#7 Sabriye Özülke
Sabriye Hanım haftanın “P” ile başlayan günlerinde ve ayın 10, 20 ya da 30’unda evden çıkamıyor, temizlik yapamıyor ve (alyansı dahil) hiçbir takı takamıyordu. Öte yandan bunlar, yapmak mecburiyetinde bulunduğu şeylerle karşılaştırıldığında pek ehemmiyetsiz kalmaktaydı. Misal, her gün ellerini otuz kez yıkamak, üç kez duş almak, ocağın söndürüldüğünü, kapının kilitlendiğini defalarca -bazen gece yarısı yatağından kalkıp- kontrol etmek, çizgili defterine “Ak gün ağartır, kara gün karartır” cümlesini bir satır atlamak suretiyle yüz kez yazmak, aile fotoğraf albümündeki resimleri dağıtıp yeniden sıraya dizmek gibi… Anlayacağınız zavallı kandıncağız, Batılı ruh hekimlerinin obsesif kompulsif bozukluk dediği illetten muzdaripti ve durumu o kadar vahimleşmişti ki, artık ilaçlar ona bir şifa vermiyor, hekimler ciddi ciddi bir beyin ameliyatının gerektiğini düşünüyordu.
Astsubay kocası, kendisini evlenmelerine rıza göstermeyen ailesinin Düzce’deki evinden kaçırdığında henüz on yedi yaşındaymış Sabriye Hanım. Babası, Türk aile yapısına yaraşır şekilde kızını derhal evlatlıktan reddetmiş, bununla da yetinmeyip ara sıra telefonla görüştüğü annesini de, bir daha onunla konuşursa kapının önüne koymakla tehdit etmiş. İki yıl kocasıyla birlikte Ankara’da askerî lojmanda yaşamış, annesi ve kardeşlerine duyduğu özlem bir yana bırakılırsa halinden hayli de memnunmuş. Lâkin bir şark vilayeti vilayetine tayini çıkınca Astsubay Bey, eşinin İstanbul’da yaşayan ailesinin yanına taşınmasının daha doğru olacağına karar vermiş. İşte Sabriye Hanım’ın hastalığının emareleri kayınvalidesi, kayınpederi ve iki görümcesiyle birlikte yaşamaya başladıktan hemen sonra ortaya çıkmış.
Kayınvalide ve görümceler Sabriye Hanım’ı horluyor, itip kakıyor ve köle gibi kullanıyormuş. Giderek daha kötüleşen hastalığını ise, iş yapmamak için bahane diye gördüklerinden zavallıyı dövmeye de başlamışlar. Bir gün yediği bir tokat yüzünden kafası kanapenin kolçağına çarpıp da baygınlık geçirince hastaneye kaldırılmış ve “ilgili” bir hekim sayesinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevk edilip ruhsal tedavisine başlanmış.
Hikayesini özetledikten sonra, “Kocamı hâlâ seviyorum” dedi Sabriye Hanım. “Zaten her şeyi onun için yapıyorum.”
“Her şeyi derken?”
“İşte bu saçma şeyleri. Ellerimi yıkamazsam, kilitleri kontrol etmezsem, yanlış günde pazara gidersem… onun öleceğinden korkuyorum” diye yanıtladı. “Hemen her gece rüyamda onun öldüğünü görüyorum, ağlayarak uyanıyorum.”
“Tehlikeli bir vazifede mi?”
“Hiç değil” dedi gülümseyerek. “Gazino sorumlusu. Mutfağı falan denetliyor. Diyeceksiniz, orada başına ne iş gelir? Ama işte bilmek yetmiyor. Kafama taktıklarımı yaparsam olacaklardan korkuyorum…”
“Yapmazsam demek istiyorsunuz sanırım” diye girdim araya. Boş baktığını görünce açıkladım: “Takıntı olan şeyleri ‘yapmazsanız’, başına bir hal geleceğinden korkuyorsunuz.”
Beni hiç duymamış gibi devam etti: “Geçenlerde annem aradı. Baban da çok özledi seni diyor, bir arasan özür dilesen affedecek amma velâkin evli oldukça kabul etmez seni geri…”
“Peki Sabriye Hanım” dedim. “Benden ne istiyorsunuz?”
“Bilmiyorum ki” deyip iç geçirdi. “Ama sen mutlaka kalbimin kalbinde yatanı biliyorsun. Ben evrakı imzalayayım, sen ne lâzım görüyorsan yaparsın.”
İki gün sonra gazetelerde en az bu görüşme kadar tuhaf bir haber yer almaktaydı: Taze bir teğmen, tatbikat sonrası sahada bulunan patlamamış bir el bombasını imha etmesi için bölük çavuşunu görevlendirir, ancak gereken bilgiyi vermez. Er ve erbaş arkadaşlarıyla yaptığı bir fikir teatisinden sonra çavuş, en iyisinin elbombasını mutfaktaki dev karavanada patlatmak olduğuna karar verir. Netice, aralarında Astsubay Kıdemli Üstçavuş İsmail Özülke’nin de bulunduğu sekiz şehittir.