve Nasreddin Hoca’ya, yarı gerçek yarı rivayet belli bir yeri olmasına karşın, Eskişehir’in uzun süre büyük bir merkeze dönüşemediği biliniyor.
Görece yakın tarihlere, 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, imparatorluğun tipik yerleşme yeri özelliklerine kavuştuğu anlaşılıyor. Doğduğum, büyüdüğüm yıllarda, Tatar mahallesindekiler ya da Gümülcine göçmenleri sayılmazsa, Eskişehirli önemli bir etnik çeşitlilik göstermezdi. Sonraları rastladığım kaynaklardan kentin 19. yüzyıl sonuna ait bilgileri bana düpedüz kozmopolit bir bünye taşıdığını gösterdi: 1895’te şehrin nüfusu 19 bindi ve aralarında 1147 Rum, 715 Ermeni, 30 Latin ve belli sayıda Musevî vardı. 1. Dünya Savaşı bu tabloyu kökünden değiştirmiştir. Amerikalı misyonerlerin, Fransız ve Alman papazların yönetimdeki okullar da yok olmuştur. Savaşın Eskişehir’i derin yaraladığı, düşmanın her yeri yangına teslim ettiği sır sayılmaz. Halide Edip Adıvar, içeriden birebir tanık olarak yaşananları Türkün Ateşle İmtihanı’nda bütün canlılığıyla aktarmıştır. Yaraların sarılması, gazi kentin yavaş yavaş ayağa kalkması kolay olmayacaktı.
19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başı gözle görülür bir ikonografik artış olmuş Eskişehir ve çevresi konusunda; bunların yabana atılamayacak bir bölümünü yabancılara ve azınlıklara borçluyuz. Osmanlı İmparatorluğu, çöküşünün hazırlandığı süreçte, başkent Dersaadet’ten başlayarak egzotizm tutkunu oryantalistlerin mıknatısına kapıldıkları büyülü diyara dönüşmüş, seyyahlar ellerinde fotoğraf makinaları, Anadolu yarımadasına sokulmakta gecikmemişler, ilk arkeologlar ilk kürekleri toprağa vurmaya koyulmuşlardı. Eskişehir’in de bu ilgiden bir ölçüde nasibini aldığı söylenebilir.
Nasıl bir şehir, fotoğraflar ve kartpostallarda gördüğümüz? Kent dokusunu ortadan, neredeyse karnıyarık düzende ikiye bölen suyun, yıllar boyu taşkın üslûbuyla çevresindekileri tehdit eden yüksek karakterli Porsuk’un ana damarı oluşturduğu, bütün eksenlerin ona koşut ya da dikey belirlendiği anlaşılıyor. Şüphesiz en önemli odaklardan birine tren garı yerleşmiş. Genel görünümlerde, panoramik fotoğraflarda mimari özellikler pek göze batmıyor; buna karşılık İstasyon Caddesini, Arifiye Sokağını, Çarşı Caddesini, Köprübaşı şeridini büyüteç altına alan görüntülerde tipik Orta Anadolu evlerinin özgün örnekleri öne çıkıyor. Odunpazarı mahallesindekiler başlı başına görkemli bir görünüm arz ediyor. Azınlıkların mahallelerinde de estetik düzey yüksek.
Kurtuluş Savaşı birçok Anadolu kentine “gazi”, “kahraman”, “şanlı” sıfatlarının eklenmesine yol açmıştır, Eskişehir’in onlardan aşağı kalır tarafı yoktu oysa: Şehrin düşman ordusu tarafından yanıp yıkılan bünyesinden elimize albüm fotoğrafları kalmıştır; insan kayıplarını, göçe maruz kalanları, hayatlarına neredeyse sıfırdan başlayanları saymıyorum.
Kurtuluş savaşının merkezî noktalarından birindeydi Eskişehir. Şehirden Mustafa Kemal, İsmet İnönü kaygılar ve gerginlikler içinde geçmiştir; Halide Edip Adıvar’ın kitabının başlığını şehirle özdeşleştirebiliriz. Savaş bittiğinde, küllerinden yeniden doğan anka kuşu gibi Eskişehir de yaralarını dindirmeye, kendisini bir kez daha yeniden inşaya yöneldi. Mübadele yeni konuklar taşıdı Porsuk’un etrafına. Usul usul sanayi adımları atıldı, fabrikalar yapılmaya başlandı. Eskişehir sivil yaşamını canlandıradursun, sonraları “kuvvet”e dönüşecek “Hava üssü” ekonominin gelişmesine enikonu katkıda bulundu.
“Cemiyet hayatı”nın da harekete geçtiği, Turhan Baraz’ın çalışması Başlangıçtan Günümüze Eskişehir Basını 1908-1986’dan seçtiğm kısa ama anlamlı gazete duyuruları gösteriyor: Gece hayatı, sergiler, Ferit Alnar ve 85 kişilik filarmoni orkestrasının ya da İlhan Usmanbaş’ın Britten’dan uyarladığı “Bir Opera Yapalım” gösterisi, Muhsin Ertuğrul ve kadrosunun tiyatro şölenleri Eskişehir’de yaşananların birkaç örneğidir. Asrî Sinema, Yeni Sinema, Kılıçoğulları sineması; Porsuk kıyısının gazinoları, bahçeleri yaşam alanını genişletecekti. Bazı aileler yatırımları ve girişimleriyle şehrin gelişmesine katkıda bulundular: Kanatlılar, Zeytinoğulları bunların başında gelir; Mümtaz Zeytinoğlu hem Tahsin Yücel’in, hem Adalet Ağaoğlu’nun yapıtlarında önemi vurgulanmış seçkin bir kişiydi.
101 Eskişehir (2002) adlı kitabıyla kente bağlılığını kanıtlayan değerli araştırmacı Ahmet Atuk, haklı bir nostaljik tınıyla “bir başkaydı çocukluğumun Eskişehir’i” der ya, ben de benzeri duygular içinde dönüyorum her seferinde, doğduğum yere. Gelgelelim, bir başka duygu ağır basıyor son yıllarda içimde; bunu son çeyrek yüzyılda üst üste koyulmuş atılım hareketlerine bağlıyorum:
Yerel yönetimin, yerinden yönetimin bir yerleşim yerinin bünyesini nasıl yoğurabileceğinin en somut örneklerinden birini getiriyor önümüze Eskişehir deneyi. Neyin sonucu olarak görebiliriz bu durumu? Bana öyle geliyor ki, özellikle genç nüfusa aşılanmış bir yaşama kültürü zenginliğinin zaferidir sözkonusu olan. Bugün, yakın dönem içinde geçirdiği olağanüstü doku yenilenmesi ve mimarî açıdan tazelenmiş biçimiyle sıradışı bir şehircilik dersi veriyor Eskişehir; doğal olarak hemşerilerinin yaşantı düzeyine yansıyan bir evrimden söz ediyoruz. Tabloda, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin kuruluşundan bu yana parmak ısırtıcı yükselişinin payı yadsınamaz. Belediyelerin sanata, kültüre yüklü katkılarının da. Eskişehir’i 21. yüzyılda yepyeni bir şehir çizgisine yerleştiren bu tırmanış dileyelim hiç kesintiye uğramasın.