1912’de doğan, 1984’te vefat eden Niyazi Zülfikaroğlu Takizade, klasik müziğin dünya çapındaki isimlerinden biriydi. Türkiye’de, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası da dahil seçkin kurumlarda şeflik yapmış, sadece müzik bilgisiyle değil zekası ve dostluğuyla da fark yaratmıştı. Başarılarla dolu ve aynı zamanda trajik hadiselerle örülü müstesna bir hayat…
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı (CSO) 1963’ün 27-30 Kasım tarihlerinde konuk şef olarak yöneten Niyazi Takizade 1912 doğumlu olduğuna göre; onu ilk kez tanıdığımız sırada 50 yaşında olmalıydı. O konserde Çaykovski’nin 4. Senfonisi ile “Romeo ve Juliet” uvertür-fantezisini, Borodin’in “Prens İgor” operasından bazı bölümler ile Vienyavski’nin keman konçertosunu yönetmişti. Çaykovski senfonisi özellikle orkestraya öylesine olağanüstü bir ruh katmıştı ki, müzikseverlerin belleğinde hep canlı kalmıştı. O zamanlar CSO’nun orkestra şefi Lessing idi; iyi bir müzik adamıydı. O bile etkilenmiş, söylemek zor ama, belki de biraz da kıskanmış olabilirdi. O tarihten sonra ardı ardına programa Çaykovski’nin senfonilerini koymasından yapıyoruz bu çıkarımı!
Tam adıyla Niyazi Zülfikaroğlu Takizade 1912’de, Tiflis’te ünlü müzisyenlerin bulunduğu bir çevrede doğmuş. Babası Zübeyir Hacıbeyov da müzisyen. İlk müzik eğitimini Bakü’de almış. Daha sonra, o günlerde adı rejim tarafından Leningrad’a çevrilmiş olan Petersburg’da devam etmiş eğitimine. Erivan Devlet Konservatuvarı’nı da bitirmiş, 1934’te Azerbaycan’da orkestra şefliğine başlamış. 1937’den sonra Bakü’deki Ahundov Opera ve Bale Tiyatrosu orkestrasını yönetmiş. 1946’da Leningrad’da orkestra şefleri yarışmasını kazanmış. 1950’de SSCB Devlet Nişanı’nı; 1955’te Azerbaycan Halk Sanatçısı, 1958’de SSCB Halk Sanatçısı unvanlarını almış. 1958’de Azerbaycan Devlet Senfoni Orkestrası’nın yöneticiliğine, 1962’de M. F. Ahundov Tiyatrosu’nun genel yönetmenliğine atanmış. Azerbaycan Yüksek Sovyeti’ne de seçilmiş.
Takizade’nin hayatı, Azerbaycan’ın müzik dünyasında her vadide birçok hizmetle doludur. Her yıl Azerbaycan Devlet Senfoni Orkestrası, onun heykeli karşısında ölmez operası “Köroğlu”ndan Uvertür’ü ve diğer eserlerini seslendirmeyi sürdürmüştür.
Niyazi Takizade ufak-tefek yapılı bir insandı. Böyle bir insanın gençliğinde halter çalıştığı ve bu dalda şampiyonlukları olduğuna pek inanılmaz. Oysa onun 16-18 yaşlarında 56 kg’da birkaç defa Bakü ve Azerbaycan şampiyonluğu var. Konservatuvara sonradan katılmış. Yine de spor sevgisinden vazgeçememiş, hatta uzun süre Sovyetler Birliği Azerbaycan Spor Bakanlığı Halter Dalı Başkanlığı’nı üstlenmiş. Pek çok sporcuya yardımcı olmuş. Tezcanlılığı, yorulmak bilmez enerjisi ve azmi o günlerin eseri olsa gerek.
Onunla tanışıklığımız İKSV’nin ilk festivali sırasında olmuştu. Açılış İTÜ Maden Fakültesi salonunda Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu’nun icrası ile yapılmıştı. Takizade festivalin onur konuğu idi ve eşi Hacer Hanım’la birlikte seyirciler arasındaydı. Konser sonunda coşkunca alkışlayanlar arasında en göze çarpan o idi.
2 gün sonra da Köroğlu Operası’nın dünya prömiyeri yapılacaktı. Son provalar Açıkhava Tiyatrosu’nda yapılmaktaydı. Bu defa üzerinde koyun postundan yeleğimsi bir ceket vardı. Orkestra çukurunda bir sahne üzerinde bir süre uğraşıyor, zaman zaman arkaya dönüp, ön sıralardan birinde rejisör Aydın Gün ile birlikte oturan Saygun’a o nağmeli Azerbaycan diliyle “Adnan Beeey” diye seslenip yanına çağırıyor, “Bu mahnıyı bu soprano diyebilemez. Ben bunu iştirih edirem” ya da “Bu episodu bu koro diyebilemez” deyip eserden o bölümü atıyordu. Eserlerine dokundurmamasıyla ünlenmiş Saygun, bunların hiçbirine itiraz etmedi. Belki bir Wagner operası gibi 6 saati bulacak Köroğlu, bu sayede 3.5 saate indi de Kadıköy yakasında oturan seyirciler son vapura yetişebildiler!
Adnan Saygun’un aslında kadirşinas ve duygulu bir insan olduğunun bizzat tanığıyım. Ancak birçok kişinin gözünde pek de alçakgönüllü bir insan olmadığı kanısı yaygındır. Hatta onun en eski arkadaşlarından biri olan konservatuvar hocası ve müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal, öğrencileriyle yaptığı sohbetlerinde Saygun’un çok mağrur bir insan olduğunu özellikle belirtmeye çalışırmış ve “Hiç insan kendi kendine Saygun deyip soyadı olarak seçer mi, buradan anlayın” dermiş. Takizade’nin tekliflerine karşı nasıl olup da bu kadar uyumlu ve hoşgörülüydü? Zira onun sanatına, müzik kültürüne ve sağduyusuna inanmıştı.
Bu hadiseden iki hafta sonra, Kuzey komşumuzun lütfettiği Bolşoy-Kirov Balesi’nin gösterisi vardı. O tarihlerde, bizim gösteri dünyamızda uzman eleman enderdi ya da hiç yoktu. Açıkhava Tiyatrosu’nda seyirci sıralarının tam ortasında küçük bir plato vardır. Oraya sağlam bir üçayak üzerine, takip ışığı spotu konulmuş; ama onu kullanacak teknik eleman nerede? Organizasyonun böyle bir elemanı yok. Dünyanın önde gelen orkestra şeflerinden biri, festivalin onur konuğu ve en prestijli etkinlik olan “Köroğlu” operasını yönetmiş bir şahsiyet, Niyazi Takizade gönüllü olarak bu işçiliğe talip olmuştu! Öteki gösterilerde frakla, smokinle gördüğümüz maestro, takip ışığının başında, yine koyun postundan ceketiyle iş başındaydı. Sahneyi bütünüyle en iyi gören yer olduğundan, ben de fotoğraf çekimi için ayni mekanı seçmiştim. Hemen arkamızda seyirci sıraları var. Ben çömelip hedef küçülttüğüm için muhatap olmuyordum. Ancak o, ayakta kullanmaya çalıştığı koskoca aparatıyla bir bölüm seyircinin görüşünü kapatıyordu. Sanki onun orada keyfinden durduğunu sanıp “çekil oradan” diye seslenenler, küfür ve tehdit edenler, dahası hedef belirleyip gazoz şişesi gibi cisimler atanlar bile vardı. Takizade seyircilere “Bitti guzum, şimdi bitti” diye diye görevini zor tamamlamıştı.
Rusların ve bazı Balkan ve Kafkas halklarının, özellikle Gürcistan’ın halk dansları topluluklarının koreografik bir düzen içindeki gösterilerini izlediğimizde hayranlık duymaktaydık. Bizde de, çok zengin folklorumuzdan yararlanarak bu tür bir topluluk kurabileceğimiz düşüncesi gelişti. Bir dizi toplantılar, çalışmalar sonucunda “Devlet Halk Dansları Topluluğu” kuruldu. Daha henüz yurtiçinde doğru dürüst bir gösteri yapılmadan, ilk turne Moskova, Tiflis ve Taşkent şehirlerinde olmak üzere Sovyetler Birliği’ne gerçekleştirilmişti. Kafileye gazeteci olarak ben de katılmıştım.
Takizade beni görünce, İstanbul’da Açıkhava Tiyatrosu’ndaki kader birliğimizi hatırladı. Ayaküstü epey sohbet ettik. Benim hatırımda kalan hoş bir anı da, içki servisi yapan garsonun kendisine “Hacer Hanım ne içer?” diye sorması; onun da “Hacer Hanım ne içecek! Menim ganımı içer o” demesiydi. Şakacı ve neşeli bir adamdı. Türkiye’deki bürokrasiye ait gözlemleri müthişti. Bunları ironik bir şekilde dile getirirdi: “Vallah gardaşım, men sizin memlekette kimin eli kimin cebinde gayt tutamamışam”. Türkleri ve ve Türkiye’yi çok sevdiği “Men bu vetanın da evladiyem” sözlerinden açıkça anlaşılırdı. Şakaları müthişti. Fıkra anlatmaya meraklıydı, yenilerini devşirmeye de bir o kadar. Laz fıkralarına bayılıyordu.
O zamanlar henüz Sovyetler Birliği dönemi olduğu için, Azerbaycan’ın adı geçmiyordu. Niyazi adının bir Müslüman adı olduğunu kestiremeyenler de bunu bir Rus ismi sanıyorlardı herhalde ve kendisini dünya çapında bir Sovyet sanatçısı olarak tanıyordu. Bu yanılgıya düşenlerden biri de Volksoper Wien’in orkestra şefi Anton Paulik idi. Sanırım 2 yıl kadar İstanbul Senfoni Orkestrası’nın da şefliğini yapmıştı; ancak bu süre zarfında hiç Türkçe öğrenememişti. Paulik’in görev süresinin sonlarına doğru bir konser yönetmek üzere Niyazi Takizade konuk şef olarak davet edilmişti. Tabii sempatik halleriyle ve tatlı Azeri Türkçesi ile bizimkilerle hemen samimi oluvermişti. Orkestra provalarının birini Anton Paulik de parterden izlemekteydi. Niyazi’nin Rus olduğu kanısı kafasına iyice yerleşmiş ya bir kere; arada geçen konuşmaları görünce hayrete düşmüş, yanında oturan ve çevirmenliğini yapan Panoyat Abacı’ya “Bunlar hangi dilden konuşuyor?” diye sormaktan kendini alamamıştı. Abacı da “Tabii Türkçe” demişti. Maestro Paulik “Peki, ne zaman öğrenmiş” diye bir soru daha sormuştu. Kültürlü ve esprili bir adam olan Abacı da fırsatı yakalamış, “İnsaf Anton” demişti, “adam 2 haftadır Türkiye’de, öğrenivermiş işte” cevabını yapıştırıvermişti.
Sevgili dostum Sedat Örsel’den dinlemiştim. Hazin bir hikaye. Lenin Nişanı sahibi Takizade sitemli bir dil ile soruyor: “Bu sinede niye bir Atatürk nişanı yohtur?” diyor. “Niye mene Türkiyamızdan bir oratoryo talep etmezler?” dedikten sonra Örsel’e “Sen meni bu diyardan apar, orada bir bimarhaneye yatır. Aziz öz vetanımın torpağına gömüleyim” diye devam ediyor. Takizede’nin bu sözleri adeta vasiyet gibi: 15 gün kadar sonra vefat ediyor (1984).
Eşi Hacer Hacıbeyova’nın başına gelenler ise sadece eşinin kaybından ibaret değildi. Onların çocukları olmadığı için bir yakın akraba çocuğunu evlat edinmişler, Ceyhun adındaki bu çocuğu sevgiyle büyütmüşlerdi. Ancak çocuk hayırsız çıkmıştı. Uyuşturucu bağımlısı olmuş, evde değerli ne varsa çalıp satmayı alışkanlık haline getirmişti. Günün birinde yine uyuşturucu parası almak üzere eve gelir. Hacer Hanım istediği parayı vermeyince zavallı kadını darp eder, sonra öldürür. Evi yağma ederek kaçar. Bugün Bakü’de bir Niyazi Takizade müzesi var ama, bu delikanlının verdiği zarar yüzünden Niyazi Bey’in edindiği, kazandığı, kendisine hediye edilmiş maddi değerinden daha da çok manevi değeri fazla olan hatıra eşyasından geriye kalan çok şey kayıp.
Kayınpederim ressam Abidin Elderoğlu ve Azerbaycan’da yaşayan kuzeni ünlü heykeltraş Ömer Eldarov ile “Üç Kuşak, Üç Görüş” isimli ortak sergimiz için Bakü’ye gitmiştim. Haydar Aliyev Sanat Merkezi’ndeki açılışta, Eldarov’un sanatkar elinden çıkma ve Niyazi’yi kanatlanmış gibi gösteren heykelini görmüştüm. Ünlü sanatçıların gömüldüğü mezarlıkta Niyazi Takizade’nin kabri de var.