Hasan Âli Yücel, cumhuriyet rejiminin kararlı savucularından biriydi. Atatürk’ün eğitim alanında bizzat seçtiği önemli bürokratlardan olmasına rağmen, imparatorluktan cumhuriyete geçişte her yönüyle eskiye bağlı biliminsanlarını ve edebiyatçıları koruyup, kollamıştı.
Kültür dünyamızın cumhuriyet tarihindeki zirve isimlerinden biri kabul edilen Hasan Âli Yücel, bundan 57 yıl önce 26 Şubat 1961’de beklenmedik bir şekilde yaşamını yitirdi. Ölümünden bu yana hakkında onlarca kitap, makale yazılan; çalıştaylar, anma günleri düzenlenen bu devlet ve kültür insanı için Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın 60. yılı nedeniyle açılan sergide dağıtılmak üzere Hasan Âli Yücel 1897 – 1961 başlıklı bir albüm çıkarılmıştı. (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Haz.: Ruken Kızıler – Nedret İşli, İstanbul, Kasım 2016, [114 sayfa]).
Bu büyük hümanizma savunucusu kültür insanı için yapılanlar yanında, Hasan Âli Yücel’in daha yazılmamış, araştırılmamış pek çok insani özelliği, eseri vardır. Bu kültür insanının, Canan [Yücel] ve Muammer Eronat varisleri tarafından Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’ne hediye edilen kütüphanesi, “Hasan Âli Yücel Özel Koleksiyonu” başlıklı özel bir mekanda ve bölümde hizmete sunulmuştur.
Ünlü biyografi üstadı İbnülemin Mahmud Kemal İnal, ömrü boyunca kendisini koruyan cumhuriyetin kültürlü, bilgili, çalışkan ve devrimci bürokratı, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel için Son Asır Türk Şairleri isimli eserinde yazdığı hayat hikâyesinde, “edib, nazik, kıymetli, meziyyetli gençlerdendir” diyerek sözlerini bitirir. İşte o “meziyetli genç” Hasan Âli ise İbnülemin ile ilk tanışmasını şöyle nakleder:
“Beyazıt ve civarında eski ve acaip kıyafetli bir zat görürdüm. Başında geniş bir fes, sırtında redingot, ayağında kaloş kundura; çok kere, kendisine benzer ve biraz önünden yürür biriyle beraber… Sorduğum zaman, Babıâli erkânından ve kudemâdan bir zat demişlerdi. O sıralar, pek öyle ilmi şöhreti yaygın değilmiş demek. Birinci Dünya Harbinin Yedek Subaylığından terhis edilip de Darülfünun’a geldiğimde bir gün kütüphaneye gitmiştim. Baktım o zat! Bir kitap mütalea ediyor ve önündeki deftere notlar alıp yazıyordu. Ben, kütüphane müdürünü bekliyordum. Bir başka iskemlede de başka biri oturmuştu ve durmadan burnunu karıştırıyordu. O acaip kıyafetli zat, arada başını kaldırıp hiddetli gözlerle bu zevksiz ameliyenin aralıksız icra olunduğu tarafa bakıyor ve ‘Tövbe, estağfurullah!’ deyip tekrar mütalesına dönüyordu. Nihayet sabrı tükenmiş olacak ki, o adama yüzünü çevirdi ve sert bir sesle:
– Zât-ı âliniz sivil misiniz, asker mi? Asker iseniz sunuf-ı selaseden hangisine mensup sunuz? Piyade mi, süvari mi, topçu mu? Herhalde topçu olacaksınız! Durmadan burnunuzdan gülle imal ediyorsunuz.
Biraz durdu ve sonra:
– Ayıptır, efendi, dedi, çek elini burnundan!…
Adam bir şey söylemeden, mahçup, kalktı ve gitti. Bu defa bana döndü:
– Adınız ne bakayım, siz kimlerdensiniz?
diye sorunca hemen hürmetle cevap verdim. İsmimi söylediğim zaman:
– Sizin, Telgraf ve Posta Nazırı Hasan Âli Efendi ile karabetiniz var mı?
Tasdik cevabım üzerine:
– Büyük babanız kamil bir zat idi. Telgraf Nazırı idi, ama curnalci değildi. Efendiliği, vezarete tercih etmiş, derviş-meşrep bir adamdı. Amcalarınızı da tanırım. İzzet Bey hazin şarkılar bestelemiş bir musikişinastı. Genç öldü (ve ezberden ölüm tarihini söyleyince hayretim büsbütün arttı).
Dahası da vardı. Babamı, işlerini, diğer amcalarımı birer birer saymaya, memuriyetlerini, azillerini, nasıplarını döküp, sıralamaya başladı. Nihayet:
– Helal süt emmişsiniz. Din ü devlete hâdim olursunuz!
dedi ve benim teşekkür cevabımı bile beklemeden başını kitabının üstüne eğip tekrar okumaya koyuldu. Ne yapacağımı şaşırdım. Kalkayım mı, oturayım mı diye düşünürken:
– Niye boş duruyorsun, oğlum? Ya bir şey mütalea et, ya kalk işine git!.. demez mi? Bundan istifade ederek teşekkür ettim ve kalktım, dışarıya kendimi attım”.
Bu mizahi tanışma, ömür boyu sürecek bir sevgi, hürmet ve kadirbilirlik çerçevesi içinde sürecek birlikteliğin ilk basamağı oluyordu. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in 24 Mayıs 1957’de vefatına kadar aralıksız sürecek bu dostluk ve korumacılık, onun ölümünden sonra da hatırasını yaşatmak için yapılan çabalarla taçlanacaktır (Bkz: Hoş Sadâ, İstanbul, 1958, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).
Hasan Âli Yücel cumhuriyet rejiminin savunucularından, Atatürk’ün eğitim alanında bizzat seçtiği önemli bürokratlardan biri olmasının yanısıra, imparatorluktan cumhuriyete geçişte her yönüyle eskiye bağlı biliminsanlarını ve edebiyatçıları koruması kollamasıyla da bilinir. Yücel, İbnülemin, Ziya Şükun, İsmail Saib Sencer, Baki Baykara gibi kitap ve tasavvuf ehli kişilere kol-kanat germiştir. Gündüz üyesi olduğu Cumhuriyet Halk Partisi politikaları, kültür hareketleri konusunda âteşin nutuklar söyler, akşam eve geldiğinde Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevi’sini okuyup, şerhler yapan bir kişiliğe bürünürmüş.
3 Mart 1924 tarihinde çıkan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan sonra, 1926’da kurulan Maarif eminliklerinde müfettiş olan Hasan-Âli Yücel, bu yeni, yoğun eğitim hayatı döneminde Türk dili konusunda da çalışmalar yapar. 1928’deki Harf Devrimi sonrasında, yılın sonuna doğru Tevfik Fikret’in Tarihi Kadim – Doksan Beşe Doğru isimli şiirlerini Latin harfleriyle basılan ilk kitaplardan biri olarak yayımlar. Bir önsöz ve kendisine ait bir şiir ilavesiyle Nümune Matbaası’nda bastırdığı eser çok büyük bir ilgi görür. Bu kitaba yazdığı önsözde:
“Fikret, bütün hayatında, tahakküme, her türlü istipdada, dini, siyasî, dünyevî, uhrevî esaretlere isyan etmiş bir şairimizdir. Doksan Beşe Doğru ile Tarihi Kadim, yerdeki taçla gökteki tahtın mütecaviz tehakkümüne başkaldıran bir tuğyandır. Ona imansız diyenlerden çok daha mühim olan Fikreti gayz duyduğu velayetlerin yıkıldığı bu devirde hatırlamamak günah olur. Bu iki manzumeyi neşre saik olan, sadece yakın bir mazideki hâlimizi hatırlatmak ve bu vesiyle içinde bulunduğumuz devrin en bahtiyar imkânlarla dolu olduğunu bir kere daha düşündürmektir.
Bunlara bir de kendi manzumelerimden birini ilaveye cür’et ettim. Çünkü o da aynı tehassüsle yazılmıştı; şu farkla ki, ben aziz şairin idrak edemediği halâs gününü görmek saadetine erebilmiştim” diyecektir.
Tevfik Fikret’in fırtınalar koparmış iki şiirini dil devriminin günlerinde ilk kez Latin harfleri ile bastıran Hasan-Âli Yücel eserin sonuna ilave ettiği Yeni Hayat isimli dokuz kıtalık şiirinin bazı kıtalarında şöyle demektedir:
“Duymadan düşünmek yok dinimizde
Biz kalp adamıyız, gönül eriyiz.
İnsanız, insanlık esastır bizde;
Ne ciniz, ne melek, ne periyiz.
Keşkülle asayı çölde bıraktık
Külahı, hırkayı çiviye taktık
Gönülde marifet kandili yaktık
Bu ince işlerin hünerveriyiz
Okuyup okutmak işimiz bizim,
Haram lokma kesmez dişimiz bizim,
Her yerde bulunmaz eşimiz bizim,
Biz yeni hayatın erenleriyiz!”
Eğitim ve öğretim alanında yaptığı katkılar, büyük devlet adamlığı dışında yazdığı şiirler, edebiyat alanında yaptığı incelemeler ile yetinmeyip kurdurduğu “Klasik ve Modern Tercüme Eserler (1940 -1946)” serisi ile yaptırdığı çeviri kitaplar Hasan Âli klasikleri olarak anılagelmiştir. Çok partili hayata geçildikten sonra devam ettirilmeyen bu çeviri faaliyetinin kesintiye uğraması Hasan Âli Yücel’i gönülden üzmüştür. Hayatının son yıllarında tamamlamak istediği bu çeviri hareketini yeniden canlandırmak adına 1956’da Türkiye İş Bankası ve onun kültür sevdalısı genel müdürü Ahmet Dallı’nın desteğiyle Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın kurulmasını sağlamıştır. Yaşamının son yıllarında yeniden bir kültür – yayın politikası geliştiren bu insana kurucusu olduğu yayınevi her zaman vefa ile yaklaşmakta, onun bıraktığı kültür mirası özenle korunmaktadır. 2006’dan bu yana “Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi” adıyla dünya edebiyatının seçkin örnekleri yeniden çevrilerek yayımlanmaktadır.
HASAN ÂLİ YÜCEL’İN ARDINDAN
Demokrasimizin en büyük kurbanı
Yazar Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir Yokmuş- PORTRELER adlı kitabında bundan 57 yıl önce, 26 Şubat 1961’de ölen Hasan Âli Yücel hakkında unutulmaz bir yazı kaleme almıştı.
İnsan nasıl ölür, bilir misiniz?.. Ansızın bir sendeleyişle, bir kalp duruşuyla değil. Annesinin ölümüyle, babasının ölümüyle, dostlarının, sevdiklerinin, kafa ve gönül arkadaşlarının ölümleriyle her gün birer parça, birer parça, birer parça…
Benim bir Ahmet Haşim’im vardı: Güzeli beraber tadar, çirkinden beraber iğrenir, beraber güler, beraber kızar, beraber acırdık. Sevincim onun da sevinciydi, öfkesi benim de öfkem!
Benim bir Mithat Cemal’im vardı: Yalnız vücutlarımızla iki ayrı insandık. Bütün bir yaz, Anadolu Klübü’nün bahçesinde, neşemiz tek kahkaha olurdu. Şimdi yıllardır onsuzum. Mithat Cemal’siz bahçede dost gözlerle baktıklarım kimlerdir bilir misiniz?… İhtiyar ağaçlar!
Sanırdım ki bu ikisinin ölümü kadar acı dost ölümü olamaz. Olurmuş! İşte Hasan Âli Yücel’in ölümü…
O, benim mektep arkadaşımdı. Vefa İdadisinde beraberdik. Zeki, çalışkan, hırslı bir öğrenciydi. Sonra, Birinci Dünya Savaşı’nda birbirimizi kaybettik. Yalnız bir gece, eski Gaziantep mebusu rahmetli İshak Rafet’in zengin akraba konağındaki sofrasında konuşarak, gülüşerek, dertleşerek ve türküler, destanlar, nefesler okuyarak geçirdiğimiz bir gece, hala yıldız yıldız gönlümdedir. Asıl dostluğumuz bu üç dört saatlik kadeh arkadaşlığından sonra başlamıştır.
Kafası kadar gönlü de zengin insandı. Okurdu ve yazardı. Düşünürdü ve duyardı. Doğuyu da tatmıştı, Batı’yı da… Çağının ünlü bir güzeline yazdığı:
Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?..
Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz,
Ölsem de senin uğruna canım heder olmaz,
Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?..
Dalgın ve ilahi, eriten bir bakışın var,
Bir anda bütün ruhumu birden yakışın var,
Karşımda periler gibi nazan akışın var,
Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?..
şarkısı onundur. Bu iki dörtlük bile, Yücel’in nasıl bir kalb adamı olduğunu anlatmaya yetmez mi?
Bir memleket gezisinde, Atatürk onu da yanına almıştı. Yeni insanlar vardı bu yolculukta. Atatürk, onları çeşitli konularda konuşarak deniyor, tartıyordu. Bir akşam, sofrasındakilere sormuştu:
– Sıfır nedir?
Yücel’in cevabı şu oldu:
– Sizin huzurunuzda ben!
Bu imtihan gezisinde, Hasan Âli, sıfır almayan tek yolcudur sanırım.
Efsane Bakan’ın efsane fotoğrafı
Hayat dergisinin ilk günlerinde, efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel. Ozan Sağdıç, bu tarihi kareyi şöyle aktarmıştı: “… Daha sonra yazıişleri salonuna geldi, herkesle selâmlaştı, kendisine sunulan bir iskemleye oturdu. İlkokul kitaplarımızda Atatürk ve İnönü’nün fotoğraflarından sonra onun fotoğrafı olurdu. Sonradan tiryakisi olduğumuz M.E.B. klasiklerinde de görürdük onu. Siması belleğimize iyice yerleşmiş. Hazır bulmuşken bir fotoğrafını çekeyim dedim. Bizden birisiyle konuşuyordu. “Beni yok sayın, doğal halinizle bir fotoğrafınızı çekmek istiyorum” dedim. Filmimin elverdiği ölçüde birkaç kare çektim…”.
Yücel’in politika hayatı, Milli Eğitim Bakanlığiyle başarılar içinde geçmiştir. Karanlık topraklarımızın ilk fecri Köy Enstitüleri, Köy Okulları, Kız San’at Enstitüleri, bir kitaplık dolusu klasikler tercümesi, opera, İnönü Ansiklopedisi… Bırakınız tümünü, bir tanesi bir insanı bahtiyar etmeye yetmez mi?
Ona komünist dediler. Neden mi?.. Bu aydınlar çorağında kaybedecek tek insanımız olmadığını bildiği ve her değerin üstüne titrediği için!
Ne oldu?… Onun kaybetmek istemediği değerlerin hepsini başka milletler kazandılar: Şimdi, kimi Fransız Üniversitelerinde profesör, kimi Amerika’da!…
O yabancı ve bayındır ülkelerde Milli Eğitim Bakanları hep vatan haini midirler?
Bana sorarsanız demokrasimizin en büyük kurbanı Hasan Âli Yücel’dir. Geriliğe verdiğimiz bütün kurbanlar ondan sonra gelir.
Hiç unutmam, sayın Avni Başman’a D.P. nin ilk Maarif Vekili olduğu günlerde sormuştum:
– En başarılı Milli Eğitim Bakanımız kimdir?
Düşünmeden cevap vermişti:
– Yücel!
İşte bu Yücel’i, bir gün, kendi partisi, kendi gazetesinin, Ulus’un sayfalarından bile koğdu!
O kırılmış kalbin, ansızın duruşuna değil, bu kadar dayanışına şaşmalıyız.
(Bir Varmış Bir Yokmuş- PORTRELER; Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba Yayınevi, 1963)