ABD’de dine ya da ırka dayalı ayrımcılık, resmî olarak kınansa da bir seviyede sürmeli ki hiçbir zaman özür dilenmeyen, hatta bırakın özürü, ortamlarda müsebbibi olmakla övünülen başka bir temel ayrım yani sınıfsal ayrımcılık gözden kaçmaya, yoksayılmaya devam etsin. Tarihlerimiz 1886’yı gösterirken Chicago’da 80 bin işçi, pek kıymetli bir kardeşimiz olan Albert Parsons öncülüğünde sokağa iniyor. İşte tarihin ilk 1 Mayıs korteji bu. Sonrasında ise bombalar, cinayetler ve idamlar gelecek…
Binlerce yıllık insanlık tarihini düşünecek olursak, yeni kurulmuş, gıcır gıcır bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’nde dünya tarihi denildiğinde akla ilk gelen şey Roma Cumhuriyeti ve İmparatorluğu’nun tarihi. Zaten aklımda kaldığı kadarıyla onlardan önce İtalyanlar dahil hiç kimse koskoca dünya tarihini Roma Tarihi olarak değerlendirmeyi düşünmemiş.
Amerikalılar kendi kuruluşlarından öncesini bu şekilde hallettikten sonra da kendi tarihlerini -işte filmlerden dizilerden de biliyoruz- kendi belirledikleri temel dönüm noktaları üzerinden inşa etmişler. Nedir efendim, bağımsızlık savaşları, İçsavaş, Alamo vs. Tabii her ülke gibi tarihlerinin görmezden gelmeyi tercih ettikleri, yokmuş gibi davrandıkları, fazla üzerinde durmadıkları dönüm noktaları da var.
Çoğu ülkenin aksine Amerika’nın görmezden gelme tercihleri, ülkenin “kurucu babaları”nın ve onları takip edenlerin etnik ve dinî ayrımcılıkları değil. Bilakis Birleşik Devletler az da olsa, geç de olsa; gemilerle getirip köle olarak çalıştırdığı Afrika kökenlilerden; demiryollarında neredeyse kürek mahkumu olarak çalıştırdığı Çinlilerden; kömür madenlerinde ölümüne çalıştırdığı kıtlıktan kaçarak gelmiş İrlandalı Katoliklerden; 2. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarına kapattıkları Japonlardan resmî olarak özür dilemeye çekinmiyor. Tabii bunlar benim aklıma gelenler; gördüğünüz gibi arkadaşların özür dilemediği millet kalmamış.
Bu elbette günümüz Amerika’sında ırkçılık ve ayrımcılığın hâlâ varolduğu gerçeğini değiştirmiyor ama mesele de zaten biraz bununla ilgili: Dine ya da ırka dayalı ayrımcılık resmî olarak kınansa da bir seviyede sürmeli ki Birleşik Devletler’in hiçbir zaman özür dilemediği, bırakın özür dilemeyi ortamlarda müsebbibi olmakla göğsünü gere gere övündüğü başka bir temel ayrım yani sınıfsal ayrımcılık gözden kaçmaya, yoksayılmaya devam etsin. Hatta o kadar etsin ki, endüstriyel işçi sınıfının handiyse doğduğu topraklar diyebileceğimiz ülkede “Amerikan işçi sınıfı” dendiğinde sanki bir oksimorondan bahsediyormuşuz gibi kaşlar kalksın.
Pek öyle filmlere konu olmayan bir hadise, bugün dünyanın çoğu ülkesinde kazanılmış 8 saatlik çalışma hareketi mesela, esasen 18. yüzyıl sonunda Philadelphia’daki işçilerin daha kısa süre çalışmak için ayaklanmasıyla başlıyor. Üstelik kardeşlerimizin talebi henüz 8 bile değil, 10 saat. Düşünün artık günde kaç saat çalıştırdıklarını! Tabii en büyük kısmı kamu kaynaklarıyla, yani bizim paramızla kotarılan teknolojik gelişim, üretimi hayvan gibi artırdığı hâlde biz niye hâlâ günde 8, haftada 40 saat çalışıyoruz o da bambaşka bir konu.
Tarihlerimiz 1886’yı gösterirken Chicago’da işçiler daha önce verdikleri ültimatomu uyguluyor ve 1 Mayıs 1886 itibarıyla genel greve gidiyorlar. 80 bin işçi, pek kıymetli bir kardeşimiz olan Albert Parsons öncülüğünde, günümüzde şehrin en ünlü alışveriş caddesi olan Michigan Bulvarı’nda yürüyor. İşte tarihin ilk 1 Mayıs korteji bu.
1 Mayıs’ta başlayan grev dalgası sürüyor ama işçilere bu en temel insani hakkı vermemekte direten bazı fabrikatörler, parayla tuttukları Pinkerton ajanlarını (#tarih’in 16. sayısında bu tarihin ilk detektiflik acentasının ne denli şerefsiz olduğunu anlatmıştım) işçilerinin üzerine salıyor ve 3 Mayıs’ta çıkan çatışmalardan birinde dört işçi kardeşimiz kayıtlara göre polis, görgü şahitlerine göre Pinkerton ajanları tarafından vurularak hayatını kaybediyor. Bu katliamı protesto etmek için ertesi akşam yağmur altında biraraya gelen ve çoğunluğu Alman kökenli anarşistlerden oluşan bir grubun düzenlediği gösteride, polislerin ortasında ansızın bir bomba patlıyor ve polis de ateş açıyor. Sonrası kan, vahşet…
Henüz “politik doğruculuk”la tanışmamış ülkenin önde gelen gazeteleri işçileri suçlu ilan ederek “Tıpkı gayri-medeni Kızılderililer gibi bunları da öldürmeliyiz” gibi cümlelerle süslü yazılar yayımlıyor. Polis derhal birkaç gün önce 80 bin işçiyle yürüyen Albert Parsons ve 8 kişiyi “kendi düzenledikleri gösteride polise bomba atmakla” suçlayarak tutukluyor. 1.5 yıl süren yargılamanın ardından Parsons’la beraber işçi liderlerinden üçü de son sözlerini söylemelerine izin vermeden asılıyor. Düşünürseniz, o gün orada darağacında öldürdükleri sadece işçi sınıfının kıymetli insanları değil, aynı zamanda 8 saat hareketi.
İşte hem o ültimatomun hem de sonrasında bugün Chicago şehrinin tam da merkezinde yer aldığı hâlde hemen hiçbir turist rehberinde bulamayacağınız Samanpazarı Meydanı’nda yaşanan katliamda ölenlerin ve sonrasında asılan işçi liderlerinin anısına, Amerikan işçi sınıfı hareketi 1 Mayıs’ı işçi bayramı olarak kutlamaya başlıyor. Üstelik 2. Enternasyonal’de bunu uluslararası bir bayram olarak öneriyorlar ve bu kabul ediliyor.
Peki Amerika bu durumda ne yapıyor? Sırf İşçi bayramı, sosyalistler ve anarşistlerle beraber anılmasın diye, Paris’te düzenlenen Sosyalist Enternasyonal toplantısından birkaç yıl sonra bayramın “her yıl Eylül ayının ilk pazartesisi” kutlanacak şekilde kabul edilmesini sağlıyor.
Bu vesile ile ister bilgisayar, ister makine başında; madende, fabrikada, plazada ya da ev içinde çalışan tüm işçi kardeşlerimin bayramlarını cân-ı gönülden kutlarım.