‘İşte burada duruyorum,
başka türlü yapamam.
Tanrı yardımcım olsun’
1521’in Ocak ayında Martin Luther adlı bir Alman rahip, aforoz belgesini Wittenberg kentinde halkın gözü önünde yaktı. Bu meydan okuyuş Hıristiyan dünyasını bölecek; Protestan kiliselerinin doğmasına, Katolik Kilisesi’nin karşı-reform hareketine girişmesine yolaçacaktı. Avrupa modernizminin dönüm noktası.
Hıristiyanlık tarihi boyunca Roma’daki Papalık kurumuna ilk meydan okuyan Martin Luther (1483-1546) değildi. Kendisinden önce pek çok önemli din bilgini kiliseyi eleştirmiş; “sapkın” ilan edilen tarikatlar kurulmuş; hatta Çek din adamı Jan Hus’un adını taşıyan Hus Savaşları gibi yıllar süren çarpışmalar yaşanmıştı. Bu kilise muhaliflerinin hayatı, daima ateşe atılarak sona ermişti.
Peki Luther, üstelik afaroz edilişinden 25 yıl sonra yatağında ölmeyi nasıl başarmıştı? 15. yüzyılda Avrupalı entelektüeller arasında hümanizm hareketi yaygınlaşmasaydı; 1450’de matbaa icat edilmeseydi; ulusal dillere verilen önem, ulus devletlere duyulan ihtiyaç zorlamasaydı; Papalık yolsuzluk ve yozlaşmayla şöhretini kaybedip güven kaybına uğramasaydı; krallar Roma’daki Papa’nın gölgesinden kurtulmak istemeseydi ve Türkler kapıya dayanıp Avrupa’yı korkuya boğmasaydı; acaba Luther başarılı olabilir miydi?
Başlangıçta Martin Luther’in Papa’yla bir derdi yoktu; hatta muhafazakar bir rahip ve din bilgini sayılabilirdi. Ama 1510’da Roma’yı ziyareti sırasında Papalık sarayında gördüklerinden şaşkına dönmüştü. Kilise mensupları için zorunlu olan bekaret yeminine rağmen, onlarca gayrimeşru çocuğu olmayan Kardinal, hatta Papa bile kalmamıştı. Kilise, Avrupa’nın heryerinden gelen paraları olağanüstü bir şatafat için harcıyordu. Avrupa’da bütün entelektüeller Kilise’ye eleştirel bir gözle bakıyordu. Üstelik ulusal duygu ve önyargılar da uyanmaya başlamıştı: Diğer Almanların olduğu gibi, Luther’in gözünde de yoksul ve dürüst Almanları sömüren kurnaz İtalyanlar, Roma’da Papalık makamını işgal etmişti.
Hz. İsa’nın çile kavramı üzerine kurulmuş bu kilisenin ikiyüzlülüğü ve ahlaksızlığı, Martin Luther gibi muhafazakar bir rahibi isyan ettirmişti. Luther’deki öfkeyi tetikleyen hadise, Kilise’nin iyice abarttığı “endüljans” denilen suiistimal oldu. Endüljans, Roma Kilisesi’nin insanlara verdiği bağışlama belgeleriydi. Belgeler, günahlarını itiraf eden insanların pişmanlık göstererek affedildiğini belirtiyordu.
Katolik Kilisesi bugün de endüljans çıkarıyor, sonuncusu geçen yıl Covid-19 kurbanları ve onlara bakanlar için çıkarıldı. Ancak Luther dönemindeki uygulama farklıydı; bir Papalık endüljansını satın alan kişi, arafta geçireceği süreyi kısaltabileceğine inanıyordu. 15. yüzyılda, ölüler adına satın alınan endüljanslarla onların araftaki ruhlarına da yardım edilebileceği öne sürüldü.
Endüljanslar, Papalık gelirlerinin önemli bir kaynağıydı. Papa 10. Leo, 1515’te Roma’da inşa ettirmeyi planladığı San Pietro Kilisesi’nin yapımı için endüljansları bir finans kaynağı haline getirdi. Zina ve hırsızlık dahil her günahı bağışlayacak bir endüljans çıkardı! 2 yıl sonra 1517’de Papa, Mainz’in yeni başpiskoposu Abrecht’in makamına geçmesi üzerine doğan ağır harcamayı endüljans satışıyla karşılamasına izin verdi. Bu satış çok etkili biçimde duyuruldu; para ödeme karşılığında herkes, külfetli tövbe, bağışlanma ve pişmanlık süreçlerinden geçmeksizin selamete erişecekti!
Luther’in üniversitede dinbilim profesörü olarak çalıştığı Wittenberg yakınlarında Dominiken tarikatından rahip Johann Tetzel, endüljans komisyoncusu olarak tayin edilmişti. Saksonya’da Luther’in yaşadığı bölge, seçmen prens 3. Friedrich’in egemenliği altındaydı. Burada Tetzel’in bir gücü yoktu, çünkü Friedrich dinsel amaçlar için toplanacak bütün paranın kendisine ait kutsal kalıntılar koleksiyonu için harcanmasını istiyordu. Ancak insanlar, hemen yakındaki Elbe Nehri’ni geçip Tetzel’in sattığı endüljansları alarak geri dönüyor; Luther bunları gördükçe büyük bir öfkeye kapılıyordu.
İşte Martin Luther’i ünlü “95 Tez”ini yazmaya yönelten buydu. Bu tezlerde esas olarak endüljans satın almanın Hıristiyanları gerçek tövbe ve pişmanlıktan uzaklaştıracağı söyleniyordu. Luther bağışlanma belgelerine sadece bir suiistimal olarak değil, dinin ta kendisini ilgilendiren bir büyük sorun olarak saldırdı. Tezlerde Luther’in sonradan geliştireceği, selameti sadece ve sadece inanca (sola fide) bağlayan ve özgür iradeyi inkâr eden, böylece Roma Kilisesi’nden kopan görüşleri henüz yoktu.
Luther 31 Ekim 1517’de bu tezleri, bir mektupla endüljans satarak gelirini artıran Mainz Piskopos Prensi Albrecht’e gönderdi. Aynı tarihte üniversite geleneğine uygun olarak, tezleri Wittenberg Kale Kilisesi’nin kapısına çiviledi. Latinceden Almancaya çevrilen tezler matbaa sayesinde basıldı; sadece Almanya’da değil, İngiltere, Fransa ve İtalya’da da büyük ilgiyle karşılandı.
Endüljans komisyoncusu Johann Tetzel’in tarikatı olan Dominikenler, fırtınanın geçmesini sessizce bekleyebilirdi ama tam tersine Luther’e karşı harekete geçtiler. Bu tarikattan ünlü bir polemikçi (ve Luther’in eski bir dostu) olan Johann Eck, kilise kürsüsünden Luther’e saldırdı. Luther kalemiyle kendini savundu ve tartışmaların tonu gittikçe yükseldi. Sonunda Roma Kilisesi de bir şeyler yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Önce Haziran 1520’de Luther’i aforoz etti ancak kararı uygulamaya koymadı. Kilise daima kendisine karşı çıkanların pişmanlık bildirip tövbe etmesini tercih ederdi; bunun onları “yakmaktan” daha iyi bir yöntem olduğuna inanmıştı.
Ancak Luther geri adım atmadı ve en etkili üç risalesini afaroz edildiği yıl kaleme aldı. Alman Ulusunun Hıristiyan Soyluluğuna Sesleniş, Kilisenin Babil Esareti ve Hıristiyan İnsanın Özgürlüğü adlı bu risaleler, yeni dinin özünü barındırıyordu: Almanlardan bir kurul oluşturarak Hıristiyanlıkta bir reform yapmalarını istiyor; Katolik Kilisesi’nin birçok kutsama ayinini ve rahiplerin aracı rolünü reddediyordu. Büyük bir polemikçi olan Luther gerektiğinde kabalaşabiliyor, acımasız bir mizaha başvurabiliyordu. Önce Almanya’da sonra Avrupa’da okuma-yazması olan herkes artık Luther’i tanıyor, yazıları elden ele dolaşıyordu. Kilise nihayet Ocak 1521’de, bundan tam 500 önce aforozu uygulamaya koyduğunda artık çok geç kalmıştı. Luther belgeyi ateşe atarak, Roma’yla köprüleri de attı.
O sıralarda dünyanın en büyük vârisi diyebileceğimiz 20’li yaşlarının başındaki bir genç, Kutsal Roma Germen İmparatoru seçildi. Biz onu Kanunî Sultan Süleyman’ın ünlü rakibi Şarlken olarak biliyoruz. Bu delikanlı, büyükanne ve büyükbabalarından bugünkü Flemenk, Avusturya, İspanya, Napoli, Sicilya ve yeni fethedilmekte olan Amerikan topraklarını miras almıştı. Almanya’da ise 7 seçmen prens tarafından imparator seçilmişti ama bu topraklarda herhangi bir siyasi gücü yoktu.
Almanya’nın bu parçalı hali, Luther’in neden başarılı olduğunu da açıklar. Sadece seçmen prensler değil, onların dışında sayısı 100’ü bulan pek çok dük, kont, marki ve kent piskoposu; o dönemi inceleyen tarih öğrencisinin bile başını döndürecek karman-çorman bir Alman haritasında iktidarı paylaşıyordu. Sözde bu haritanın hakimi olan Kutsal Roma Germen İmparatoru; esas iktidar sahibi Alman prensleriyle Worms kentinde arada sırada toplanan bir mecliste (Reichstag) biraraya gelerek ortak bazı siyasi kararlar almaya, derme çatma bir bütünlük oluşturmaya çalışır, ancak kargaşa devam ederdi. Ancak kendini Hıristiyanlığın dünyevi temsilcisi, Roma Kilisesi’nin koruyucusu olarak gören acemi İmparator Şarlken, birliği bozacak en büyük tehlikeyi, yani Martin Luther sorununu halletmeyi umuyordu.
Luther, İmparator Şarlken tarafından Worms’ta 1521 başında açılan meclise çağrıldı. 18 Nisan’da imparator, prens ve piskoposların huzuruna çıktığında, kendisini Papa’nın aforoz fermanına karşı savunması ve tövbe etmesi istendi. Eski dostu, şimdiki düşmanı Johann Eck, masaya Luther’in kitaplarını dizerek “Martin, bunları sen mi yazdın? Pişman mısın?” diye sordu. Luther, kitapların kendisine ait olduğunu kabul etti, tövbe edip etmemeye karar vermek için 1 gün düşünme izni istedi.
Ertesi gün meclise geldiğinde “Kutsal Kitaplar veya mantık beni ikna etmediği sürece (çünkü ne Papa’ya ne de ruhani meclislere güveniyorum, çoğu zaman hata yapıyor ve birbiriyle çelişiyorlar) alıntı yaptığım Kutsal Kitaplara bağlıyım ve ‘Tanrı’nın Sözü’nün esiriyim” dedi ve şu ünlü sözleri ekledi:
“Hier stehe ich, ich kann nicht anders. Gotte Helfe mir. Amen!”
(İşte burada duruyorum, başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun. Amin!)
İngiliz tarihçi Michael Mullett’e göre bu sözler “hitabet sanatı tarihinde çığır açıcı bir klasik”tir. İmparatorun huzurunda Papa’ya böyle meydan okuyan bir rahibin derhal çalı- çırpılara atılıp yakılması beklenirdi ama olmadı. Luther cesaretini sadece vicdanından almıyordu; Almanya’nın 7 seçmen prensinden biri olan hamisi Saksonya hükümdarı “Bilge” Friedrich’e güveneceğini biliyordu. Worms’tan ayrılmasına izin verildi. Şehir dışına çıkan arabası yolda “birileri” daha doğrusu Prens Friedrich’in adamları tarafından güya kaçırıldı. Artık kurtulmuştu, Friedrich’in topraklarındaki Wartburg Şatosu’nda kendisine ayrılan dairede güven içinde çalışabilir, İncil’i Almanca’ya çevirebilirdi.
Bu, sıradan bir çeviri değildi. Basılı sözün gücü, kiliseyi başından beri korkutmuştu. İlk sansür bu yeni teknolojinin doğduğu Mainz kentinde başlamış, ardından Kutsal Kitaplar’ın yerel dillerde basılması yasaklanmıştı. Gerçi bundan önce Tevrat ve İncil birçok dile, hatta Almanca’ya da çevrilmişti. Ancak matbaanın sağladığı yoğun üretimle Martin Luther’in şöhreti ve ateşli dili biraraya gelince, ortaya herkesin kapıştığı, okuma bilenlerin pazar yerlerinde bilmeyenlere okuduğu bir “best-seller” çıktı. Bu çevirinin hem modern Almancanın hem de Alman kimliğinin oluşumunda oynadığı rol herkes tarafından kabul edilir.
Luther hayatının geri kalanında Almanya’da imparatorun egemenliğinden kurtulmak için yol arayan birçok prens tarafından desteklendi. Hıristiyanlık başlangıçta nasıl Roma İmparatorluğu tarafından resmî devlet dini olarak kabul edildikten sonra hızla yayıldıysa; Protestanlık da yayılmasını Avrupa’da kendi kiliselerini denetlemek, Roma’nın vesayetinden kurtulmak isteyen çeşitli hükümdarların siyasi iradesine borçluydu. Luther bu siyasi desteğin karşılığını ödemesi gerektiğinde tereddüt etmedi, yeni dinin yayılması uğruna tavizler verdi.
Kimi zaman tam bir politikacı ve polemikçi önder, kimi zaman vicdanının sesini dinleyen inançlı bir Hıristiyan olarak kuşkusuz karmaşık bir kişiliğe sahipti. Ancak Batı tarihinde yeni bir sayfa açtığına, Katolik Kilisesi’ni temellerine kadar sarstığına kuşku yoktu. Onun yolundan gidenler, dünyanın her yerine yayılan birçok Protestan kilisesi kurdular; kimi zaman bağnazlıkta Katoliklerle yarıştılar kimi zaman modernizmin bayrağı oldular.
EVLENME İZNİ
Martin Luther ve sevgili karısı Käthe
Luther’in evlilik ve aileye olan tutumu, Hıristiyan dünyası için önemli bir yenilikti. Kilisenin kendi üyeleri için zorunlu kıldığı bekareti ve manastır yaşamını reddetti. İlk Protestanlar için rahibeleri manastırlardan kaçırmak bir özgürlük mücadelesi sayılıyordu. Luther, 1523’te kızını ve başka 11 rahibeyi manastırdan kaçıran Leonhard Koppe’yi öve öve bitiremedi ve onu “İsrail’i Mısır esaretinden kurtaran Hz. Musa’ya” benzetti. Bu kaçak rahibelerden biri olan Katherina (“Käthe) von Bora, 1525’te Martin Luther ile evlenecek ve 6 çocukları olacaktı. Bu örnek sayesinde Katolik rahiplerin aksine, Protestan kilise üyelerinin evlenmesine izin verildi.
U DÖNÜŞÜ
Luther ve ‘Köylüleri
neden öldürmeliyiz?’
Nüfusun 5’te 1’inin kırsal kesimde yaşadığı Almanya’da, 1524’te başlayan büyük köylü isyanı, Protestanların ilk sınavıydı. Sayıları 300 bine varan bu köylü ordusunun oluşmasında Luther’in etkisi büyüktü. Luther’in müritlerinden radikal Protestan din adamı Thomas Müntzer, köylülere bizzat önderlik etmişti. Luther ise başlangıçta hem köylülere uygulanan haksızlıkları hem de onların silahlanmasını eleştirirken, hadiselerin zirveye ulaştığı 1525’te isyancılara sırtını döndü. O yıl yazdığı Wider die Mordischen und Reubischen Rotten der Bawren (Katil ve Hırsız Köylü Sürülerine Karşı) adlı risalesinde şöyle diyordu: “Tıpkı kuduz bir köpeğin öldürülmesi gibi köylüler de gizlice veya açıkça kesilmeli, boğulmalı, bıçaklanmalıdır”.