Kasım
sayımız çıktı

Karmaşa, çekişme içinde çokkültürlü bir dönem

Eski tarihçilerin “tavaif-i mülûk” (melikler karmaşası, tuhaflığı, çekişmesi) olarak niteledikleri Anadolu beylikleri, aralarındaki rekabet ortamına rağmen, etnik veya din temelinde bir çatışmaya girmedikleri gibi, yüksek kültür ürünü eserlere imza attılar.

Anadolu’da 11. yüzyıl son­larından 15. yüzyıl sonla­rına kadar, eski tarihçile­rin “tavaif-i mülûk” adını verdik­leri, yerel-bölgesel, yarı bağımsız Türk, Arap, Azeri, Kürt beylik­ler vardı. Selçuklu Devleti’nin son döneminde Anadolu’nun her bölgesine bunlar egemen­di. Selçuklu sultanları da böyle bir paylaşıma izin veriyor, kendi şehzadelerini “melik”, güvendik­leri başkalarına da “emir”, “ata­bey”, “bey” sanları ile bölgeleri ıktâ (mülk) olarak veriyorlardı. Bu atananlar, yönetmek, düzen­de tutmak, sultana yıllık vergi ödemek, seferlerine katılmak veya kendi askerini bir emir-si­pehsalar (komutan) ile gönder­mekle yükümlüydüler. Bunlar­dan ölenlerin yerine oğlu, kar­deşi atandığından zamanla yerel hanedanlar doğmaktaydı. Tuğrul Bey’le başlayan bu düzen, pratik bir çözümdü ve uzun zaman de­vam etti.

Anadolu beyliklerinin ço­ğu Sünnî-Hanefiydi. Şafî-Kürt, Alevî, Şiî olanları da vardı. Erzu­rum, Diyarbakır, Mardin, Har­put, Hasankeyf, Ahlat, Erbil, Musul bölgesinde hem Ekrat hem Türkmen beyleri egemendi. Başlıca birkaçını analım: Saltu­koğulları, Artukîler/Sökmenîler, Bektekinliler, İlgaziler, Ermen­şahlar, Azerbaycan Atabekle­ri, İnaloğulları, Nisanoğulları… Merkezi Diyarbakır olan Mer­vanîler. Bunların bir kolu Azer­baycan’a egemen olmuş. Büyük Selçuklulara tâbi Horasan, Kir­man, Suriye, Irak ve Anadolu Selçuklu devletleri, asıl ege­men yapıydı kuşkusuz. Anadolu Selçukluları havzasında erken dönem Türk beylikleri Sivas, Niksar, Kayseri merkezli Daniş­mendliler, Erzincan, Kemah, Şe­binkarahisar ve Divriği’de –Âl-i Mengücek de denen- Mengüce­koğulları, Erzurum havalisinde Saltuklu beylikleri, Suriye bölge­sinde Zengi hanedanına mensup Atabeklikler vardı.

Danişmendname’den İsmâil Hâmî Dânişmend’e Tarihçi İsmâil Hâmî Dânişmend, mezartaşlarına işlenen gazi figürünü, Danişmendname’den yaptığı bir istinsahın (kopyanın) kapağına resmetmişti.

Bunlara dair bilgileri veren kaynaklar fazla değildir. İbni Bibi’nin ve Aksarayî’nin Sel­çuknameleri ki özgün adlarıyla el-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-umû­ri’l-Alâiyye diğeri Müsâmere­tü’l-Ahbâr’dır. Ayrıca aynı dö­nemi anlatan Süryanî, Ermeni, Arap ve Lâtin kaynakları vardır. Urfalı Mateos’un Vekayinâme­si (10.12. yüzyıllar), Abû’l-Farac Tarihi (13. yy) eski zaman ya­şamlarını öğrenmek için ibretle okunacak kaynaklardır. Bun­lardan, bölge tarihinin siyasal, askerî, toplumsal yoğunluklu pek çok olaylarını öğreniyoruz. Ahmedî’nin Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman veya Aziz bin Erdeşîr-i Esterâbâdî’nin Sivas Sultanı Kadı Burhaned­din adına yazdığı Bezm ü Rezm veya birer Osmanlı kaynağı olan Tevârih-i Âl-i Osmanlar… Ahmedoğlu Şükrullah’ın Beh­çet’üt-Tevarih’i, Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin Sahaifü’l-Ah­bar’ı.

Beylikler, beyler sözlü kül­türe önem vermişlerdir. Yazdık­ları veya yazdırdıkları kitaplar da daha çok dinle ve ahlâkla il­gili, çoğu da Farsçadır. Türklerle birlikte Anadolu’ya göçen sözlü Türkçe, 12. – 14. yüzyıllar Orta­doğu’sunun edebiyat dili Farsça­sına, bilim dili Arapçasına yazı dili açısından yad ve yabancı idi.

20. yüzyılda, Ord. Prof. İsma­il Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karako­yunlu Devletleri’ni yazmıştır. Bu ve diğer beylikleri anlatan kitap­larda ve dönemin kaynakların­da, çarşı-pazar hayatı, toplum­lar hakkında yeterince ayrıntı yoktur. Gaza kurgulu anlatılar, savaşlar vardır. 1300-1400’lerde­ki Anadolu hayatını algılamamız zordur.

Ord. Prof. Mükrimin Halil Yınanç, “Selçuklu dönemin­den günümüze ulaşan 50 par­ça vesika bulamayız” derdi. Bir dönemin din hayatına, sosyal gelişmelerine aykırı bakanlar, ellerine geçen evrakı yırtmış, yakmış olmalı. Deprem, sel, yangın gibi afetler de yazılı pek çok şeyi yok etmiş. Daha kötü­sü, vakfiyeleri, tereke belgeleri­ni, hissedarlardan biri diğerle­rini hak yoksunu bırakmak için imha etmiştir. Örneğin 16. yüz­yıla ait bir tapu tahrir defte­rinde il yazıcısı, Divriği Turan Melek Darüşşifası evkafının “Çerakise (Memlûk) zamanın­da- 1400 lerde- bil-külliye zâyi edildiğini, vakfiyesinin bulu­namadığını yazmış. İl yazıcıla­rı titiz çalışır, belgeleri inceler, bilirkişileri dinler, yeni tapu defterlerini yazarlardı. Şunu öğreniyoruz ki daha 13-14. yüz­yıllarda Selçuklu dönemi bel­gelerinin birçoğu yok olmuştu.

Bu durum, bugün o döne­mi “yorumlayan” tarihçilerin, araştırmacıların bakış açısını da darlaştırmıştır. Türklük, Kürt­lük gibi etnik kökenli tartışmalar maalesef giderek siyasi bir boyut kazanmıştır. Bugünkü milliyetçi­lik-ulusalcılık anlayışıyla ortaya atılmış tezler hakim olmuştur.

Örneğin basit bir soru: Os­man Bey, Türklüğünün ne ka­dar farkındaydı? Kendisini Türk mü Oğuz mu, Kayı mı görüyor­du? Henüz “Osmanlı” kavramı yoktu elbette. Peki neydi? “Ka­yı Beyiyim mi” diyordu acaba? Beyliğin adı neydi? Anlatılar kişi adlarıyladır. Üst konumda bir Kayı topluluğu var mıydı? Var­sa Osman Bey’in evlenmesinde yurt yuva kurmasında ne ölçüde destek olmuş­lardı? Kızını aldığı Şeyh Edebali, olasılıkla Uygurdu ve­ya Moğoldu. Ne oğlu Orhan, ne torunu Murad, Kayılardan kız almamışlar. Orhan’ın hanımla­rı Türk ve Müslüman değil. “Ben Kayıyım, Kayı kız almak istiyo­rum” da dememiş. Holofira’yı, Teodora’yı, Asporça’yı almış. Dinlerine de müdahale etmemiş. Yıldırım Bayezid, Despina’yı al­mış. II. Murat Sırp Kralı’nın kızı Mara Hatun’u nikâhlamış. Fatih, “Ögey anam” dediği bu kadına saygı gösterirmiş. Mara Hatun İstanbul’a gelişlerinde, kiliseler­de ayinlere katılırmış.

Aslana binmiş cengâver gazi İlk dönem Anadolu meliklerinin, gazilerinin mezartaşlarına işlenen ortak bir figür. Kılıç sahibi, binici
cengâver, gazi ve kahraman anlamına geliyordu.

Sonuçta Osmanlı bey ve sul­tanlarını dönemin siyasi-as­kerî ihtirasının dışında saymak, “Anadolu birliğini kurmak ül­küsüyle hareket ettiklerini” id­dia etmek günümüzün söylemi­dir. Karesi, Germiyan, Saruhan, Candar veya daha uzaktaki Ka­raman topraklarını istila etme girişimleri, Balkanlar’a yöneliş; oralardan bakılırsa bölge top­lumlarına yöneltilmiş istila ve talanlardır.

Ancak dönem belgeleri kısıtlı olsa da, ırk temelinde veya etnik temelde bir ayrılıktan bahsede­meyiz. Din temelinde ise Sünnî ve Şâfi, her ikisi de ehl-sünnet­ti ve çatışma söz konusu değildi. Karamanoğullarının komşu bey­lik ve boylarla savaşlarında, yar­dımcıları Kürt kabilelerdi. Ama karşı safta yer alan Kürtler de vardı. Karamanoğlu, Türkmen Menteşeoğlu ile savaşırken Kürt kabilelerinin de yer aldığı Tur­gutoğullarıyla ittifak halindeydi.

Sivas’taki Gök Medrese’yi yaptıran Selçuklu veziri Sahib Ata Fahreddin Ali, yapının mi­marı ise Konyalı Ermeni Kâlu­yan’dır. Mimar, bu İslâmi eserin cümle kapısındaki sütun başlığı­na adını Arap harfleriyle yazmış. Günümüzde İslâmi bir eseri Hı­ristiyan bir mimarın yaptığını, adını da cümle kapısına yazabi­leceğini düşünebilir misiniz?