Türkiye’nin ve Türkçenin değer oluşturmuş, iz bırakmış sayılı şairlerindendi Sezai Karakoç. Diyarbakır-Ergani doğumlu şair, 16 Kasım 2021’deki vefatının ardından İstanbul Şehzadebaşı Camii haziresine defnedildi. Gerek eserleri ve şiir anlayışı, gerekse konuşmaları ve siyasi tutum alışlarıyla nevi şahsına münhasır bir iz bırakan Karakoç’u, Enis Batur’un 2005’te kaleme aldığı “Sezai Karakoç Okuma Saatı” başlıklı yazısıyla anıyoruz.
Yirmi yıl olmuş, edebiyat dünyamızda iki “cephe”nin biribirine sağır kalışını eleştiren yazılar kaleme almıştım peşpeşe. Şüphesiz, o dönemde de bu ayrışmaya yüz sürmeyen iki avuç has şair, yazar vardı, şimdi de olduğunu gözlemliyoruz; ama önyargılar, dünyagörüşü ya da hayat anlayışı farklılıklarının körüklediği kafa çevirişler okur çoğunluğunu hep etkiledi, sonunda kaybedenlerin kendilerinden başkası olmadığını bile algılayamadı insanlar. Bu körelme, gün geldi, ait sayıldıkları “cephe”lere bakışlarını da miyoplaştırdı kaldı ki: Görmemeye alışmışlardı.
Çevremdekilere Dağlarca’nın İncir Yürüyüşleri (1999) ve Yapıtımla Konuşmalar II (2000) gibi iki başyapıt daha yayımladığını anımsattığımda bana inanmaz gözleriyle bakıyorlar yalnızca; kimse o kitapları aramaya kalkışmıyor.
Özdemir İnce’nin, Yasakmeyve’nin 18. sayısında (Şubat 2006) “Ôscia Antica” başlıklı, onüç parçalık önemli bir şiir yayımladığından sözettiğimde, “o gazete yazılarını yazanın iyi şiir yazamayacağı” yanıtını alıyorum.
İşin kötüsü, bu tepkileri verenler, bir biçimde aynı “cephe”de yeraldıklarını ‘duruş’larından bildiğim, kültür dünyamızın ufku geniş temsilcileri. “Karşı cephe”den bir ürüne dikkat çektiğimde ise, mermer kafa eleştirmenimiz bana çıkışarak haddimi bildiriyor. Bir tanesi de, “sen kendi işine bak” demişti: “Şiirini yaz, başkalarının yazdıklarını çentiklemekten vazgeç”. Besbelli iyi geçinmenin yolu oradan geçiyor -gerçek şu ki, benim pek geçinmeye niyetim yok.
Şiir ortamını, edebiyat dünyasını 1980 Eylül’ünden bu yana pus kapladı. Kişi öne çıkıyor, çıkarılıyor; yapıt hiçesayılıyor, görülmüyor. Öyle ki, takipçileri bile etkiliyor durum. M. Ş. Onaran, ‘bir vakitler’ etkili olmuş Nuri Pakdil’in sırra kadem bastığını sanıyor. Oysa Pakdil, Otel Gören Defterler üst başlığıyla vaftiz ettiği yeni yapıtlarını peşpeşe yayımlamayı sürdürüyor; gitgide derinleşen bir dünyayı gitgide incelen bir yazıyla kuşatarak hem de. “İyi de, ortalıkta görünmüyor”, denilebilir.
Birincisi, Pakdil zaten görünmezdi. İkincisi, görünmeyenin görülmesini gerektirir edebiyat tutkusu. Üçüncüsü: Ortalık neresi? Bizim yetişmemizde payı olanlar, ‘Fizan’daysa bulacaksın’ şiarını kafamıza kazımışlardı.
Bütün bu tabloyu, sözü Sezai Karakoç’a getirmek için çizdim. İki buçuk yıl önce Amerika Irak’a “demokrasi”yi getirdi: Bugün herkes biribirini öldürme özgürlüğünü kullanıyor artık. Bir buçuk ay oldu, Ortadoğu’da kan gövdeyi götürmeye başladı. Bölgede neler olabileceğini kestiremeyen kimse yoktur sanırım.
Sezai Karakoç, 1979-1988 arası yazdığı ve Alınyazısı Saatleri başlığı altında topladığı şiirlerinde bu coğrafyanın bütün iniltilerini, ağıtlarını, isyanını yoğunlaştırmıştı. Şiir ortamı dönüp oraya bakıyor mu? Bana öyle geliyor ki, o dar alandan başlayarak halka halka geniş okur kitlesinin dikkatine Karakoç’un şiirleri açılmalıydı -hiç değilse Mehmet Ocaktan’ın, İhsan Deniz’in elinden.
“Şiir halktan koptu” serzenişine girişenlerin önce köprü mühendisliğini ciddiye alması gerekmez mi?
Sezai Karakoç, “karşı cephe”nin uzun süre takibinde kalmışsa, bunu Mülkiye’den arkadaşları Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın ısrarlı hatırlatmalarına da borçluyuz; geçerken anımsatmak gerekir. Kendi cephesinde, bir tür dokunulmazlığı oldu Karakoç’un; ama bu dokunulmazlığın, onun yapıtına yaklaşılmasını neredeyse güçleştirdiği ayrı bir gerçek. Bazı şiirlerinin (sözgelimi “Balkon”), bazı kitaplarının (Gül Muştusu, Hızırla Kırk Saat) haklı ünü sonrasını haksız biçimde gölgeledi.
Karakoç’un şiirinde, birkaç uygarlık ekseni adıyla sanıyla çizilmiştir: İstanbul-Diyarbakır-Bağdat, Kudüs-Kabil-Kahire gibi. Geniş bir kültür coğrafyasına hüzün ve isyanla, umut ve öfkeyle yüzünü döner ve bir bakıma yeni bir epiğin tohumlarını saçar.
Şiirokurunun bir tuhaflığı da bu noktada biçimlenir: Mahmud Derviş’e ya da Adonis’e âşinadır da, bu defa da hipermetrobu azdığı için burnunun dibini görmez: Ortadoğu tragedyasının en çetin, sağlam şiirlerinden biri Sezai Karakoç’un yapıtında beklemektedir.
Kimi ilgilendirir bilemem ama, anımsatmak isterim: Benim Sezai Karakoç’la ortak yönüm çok fazla olmasa gerektir -aynı kuşaktan değiliz, dünyagörüşümüz ve hayat anlayışımız neredeyse iki ayrı uçtadır, onun yeri cennetse benimkisi besbelli cehennemdir; konumuz burada şiir olduğuna göre: Gün Doğmadan’ı okumadan, ince eleyip sık dokumadan olmaz derim.
Sezai Karakoç, bırakın medya maymunluğunu, kısa süren bir siyasal parti serüveni sayılmazsa, hiçbir zaman ortalıkta görünmedi.
Bu onun şiirinin hakettiği ölçüde görülmesine engel olmamalı. Alınyazısı Saati, son çeyrek yüzyıl içinde yazılmış en okkalı siyasal şiirleri buluşturan toplam, kederli bir Ortadoğu destanı.
Ve Kudüs Şehri.
Gökte yapılıp yere indirilen şehir.
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.
Altında bir krater saklayan şehir.
Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi.
Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi
Hani Şam´dan bir şamdan getirecektin
Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine
Ruhları aydınlatan bir lâmba
İfriti döndürecek insana:
Söndürecek canavarın gözlerini
İfriti döndürecek insana
(…)
(Alınyazısı Saati’nden…)