Tarihçiler Abdurrahman Şeref ve Abdurrahman Ahmed Refik (Altınay), Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî’ye Dair başlıklı 16 sayfalık risalede A. Şeref, “Hal” olayını, A. Refik de eski padişahın ölümünü ve cenazesini yayımlamıştı. Yazarların tanıklığı, Beylerbeyi Sarayı’ndan alınıp Topkapı Sarayı’ndaki tekfin ve techizden sonra büyük babası Sultan II. Mahmud’un türbesine gömülüşüne kadarki safahatı anlatmıştır.
36 Osmanlı padişahından 30 yıl ve daha fazla tahtta kalan yedisi Orhan Bey, Fatih, II. Bâyezid, Kanunî, IV. Mehmed, II. Mahmud, II. Abdülhamid’dir. Bunlardan, ömrü 75-81 yıl arasında gösterilen Orhan Bey ayrık tutulursa en uzun yaşayan (76 yıl) II. Abdülhamid (1842-1918); 70’i gören diğerleri de Orhan, Kanunî, V. Mehmed Reşad’dır.
II. Abdülhamid (saltanatı: 1876-1909), Meclis-i Umumî kararı ile tahttan indirilen tek padişahtır da. 27 Nisan 1909 da hal’ edilince aynı günün gecesinde ailesinden dört kadınefendisi, küçük şehzadeleri Abdurrahim ve Abid Efendiler, kızları Şâdiye, Ayşe ve Refiâ Sultanefendiler, kalfa cariyeler, bendegân denen yakın adamları harem ağalarından bir gurup ve bir zaptiye (güvenlik) müfrezesi eşliğinde Selanik’e gönderilmiş, Alatini Köşkü’ne kapatılmıştı. Balkan Harbi öncesinde Yunan kuvvetlerince tutsak edilebileceği olasılığı nedeniyle Almanya Elçiliği’nin Lorelei yatıyla İstanbul’a getirilmesi ise 1 Kasım 1912’dedir.
Eski padişahın, Boğaziçi’nde Anadolu yakasındaki yazlık Beylerbeyi Sarayı’nın kuzey köşesinde, ailesiyle birlikte dairemsi küçük bir bölümde ikamet etmesi ve orada ölmesi, o zaman manidar görülmüş. İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin, yaşlı ve rahatsız Abdülhamid’in, ısıtma tesisatı bulunmayan burada uzun zaman yaşamayacağını düşündükleri veya İstanbul işgal edilirse buradan trenle Anadolu’ya götürülebileceği konuşulmuş. Oysa iki eşi ve birkaç hizmetlisiyle bu saraya kapatılan eski padişah, Kadınefendisi Müşfika’nın ihtimamı, doktorunun tedavisi sayesinde daha altı yıl bu sarayda yaşayarak 10 Şubat 1918’de burada vefat etti.
Abdülhamid’in cenazesinin Beylerbeyi Sarayı’ndan alınıp Topkapı Sarayı’ndaki tekfin ve techizden sonra büyük babası Sultan II. Mahmud’un türbesine gömülüşüne kadarki safahatı dönemin tarihçilerinden Ahmed Refik (Altınay) gözlemleyerek 15 Şubat 1918’de yazmış, bu yazı ve Abdurrahman Şeref Bey’in kaleme aldığı ”Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî: Suret-i hal’i”, başlıklı diğer yazı, izleyen günlerde Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî’ye Dair başlığıyla 16 sayfalık bir risalede yayımlanmıştır. Bu iki yazıdan, Ahmet Refik’in yazdığı “Sultan Abdülhamid-i Sânî’nin Naaşı Önünde” yanda ve izleyen sayfalarda kısaltılmadan verilmiştir.
Tarihler, padişah cenazelerini, “namazı kılındı ve falan türbeye gömüldü” sığlığında verirler. Bir padişah cenazesini, II. Abdülhamid’inki kadar ayrıntılı anlatan belki ikinci bir örnek, Selânikî Mustafa Efendi’nin kalemindendir: Zigetvar’da ölen Kanunî Süleyman’ın naaşının, Veziriazam Sokollu Mehmed Paşanın, otağ-ı hümayunda tahnit ettirilip İstanbul’a gönderildiği, iç organlarının çadırda gömüldüğü ayrıntılarıyla, Selânikî Tarihi’ndedir.
Şu da belirtilmeli ki Ahmed Refik’in bu gözlemi yapabilmesi II. Meşrutiyet’in getirdiği kalem özgürlüğünün bir sonucuydu kuşkusuz. Abdülhamid padişah ve halife olarak ölseydi ne bu tarihçi ne başka biri, o yarı kutsal cenazeyi anatomik bir bakışla gözlemleyip notlar alamazdı.
Abdülhamid’in saltanat tarihi ve yaşamı, tahttan indirildikten sonraki dokuz yılı pek çok yazı ve kitaba konu olmuşsa da büyükbabası II. Mahmud’un türbesine gömülmedeno da önceki padişahlar gibi Hırka-ı Saadet dairesinin Bağdat ve Revan Köşklerine bakan revaklı sofasındaki çeşme önünde yıkanıp kefenlenmişti. O tarihte revaklı sofa camlarla kapalı merdiven başında kapısı vardı.
TARİH VESİKALARI
SULTAN ABDÜLHAMID-I SÂNÎYE DAİR
‘Allah! Allah! nidalarıyla tabut türbeden içeri girdi’
Saat dokuz. Hırka-i saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Ecnebiler bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar hürmetle istikbal ediliyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Veliahd-ı saltanat, şehzadeler büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu.
Hakan-ı sabık irtihal etmiş diye havadis ilk defa gazetelerden öğrenildi.
Boğaz güneşin parlak ziyaları altında gülüyordu. Beylerbeyi Sarayı uzaktan mavilikler içinde görünüyordu. Otuz dört sene müddet Osmanlı tahtını işgal eden Sultan Abdülhamid-i Sânî birkaç saat sonra güzel İstanbul’un toprakları altına gömülecekti. Sultan Abdülhamid’in cenazesi Beylerbeyi Sarayından Topkapı Sarayına getirilecekti. Orada yıkanacak ve saat dokuzda Sultan Mahmud Türbesine gömülecekti. Topkapı Sarayına gittim. Orta Kapı önünde, başında kalpak, elinde tüfek tek bir nöbetçi bekliyor. Bâbüssaade önündeki akağalar, kemâl-i nezaketle gelenleri karşılıyordu. Kubbealtı harap ve metruk, ihtişamlı devirlerin hatıratıyla meşhun, asırların vekayiine acı acı gülüyor gibiydi. Güneşin ziyası servilerden süzülüyor, çimenler üzerine dökülüyordu. Bir iki hademe ellerinde tırmıklar Şubatın feyizli güneşi altında yeşeren çimenler üzerinden sararmış yaprakları topluyorlardı.
Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphanesinin önünden geçtim. Siyah esvaplı bir hademe Lâle Bahçesi tarafından hızla koştu. Cenaze geliyordu. Sarayburnu’na doğru ilerledim. Ufak bir kafile parkın kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyordu. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış sarı bacasından dumanlar yükseliyordu. Bu manzara pek hazindi. Marmara, sahiller, tepeler güneş içinde idi. Uzakta Hamidiye Camiinin nârin ve beyaz binası Yıldız’ın ağaçlık caddesi, sarayın çıplak ağaçlar arasından görünen müselsel damları mebhut ve sâkindi. Siyah, bütün siyahlar giyinmiş bir kafilenin başları üzerinde beyaz bir çarşaf, koyu bir şal, yeni bir sedye görülüyordu. Sultan Abdülhamid, tahta bir sedye üzerinde, yatağının içinde bî-ruh yatmıştı. Kalın sarı çizgili yatak çarşafı sedyenin kenarlarına doğru sarkıyordu. Üzerine turuncu ve yeşil nakışlı kıymettar koyu bir şal örtülmüştü. Rüzgâr vurdukça şal kalkıyor, altında zayıf bir vücudun ufak bir başın kabartısı görülüyordu. Cenazenin önünde Beylerbeyi Sarayının muhafızı, yanlarında iki sıra asker, sedyenin etrafında Enderun-ı hümayun ağaları, saray erkânı ağır ağır yürüyorlardı. Sedye el üstünde taşınıyordu. Arkada Şehzade Selim Efendi, damat paşalar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Her tarafta müphem bir sükût! Hademeden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerine beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu Sultan Abdülhamid-i Sânî’nin fesi idi. Bütün simalar müteessirdi. Uzakta bir bahçıvan, elinde bir çapa, melûl nazarlarını dikmiş bakıyordu.
Etrafta, cesedi taşıyanların kumlar üzerinde ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Deniz sakin ve dalgasızdı. Sarayın önünde Bizans’ın ebedi yadigârı, yüksek sütunlar, güneşin ziyalarıyla parlıyordu.
Cenaze, Lâle Bahçesi önünden geçirildi. Hırka-i Saadet’in yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar Mecidiye Kasrında, cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı. İçeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi.
★ ★ ★
Ne münevver ne ulvî, ne ihtişamlı bir daireydi, burası! Osmanlı Hanedanının Hilafet namına inşa eylediği en bedii, en mutantan, en parlak bir mabetti. Duvarlar mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla müzeyyendi. Sultan Selim’in halefleri ruhlarını bu mukaddes mahalde tesliye ederler, ordularının zaferleri için burada dua ederler, Hırka-i Saadet önünde gözyaşları dökerlerdi. Duvarların rengârenk çinileri, kıymettar yazıları göz kamaştırıyordu.
Hacet penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda geniş yüzlü camlar Haliç’in görünmesine mâni oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde serviden altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde ufak bir teneşir görülüyordu. Sultan Abdülhamid üryan ve bî-ruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde müteessirâne durdum. Tabutun ilerisinde Enderun erkânı ellerini hürmetle kavuşturmuşlar hizmete muntazır bekliyorlardı. Karşıda Sultan İbrahim’in Sünnet Odası, asırların menâkıbini saklayan kapalı kapısı, mavi çinili duvarlarıyla tarihin bu safhasına karışmak istemiyor gibiydi. Teneşirin etrafında ikisi yeşil ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, dindarâne bir ihtiramla naaşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açık idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu. Fildişinden câmid bir cisim gibiydi. Boyu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu çehresine nispeten uzunca idi. Gözleri kapanmış çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının vaz’ında melâl ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alâmeti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarı fırlamıştı. En zayıf yerleri göğsü idi. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında parmaklarının üzerinde siyah kıllar görülüyordu. Kolları bî-tâbane iki tarafa düşmüş, ayaklarının parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı. Sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görülüyordu. Heyet-i umumiyesi sevimli idi. Beyaz bir vücut, yıkandıkça güzelleşen bir naaş, yeni bir teneşir üzerinde yıkayanların ellerine tâbi uzanmış yatıyordu. Naaşın karşısında ellerinde gümüş buhurdanlar ağalar duruyordu. Herkes huzu’ içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-i Saadet Dairesi tarihi bir gün yaşıyordu. O gün, vekayiyle dolu uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Naaşa sıcak sular döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlardan çıkan safra ve amber kokularına karışıyordu. Etrafta hâşi’ane bir sükûn hüküm sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasırlar üzerinde ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayak ucunda direğin yanında damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri naaşa matuf müteessirâne ağlıyorlardı.
Dışarıda tabiatın bütün güzellikleri his ediliyordu: Haliç’in suları umulmaz bir Şubat güneşinin revnakları altında parlıyordu. Şimşirlik ağaçları çıplak, baharın feyzine munzardı. Yıkanma el’an bitmemişti. Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde kapanmış gözleri, ağarmış saçları, çıplak vücudu ile bî-tâbane yatışı kalplerde melal ve intibah hisleri peyda ediyordu. Bazen başı birdenbire kayıyor yanlarına doğru düşen kollarıyla masum, biçare bir insan vaziyeti alıyor, ak ve perişan sakalıyla boynu garibâne bükülüyordu. Sultan Abdülhamid-i Sânî’nin bu pek tabii akıbeti hiç bir istibdadın hiç bir zulmün hiç bir kuvvetin payidar olamayacağına kati bir delildi.
Nihayet naaşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı. Tabut yere indirildi, teneşir tabutun yanına getirildi, içine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in naaşı hürmetle tabuta indirildi.
Sultan Abdülhamid son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti. Hatta vasiyet etmişti: Göğsüne ahidnâme duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destimali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi. Sultan Abdülhamid’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidnâme duası, yüzünde siyah bir Kâbe örtüsü, aksakalı, ebediyete doğru kapanmış gözleriyle üryan ve perişan Hırka-i Saadet Dairesinde yatışı cidden elimdi.
Sultan Abdülhamid bütün günahlarını tarihe bırakmış haşiâne bir vaziyette huzur-ı İlâhiye gidiyordu.
Kefen bağlandı, tabut kapandı, sedef kakmalı asırlar görmüş bir saatin ağır taninleri Hırka-i Saadet Dairesinin ulviyeti içinde aksetti. Tabutun teçhizine başlanmıştı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayakucuna laciverde yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üstüne Kâbe örtüleri, kıymettar taşlarla müzeyyen kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Naaş yıkanırken çıplak bir tabut, tahta bir teneşir, Hırka-i Saadet Dairesinin gözler kamaştıran renkleri ve yaldızlarıyla tezat teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdülhamid’in ipekler, şallar, sırmalar, kıymettar taşlarla müzeyyen tabutu, dairenin ihtişam ve ulviyetine de tevafuk etmişti.
Herkes çekildi. Yalnız müzeyyen sütunlar, mülevven duvarlar, parlak levhalar arasında, başı harem dairesine müteveccih bir tabut, solda Daire-i Aliyyenin penceresinden altınlar ve sırmalarla müzeyyen yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altın şebekeler, kıymettar ve tarihî levhalar, Kelâm-ı kadimler görülüyordu. Arzhâne önünden bir ayak sesi işitildi. Damat paşalardan muhterem bir zat müteessirâne adımlarla ilerledi. Hırka-i Saadet duvarının köşesinde melûl ve mahzun durdu, ellerini açtı, gözleri tabuta müteveccih kısa bir dua etti. Samimi bir hıçkırık müzeyyen kubbelerde akisler bıraktı.
★ ★ ★
Saat dokuz. Hırka-i saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Ecnebiler bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar hürmetle istikbal ediliyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Veliahd-ı saltanat, şehzadeler büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu. Hırka-i Saadet Dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün nazarlar kapıya çevrildi. Kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, kalpler müteheyyiç cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde mehib ve muhteşem dışarı çıktı. Erkân-ı devlet, zabitler Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda idiler: Bütün nazarlar tabuta dikilmişti. Tabut Hırka-i saadet kapısı önüne yüksek bir mevkie konuldu. Hamidiye Camiinin kürsü şeyhi, sırmalı yeşil esvabı, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak sordu: -Merhumu nasıl bilirsiniz?
Velveleli, hazin, müteessir birçok ses, serviler arasında aks etti: – İyi biliriz.
Kısa bir Fatiha bu merasime de nihayet verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphanesinin, Arz Odasının sağından ağır ağır geçti, Babüssaade önüne geldi. Cenaze namazı alelusul burada kılındı. Alay burada tertip edilecekti. Şehzadegân, ‘ayan, meb’usan, erkân-ı devlet, süfera, ümera, saray ağavatı hep buraya toplanmışlardı. Arada sırada teşrifat memurlarının sırmalı esvaplarıyla, ellerinde beyaz bir kâğıt: -‘Ayan, meb’usan, ricâl-i ilmiye , ümera!… diye çağırdıkları işitiliyordu. Nihayet alay tertip edildi. Servilerin önüne hademe-i şahane zâbitan ve efradı dizilmişlerdi. Piyade efradı silahlarını omuzlarına asmışlar kemal-i sükûnetle yürüyorlardı. Tabutun önünde dedeler, Şazeli Dergâhı dervişleri gidiyordu. Tabutu taşıyanlar Enderun-ı hümayun ağaları ve saray erkânıydı.
Tabut Bâbüssaade’den Ortakapı’ya kadar serviler arasından yavaş yavaş ilerledi. Ortakapı’dan vakar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir tehlil, ruha huşu’ ve tevekkül veren tatlı bir seda, Ortakapı’nın taş duvarlarına, bir zamanlar vüzeraya mahbes teşkil eden Kapıarası’na aksetti. Bu seda Sultan Selim-i Sâlis’in, hassas, necip ruhunun tercümanı idi. Enderun’dan akseden her nağme, Enderun’dan yükselen her terane, hassas padişahın pâk ve mübarek ruhunu yâd ettirmemek kabil miydi? Enderun-ı Hümayun ağaları salât okuyorlardı. Kubbealtı’nın harap duvarlarına akseden bu sesler, Osmanlı ruhunun hazin feryatlarıydı. Herkes tabutun arkasından hürmetle yürüyordu. Bu tarihî kapı ne padişah cenazelerinin çıktığını görmüş, etrafında ne acı gözyaşlarının döküldüğüne şahit olmuştu. Önde dedegânın fasıladar hazin nevaları işitiliyor, Şazelî Dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arap lahnı ile okudukları Kelime-i Tevhid, tekbirler ve naatlar arasında aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Bâbıhümayun arası Alman zâbitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Bir az ötede Bizans’ın İrini kilisesi, son devrin Askeri Müzesi önünde Mehterhane takımı, cesim kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tevkır ile tabutu selamlıyordu.
Cenaze Bâbıhümayun’dan çıktı. Sokaklar insandan görünmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesine kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler pencereler, damlar kadınla çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut acıklı ve müessir dualarla tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler müteessir oluyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla dolu idi. Bir hanım hıçkırıklarını zapt edemiyor, mendili gözlerinde başını duvara dayanmış ağlıyordu. Cenazeyi lâkaydâne seyredenler de vardı. Fakat hassas kalpler bu hazin merasime, bu müellim feryatlara, bu dinî ihtişama karşı gözlerinin yaşardığını hissediyordu. Otuz dört sene Hilafet makamını işgal eden padişahın son merasimi hürmetle ifa ediliyordu.
★ ★ ★
Son şahikayı andıran Allah! Allah! Nidalarıyla tabut türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid hürmet ve tekrim ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz dört senelik safhası hazin bir surette hitama erdi.’
Ahmed Refik(Büyük Ada 15 Şubat 1918)İstanbul, Hilal Matbaası, 1918, sf. 9-16
ağavat: ağalar, ahidnâme: ant belgesi, alel-usul: gelişigüzel, Arap lahnı: Arapça ezgi, ayân: senatör, bedii: benzersiz, bî-ruh: ölü, bî-tabâne: bitkin, câmid: donuk, daire-i aliye: yüce kurum, dedegân: dedeler, destimal: mendil, erkân-ı devlet: kamu yöneticileri, esvap: giysiler, fasıladar: aralıklı, hademe-i şahâne: saray görevlileri, hakan-ı sâbık: önceki padişah, hâşiane: alçakgönüllülük, heyet-i umumiye: hepsi, herkes, huzû: alçakgönüllülük, huşû ve tevekkül: kendinden geçme ve bağlanma, huzur-ı İlâhî: Tanrı katı, ihtiram: saygı, irtihal: ölüm, Kapı-arası: Saray hapishanesi, Kelâm-ı Kadîm: Kuran, kemâl-i nezaket: incelik, kemâl-i sükûnet: olgun suskunluk, kürsü şeyhleri: vaizler, lâkaydâne: ilgisiz, libas: giysi, mahbes: tutukevi, matuf: bağlama, mebhut: şaşkın, meb’usan: milletvekilleri, mehib: heybetli, melâl: üzüntü, melûl: üzgün, menakıb: tarih öyküsü, meşhûn: dopdolu, munzar: bekleyiş, mutantan: gösterişli, müellim: üzüntü verici, mülevven: boyalı, müselsel: art arda, müteessirâne: üzgünlük, müteheyyic: heyecanlı, müteveccih: yönelmiş, müzeyyen: süslü, naaş: ölü, naat: Hz. Peygambere övgü, necib: soylu, neva: nağme, revnak: parlak, pâyidar: kalıcı, ricâl-i ilmiye: din bilginleri, Selim-i Sâlis: III. Selim, Sultan Ahmed-i sâlis: III.Ahmed, süfera: elçiler şehzadegân: şehzadeler, tanin: çınlayış, , teçhiz tekfin: yıkayıp kefenleme, tehlil: Lâilahe illallah, terâne: ezgi, telsiye: avutma ulviyet: yücelik, tevafuk: uygunluk, terkîm, tevkir: ululama, ümera: komutanlar, vaz’ı : duruş, biçim, vekar ve ihtişam: ağırbaşlılık ve görkem, vekayi: olaylar, veliahd-ı saltanat: taht adayı, vüzera: vezirler, zâbitan: subaylar