Atatürk devrimlerinden biri sayılması gereken müzikteki değişimlerimize İnönü’nün katkılarının her biri, şükranla anılacak girişimler, gayretler ve desteklerdir. Ankara- Cebeci’de ilk konservatuvarın kurulmasından itibaren hemen hemen tüm konserleri eksiksiz izlemesi, birçok siyasetçiye, üst düzey bürokrata örnek olmuş; opera ve konser salonları gibi mekânların yapımının önünü açmış; “Harika Çocuklar” yasasının çıkarılmasını sağlayarak İdil Biret, Suna Kan gibi yetenekleri desteklemişti.
Rahmetli İsmet İnönü 1973’ün son günlerinde, 25 Aralık’ta vefat etmişti. O nedenle İnönü Vakfı her yıl onunla ilgili bir dizi etkinlikler düzenler. Kendi evi olan Pembe Köşk’te İnönü ile ilintili tematik sergiler, konferanslar, paneller ile anısı yaşatılmaya çalışılır. İnönü’nün biricik kızı ve vakfın mütevellisi olan Sayın Özden Toker’in fedakârane gayreti ve gözetimi altında gerçekleştirilen bu etkinlikler birçok Ankaralının ilgiyle izlediği bir olaydır. Özellikle öğrenci grupları için yakın tarihimiz hakkında öğretici olması bakımından göze çarpmaktadır. Bu arada müziğe olan yakın ilgisi dolayısıyla başta CSO olmak üzere İnönü adına bir de konser düzenlenir.
Sayın İnönü’yü 1960-73 arası bir dönemde 13 yıl boyunca oldukça yakından izleme şansına erişmiş bir gazeteciyim. Onunla yakın düşmüşlüğümüzü, dostlarıma biraz esprili ve gizemli bir biçimde söylerdim. “İsmet Paşa ile her Cuma buluşuyoruz. Genellikle hemen onun arkasında saf tutarım” derdim. “Nasıl yani” diye soranlara “Devlet Konser Salonu’nda İsmet İnönü ile Mevhibe Hanım’ın yerleri en ön sırada, sağ blokun en başındaki iki koltuk; benim tercih ettiğim değişmez yerim ise, hemen ikinci sırada ikisinin arasına denk gelen koltuktur” diye açıklardım durumu. Orkestra idaresi çektiğim fotoğraflardan yararlandığı için ricam üzerine bana o koltuğu ayırırdı. Orayı tercih edişimin nedeni de konsere eşlik eden solistlere en yakın ve onları en iyi gören bir pozisyonda olmasıydı.
★ ★ ★
1960’lı yılların sonlarına doğruydu. TBMM Başkanı Sabit Osman Avcı’yı makamında ziyaret etmiştik. Kendisine bir ara “Sayın Başkanım, sizi son zamanlarda CSO’nun konser salonunda pek sık görür olduk” demiştim. “Aman kardeşim” diye söze başladı, bana konserlerle ilgili macerasını tatlı tatlı anlattı. “Bakanlığım sırasında bir meselenin halli için mutlaka İsmet Paşa ile özel görüşmem, onun fikirlerini almam gerekiyordu. Ama bir türlü onu derdimi anlatacağım rahat bir yerde kıstıramıyordum. Bana bir arkadaşım ‘Cuma akşamı konser salonuna git. Onu orada rahatça görebilirsin, bir punduna getirip randevu da alabilirsin’ 1950’li yıllardan beri gazetecilik dedi. Ben de o arkadaşı dinleyip ilk cuma konser salonuna gittim. Konser sırasında ne kadar sıkıldığımı anlatamam. Sağa sola bakındım. Tavandaki ışık sistemine, duvarlardaki ışık kutularına bakındım, sahnenin üzenindeki ampulleri defalarca saydım, üzerimdeki sıkıntıyı bir türlü atamadım. Mecburen ertesi hafta bir kez daha gittim. Herhalde bunların yaptığı işte bir keramet vardır diye düşünmeye başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk seferdeki kadar da sıkılmadım. İsmet Paşa ile arada birkaç lâf da edebilmiştik. Az buçuk alışkanlık mı oldu nedir, çalınan eserlerdeki ezgiler kulağıma hoş gelmeye başladı. Eh işte, üç hafta üst üste gidişim orkestra idaresinin dikkatini çekmiş. Beni meraklı biri sanmışlar herhalde. Dördüncü hafta onların protokol memuru bizim özel kalem müdürünü aramış ‘Sayın bakanımız bu hafta da teşrif edeceklerse yer ayıralım mı’demiş. ‘Olur’ dedik, böyle böyle konser tiryakisi olup çıktık. Şimdi bütün haftanın yorgunluğunu, stresini cuma akşamları CSO konserlerinde atıp rahatlıyorum. O kadar da hoşuma gidiyor ki tahmin edemezsin. Meğer alışmak için önce bir çalışmak lâzımmış”.
★ ★ ★
Sabit Osman Avcı, klâsik müzik dinlemeyi nasıl önce yadsımış, daha sonra gayret göstererek zevk veren bir alışkanlık haline getirmişse, bizzat İsmet İnönü’nün kendi hayatında da böyle bir deneyim süreci yaşanmıştır. 19. yüzyılın başlarında, Osmanlı devletinin en uzak bir köşesi olan Yemen’de isyanlar başgöstermişti. İsmet İnönü kolağası rütbesiyle Yemen’e yapan ve atanmış, binbaşılık rütbesine orada yükseltilmişti. O sıralarda San’a kentine döşenecek tren hattının ön çalışmalarını yapan Fransız şirketi savaş ortamı yüzünden işi bırakıp ülkeyi terketmişti. Şirketin mühendislerine ait bir sandık eskiciler aracılığıyla Türk subaylarının eline geçmiş. Bu sandığın içinde bir gramofon ve alafranga türden plâklar varmış. Subaylarımız boş zamanlarda o plâklardan sonatlar, serenatlar, opera aryaları gibi müzikler dinlemekteymişler. Başlangıçta yadırgadıkları için alay ettikleri bile oluyormuş. Ama alternatif olmadığı için dinleye dinleye alışanlar olmuş. İlk anlar gibi görünen Saffet Arıkan, inatla anlamaya çalışan ise İsmet İnönü olmuş. İnönü kendi anılarında “Benim hayatıma Batı musikisinin terbiyesi böylece Yemen’de girmiştir” demektedir.
Yemen dönüşünde İnönü’nün arkadaşı Kazım Karabekir ile bir aylık Avrupa yolculuğu vardır. Berlin Büyükelçiliği ataşemiliteri Hasan Cemil Çambel onları bir opera temsiline götürmüş. Plâklardan kulak dolgunluğuna sahip oldukları aryaları canlı olarak dinleyecekleri için çok sevinmişler. Talihsizlik ise saatlerce süren Wagner operalarından birisine rastlamaları olmuş. İnönü bu anısını mizahi bir dille “adam şarkısını söyleye söyleye kapıdan odanın ortasına gelinceye kadar yarım saat geçiyordu” şeklinde bir yorumla anlatıyor. Sözünü “Canımızı dışarıya zor attık” diye bitiriyor. Onun demek istediği şuydu: “İnatla dinlemezseniz sevemezsiniz. Bir kere sevince de bırakamazsınız”. O bu tür müziği sevmişti. Dahası müziği insanı insan yapan başlıca değerlerden biri, önemli bir uygarlık aşaması saymış, toplum için bir talim ve terbiye aracı olarak görmüştü.
1916’da Mevhibe Hanım ile evlendikten 21 gün sonra Diyarbakır’a sefer emri çıkarılmış. Yola çıkmadan önce yaptığı tek şey, bir iki haftalık eşine armağan olarak bir piyano almak ve bir Rum madamı öğretmen olarak tutmak olmuş. Nitekim bir kız çocuğu dünyaya geldiğinde, ikinci bir tecrübe yaşanmış. İnönü cumhurbaşkanı iken, Özden Hanım’a çocuk yaşlarda Devlet Konservatuvarı’nın değerli öğretmeni Ferhunde Erkin’in ders vermesi sağlanmış. Özden Hanım bu konuda özel yeteneğinin olmadığını ve bu derslerden çok sıkıldığını samimiyetle itiraf etmektedir. Bu denemeler belki aileden bir müzisyen çıkarmamıştır ama, tüm bir aile ve çevresinin güçlü bir müziksever olmasını sağlamıştır.
İnönü’nün ısrarcı kişiliğinin, onu bizzat bir enstrüman çalma denemesine kadar götürdüğü biliniyor. İnönü’nün çello çalma girişimi ilk başvekillik dönemini sonlandırdığı 1937 yılına, onun 50’li yaşlarına rastlar. Unutulmamalıdır ki İnönü İngilizceyi de 53 yaşında öğrenmeye başlamış ve diplomasi jargonundaki ince nüansları bile dillendirecek bir olgunluğa erişebilmiştir. Kendisine iyi bir viyolonsel alınır. İlk hocası Edip Sezer’dir. O sıralarda Nazi rejiminden uzaklaşıp Türkiye’ye sığınan birçok müzisyen bulunmaktadır. Bunlardan biri dünyaca ünlü Alman Yahudisi çellist Davit Zirkin’dir. Hem Riyaset-i cumhur Orkestrası’nda baş çellist, hem da konservatuvarda hocadır. İnönü bir yıl kadar da ondan ders almıştır. Erdal İnönü’nün ifadesine göre, babası bir eser icra edebilecek kıvama gelmemiştir. Zaten kendisinin de “Tam öğrenemiyeceğimi ben de biliyordum, ancak bir enstrümanda sesler nasıl oluşuyor, bunu anlamak ve müziği daha çok duyumsamak için bu işe teşebbüs ettim” gibisinden bir savunması var.
Her şey bir yana, İnönü’nün Atatürk devrimlerinden biri sayılması gereken müzikteki değişimlerimize katkılarının her biri, şükranla anılacak girişimler, gayretler ve desteklerdir.
Örneğin Cebeci’deki ilk konservatuvarın kurulması, o tarihî binada mevcut mütevazı gösteri salonundaki bütün konserlerin ve başka sanatsal etkinliklerin İnönü tarafından Cumhurbaşkanlığı sürecinde ve sonrasında hemen hemen eksiksiz izlenmesi ve birçok siyasetçiye, üst düzey bürokrata örnek olması… Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e “Bu çocuklar mezun olduklarında sanatlarını nerede icra edecekler” diye sorarak, daha sonra yapılacak tiyatro, opera ve konser salonları gibi mekânların yapımının önünü açması… Üç-dört yaşındaki İdil Biret’in yetenek ve becerisine, Suna Kan adındaki bir diğer çocuğun keman çalışındaki maharetine tanık olur olmaz “Harika Çocuklar” yasasının çıkarılmasını sağlaması… Tatbikat Sahnesi ile hayata geçen Devlet Tiyatroları, 1941’de başarılı bir Madam Butterfly temsiliyle başlayan opera hep onun zamanının eserleridir.
★ ★ ★
Ben ortaokulda iftihara geçen bir öğrenciydim. Bütün kanaat notların 9-10 seviyesindeydi. Bir tek müzik öğretmenim bana düşük not veriyordu. Müziği çok sevdiğim halde nasıl oluyordu bu iş? Demek ki yaratılıştan ağzımla kulağım arasında bir uyumsuzluk vardı. Dinlediğimi aynı tonlarda tekrar edemiyormuşum. Bu kusur beni mutsuz kılacağına, üzerine gitme yolunu yeğledim. Lise çağımda ve hemen sonrasında İstanbul’da ciddi bir konser takipçisi oldum çıktım.
1960’ta CSO’nun en genç üyesiyle evlenip Ankara’ya yerleştiğimde böyle bir ön hazırlığım vardı. Fotoğrafçı yanım ise konserlerdeki şef ve solistlerin fotoğraflarını çekmeye itiyordu beni. Çok sonraları “En büyük Dinleyici: İsmet İnönü” başlıklı bir sergi açtığımda, sunu yazısını yazan Filiz Ali yazısına şu satırlarla başlayacaktı: “Tutkuyla müzisyenlerin fotoğrafını çeken iki fotoğraf sanatçısı tanıyorum. Biri Life dergisine çektiği fotoğraflarla ün yapan Alfred Eisenstaedt, öteki de ünlü fotoğraf sanatçısı Ozan Sağdıç”.
Konser fotoğrafçılığının bazı püf noktaları vardır. Fotoğraf makinası göstererek solistlerin dikkatini dağıtmamak, onları kızdırmamak, şaşırtmamak önemlidir. Flaş patlatmamak, klik sesi çıkaran makine kullanmamak esastır. Bunlar bende zaten mevcut. Bir de başlangıçta dediğim gibi, Sayın İnönü çiftini siper gibi kullandığım için hiçbir solist beni görüp rahatsız olmazdı.
Ankaralı olur olmaz yaptığım ilk iş o zamanlar Ayten Sokak’ta oturan İnönü’nün evinde özel portrelerini çekmek olmuştu. Siyasal ortamda zaten onu yakından izliyorduk. Başbakanlık merdivenlerinin gediklisi gazetecilerden biri konumundaydım. Bunlar, içinde ilginç anekdotlar içeren apayrı öyküler… Konser salonlarında her hafta bir araya gelmek ise, çok daha başka ve daha sıcak bir temas vesilesi olmuştu. Yıllar sonra İnönü Vakfı’nın etkinliklerinden birinde Sayın Özden Toker beni İstanbul’dan gelen konuşmacıya tanıtmaya çalışırken “Babamın…” deyip bir an duraksamıştı. Sözü nasıl bağlayacağını beklerken “…konser arkadaşı” demişti, gülüşmüştük.
Aslında benim Ankara’ya atandığım günlerde başkentte devletin özel bir konser salonu yoktu. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Cuma akşamları Opera binasında bir konser, Cumartesi günleri de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Farabi Salonunda ya benzer ya da farklı bir programla parasız öğrenci konseri vermekteydi. İdaresi, opera binasının bodrumundaki bir iki odadan ibaret, bir sığıntı halinde yer almaktaydı. Orkestranın kesinlikle bağımsız bir binada bir konser salonuna ihtiyacı vardı.
Aslı Mızıka-i Hümayun’a dayanan tarihî orkestra, Riyaset-i Cumhur Orkestrası olarak anılır olmuştu. 1953’te Türk Filarmoni Derneğinin kurulmasıyla orkestraya da Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası adı uygun görüldü. Nihayet 1957’de çıkarılan özel yasa ile adı CSO olarak tescillenmiş oldu. Bu yasa gereğince idari müdür, orkestra üyeleri tarafından kendi aralarındaki bir seçimle işbaşına getirilmekteydi. 1960’ta müdürlük makamında flütist Mükerrem Berk bulunmaktaydı. Ankara’nın ilk sergievi Mimar Bonatz tarafından Opera binasına dönüştürülmüştü. Talatpaşa Bulvarı üzerindeki ikinci sergievi ise amaç dışında kullanılıyordu. Bodrum katına yeni kurulan Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın “bilgisayarları” yerleştirilmişti. Ana salona ise Güreş Federasyonu minderler sermişti, güreşçiler orada antrenman yapıyorlardı. Mükerrem Berk genç mimar mühendis Ertuğrul Özakdemir’in tesadüfen görüp önerdiği işte bu binaya göz dikmişti.
Milli Birlik Hükümeti zamanıydı. Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay’ın olurunu almak gerekiyordu. Mükerrem Berk o işi kolayca halletti. Karar onaylandı, ancak Milli Birlikçilerin bir şartı vardı. Eğer 29 Ekim’de orada bir konser verilebilirse binanın tümü CSO’nun olacaktı. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Ahmet Tahtakılıç, Bayındırlık Bakanı Mukbil Gökdoğan ve Güzel Sanatlar Müdürü Halil Dikmen’in destekleri de sağlanmıştı. Önlerinde sadece 30 gün ve 38 bin liralık bir ödenek vardı. Başdöndürücü bir hızla faaliyete geçildi. Bazı orkestra üyeleri bile marangozlara, boyacılara yardıma koştular. Koltuk yoktu, onların yerine tahta iskemleler dizildi. Ve 29 Ekim’de vaadedilen konser geçici bir açılış ile o salonda verildi.
1961’de İnönü koalisyon hükümetinin başkanı olunca Mükerrem Bey hemen kapısına dayandı. İsmet Paşa onu karşısında görür görmez “Benden para istemeye geldiysen para yok” dedi. Mükerrem Berk “Para istemeye gelmedim efendim, salon istemeye geldim” diye karşılık verdi. Böyle bir talep için akan sular dururdu. Orkestranın 36 bin lira olan genel gider bütçesi hemen 1 milyon liraya çıkarıldı. Yüksek Mühendis Ertuğrul Özakdemir’in gözetiminde tadilat projesi yürütülmeye başlandı. Sonunda ortaya az masrafla oldukça fonksiyonel 740 kişilik bir salon çıkarılmıştı.
Açılışın baş konuğu elbette Başbakan İsmet İnönü idi.
İnönü, randevularına dakikası dakikasına sadık kalmaya azami dikkati gösterirdi. Konser saatine beş dakika kala muhakkak ana kapıda görünürdü. Orkestra müdürü onu kapıda karşılar, oturacağı yere kadar eşlik ederdi. O sırada üç-beş dakikalık bir konuşma geçerdi ikisi arasında. İnönü dinleti salonuna girer girmez coşkulu bir alkış başlardı. Konser dinleyicileri bunu ihmal edilemez bir ritüel haline getirmişlerdi adeta.
Birçok kere ilginç diyaloglara tanık olmuştum. Başlangıçta bir protokol odası yoktu fuayede. Gerektiğinde doktor odası o işi görürdü. Dünya çapında ünlü sanatçılarla buluşma olurdu. Artur Rubinstein, Wilhelm Kempff gibi 1800’lü yıllardan kalma kimi sanatçılar tarih bilirlerdi ve daha önce Türkiye ile ilişkileri olduğu için İnönü’ye büyük saygı gösterirlerdi. İnönü de onlarla uzun uzun sohbet ederdi, çünkü ortaklaşa pek çok konuları vardı. Pierre Fournier, Paul Tortelier, Andre Navarra gibi çellistlerin kulağına İnönü’nün viyolonselle ilgisi zaten fısıldanmış olurdu. Onlar da bu özel başbakan profiline ilgi duyarlardı.
İnönü konseri dinlerken bir taraftan da program dergisini sonuna kadar okumayı sürdürürdü. Bir konserin solisti İsrailli bir çellistti. İnönü’nün yanında Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin oturuyordu. Mükerrem Bey arada gelmiş, onlara sanatçı hakkında bilgi vermeye çalışıyordu. İsmet Paşa elindeki program kitapçığını göstererek “Atıyorsun Mükerrem, burada hiç öyle şeyler yazmıyor” demişti.
Mükerrem Bey’in müdürlükten ayrılmasından sonra da gelen müdürler de aynı geleneği sürdürdüler. İnönü yanına gelen müdürle orkestranın durumu, çalınan eserler ve sanatçılar üzerine konuşurdu. O konuşmalardan bazı çalgıcıları konservatuvar öğrenciliğinden beri izlediği anlaşılıyordu. Örneğin çellist Erol Küyel’in solist olarak sahneye çıktığı bir konser arasında başkemancı ve müdür olan Ulvi Yücelen’e “Çocuk çaldıkça açılıyor maşallah” demişti.
Gördüklerimizin yanında duyduklarımız da oluyordu. İsmet İnönü’nün ağır işittiği malûm. İnönü için kulak hizasında sesi yansıtan ve büyüten aygıtlarla takviye edilmiş bir koltuk yapılmıştı. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde bu koltuğu depoya kaldırmışlar. 1960 sonrasında tıpkı Meclis’te kullandığı ses yükselticisinin bir benzeri ona Opera’da da sunulurdu. Küçük bir ekmek kızartma makinasına benzeyen bu beyaz cihaz, orkestra çukurunu çevreleyen kırmızı maroken bant üzerine yerleştirilir, İnönü’nün kulaklığı ile irtibatlandırılırdı. Opera’da ayrıca dahili bir ses sistemi vardı. İnönü sahneye baktığı sürece hiçbir sorun yoktu. Ama bir şey söylemek üzere yan koltukta oturan Mevhibe Hanım’a doğru dönerse iki ses sistemi arasında akrostiş denilen fiziksel bir olay oluşuyor, merkezî sistemden çok keskin bir “tiiii” sesi yayılıyordu.
“Maça Kızı” operasının bir sahnesinde bir Azeri tenor (sanırım Lütfiyar İmanof olacak) yerde ölü rolünde yatmaktaydı. Bizim üç operacımız, Necdet Aydın, Şinasi Özel ve Cemil Sökmen cesedin başındaydılar. Çok dramatik bir sahne; seyircinin nefesi kesilmiş. Tam o anda İsmet Paşa’nın Mevhibe Hanım’a doğru döneceği tutar. Çok keskin bir düdük sesi salonun bütün boşluğunda çınlamaya başlar. Yerde yatan ölü arkadaşta bir tedirginlik! Salondan duyulmayacak ancak yakınında bulunan arkadaşlarının duyacağı bir sesle soruyor: “Ne oliyy?” Cemil Sökmen şakacı, şen bir arkadaş. Azeri tenorun sorusuna karşılık olarak “İsmet Paşa kısa dalgadan neşriyat yapıyor” diye yanıt vermesiyle diğer iki sanatçının vidaları gevşeyiveriyor. Eserin en dramatik sahnesinde kahkahalarını koyverip rezil olmamak için kendilerini kulise dar atıyorlar. Yaylı sazlar ağıtsı bir hava çaladursun…
★ ★ ★
Tarih 22 Kasım 1963. Devlet Konser Salonu’ndayız. O gece bir Opera Sahnesinde de bir eserin gala temsili olduğu için İnönü oraya davetliydi, operaya gitmişti. Onun boş kalan yerinde Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin oturuyordu. Konser sırasında bir adam içeriye girdi. Dinleyicilerin önünden eğile eğile ön sıraya doğru yöneldi. Bakanın yanına kadar ulaştı, kulağına bir şeyler fısıldadı. Bakan hemen yerinden kalkıp salondan fuayeye çıkmıştı. Bir gazeteci içgüdüsüyle önemli bir şey olduğunu sezinledim, ben de onu izledim. Orada Bakan’a Kennedy’ye yapılan suikastın haberi veriliyordu. Feridun Cemal, Opera’daki İsmet İnönü’ye bu haberi yetiştirme telaşı içindeydi. İki bina arasındaki mesafe uzak sayılmazdı. Hemen caddeye fırlayıp koşmaya başladım. Bakanın makam aracı trafiğin gerektirdiği yolları dönüp dolaşana kadar ben de Opera binasına ulaşmıştım. Feridun Cemal Bey’in İsmet İnönü’ye aktarmasının da tanığı olmuştum. Herhalde Türkiye’de olayı ilk duyanlardan biri de bendim.
İnönü, vaktiyle salonunda pek çok konserler dinlemiş olduğu Cebeci’deki Devlet Konservatuvarını da hiç aklından çıkarmamıştı. Öğrencilerin sezon sonu konseri, mezuniyet gösterileri, anma günü gibi davetlerini geri çevirmez, mutlaka katılırdı. Oradaki çocuklar sanki onun kendi evlatları gibiydi. Özellikle mezuniyet yılına ulaşmış olanlarla ayrıca ilgilenirdi. Öğretmenler bir sorunları varsa dert döker, kimi anıları paylaşırlardı.
Suikastten 3 saat sonra konser salonundaydı
Tarih 21 Şubat 1964. İnönü Başbakanlık’tan çıkarken arabasına bineceği anda Mesut Suna adlı bir şahıs öldürme kastıyla kendisine yakın mesafeden üç el ateş eder. Neyse ki isabet kaydedemez. Bu olay süratle her yana yayılır. Bütün bir ulus heyecan içinde. Belki de heyecanlanmayan tek kişi bizzat İnönü’nün kendisidir. O akşam konser akşamı idi; ben de alışıldığı üzere konser salonunda idim. Herkes günün olayını konuşuyordu. Heyecan ve infial duyguları son haddindeydi. Üç saat kadar önceki bu lânetlenesi olay nedeniyle İsmet Paşa konsere gelemezdi herhalde. A! O da ne? Başbakan önüne eşini katmış, dinleyici sıraları arasından süzülerek öne doğru ilerlemeye çalışıyor. Bu konser salonu sayısız alkışlara tanıklık etmişti. Birçok sanatçı alkışlanıyordu, İnönü’yü alkışlamak zaten olağan bir hâldi. Ama o gün kopan alkış hem süre bakımından hem de desibelle ölçülecek olursa, şiddet bakımından evvelce yaşanmamıştı. Daha sonra da yaşanacağı yoktu. Bu seller gibi boşanan alkış tufanı sevgiyi, saygıyı, bir suikastten kurtulmuşluğun sevincini aşan farklı bir coşkuydu sanki.