Yeniçeri teşkilatının kaldırılıp, Sultan 2. Mahmut tarafından Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun kurulması, İstanbul’da 10.240 askeri bulunan ordunun sağlık sorunlarıyla ilgilenecek eğitimli doktor ihtiyacını da doğurdu. 14 Mart 1827 tarihinde açılan Tıbhane-i Amire’de yetişen doktorların önemi 1. Dünya Savaşı’nda yaralılarının tedavisi ve bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek gerektiğinde daha da iyi anlaşılacaktı.
Osmanlı Devleti’nde zaman içinde disiplini bozulan Yeniçeri teşkilatı, 1826 Haziran’ında yeniçerilerin son isyanında Sultan 2. Mahmud tarafından kaldırılarak Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun kurulduğu ilan edildi. Yeni ordunun İstanbul’da 10.240 askeri vardı ve birkaç ay içinde sağlık problemleri başgöstermeye başlamıştı. Kanunnamede her tertibine bir hekim ve bir cerrah verileceği yazılmasına karşın bu mümkün olamamıştı, çünkü yeterli donanımda ve sayıda hekim yoktu; medreselerde verilen tıp eğitimi zamanın gerisinde kalmıştı. Nitelikli bir tıp eğitimi olmadığı için yeterli sayıda hekim yetişmiyor; çağdaş tababet Avrupa’da eğitim görmüş azınlık mensupları ve yabancı hekimler tarafından icra edilirken diğer yandan “mütetabbib” denen sahte hekimler tehlike saçıyordu.
Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, “hastalanan askerlere iyi bakılabilmesi” için iyi hekimlere, bunun için de iyi eğitim verecek bir tıp okuluna ihtiyaç olduğunu belirtmişti; padişah tarafından onaylanmasından sonra, 14 Mart 1827 tarihinde, Tıbhane-i Amire, Şehzadebaşı’nda bulunan Tulumbacıbaşı konağında açıldı.
Ekim 1838’de öğrenci ve hocalarıyla Galatasaray’daki yeni binasına taşınan Tıbbiye’yi 14 Mayıs 1839’da Sultan 2. Mahmud ziyaret etmişti; okulun yeni adı Mekteb-i Adliye-i Şahane ve dersler Fransızca idi. 1848’de Galatasaray’daki bina yanınca Hasköy’e, 1865’ten itibaren de Demirkapı’daki binaya nakledildi. Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıbbiye) açıldı ve 1870’te Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’deki dersler Türkçeleştirildi. Tıp eğitimi 4 sene idadi, 6 sene yüksek olmak üzere toplam 10 seneydi. Askerî Tıbbiye, 1903’te Haydarpaşa’daki binasına taşındı; 1908’de Sivil Tıbbiye ile birleştirildi ve 1909’da Darülfünun Tıp Fakültesi olarak Haydarpaşa’da eğitime devam etti.
1. Dünya Savaşı başladığında seferberlik ilan edilmiş, sivil hekimler de hizmete çağrılmıştı. Osmanlı Devleti 1914 Eylül’ünde Boğazlar, Doğu (Kafkas), Suriye ve Irak cephesini kurdu; bütün bu cephelerdeki sağlık hizmetleri savaş yaralılarının tedavileri ve özellikle bulaşıcı hastalıklarla mücadele açısından hayati önem taşıyordu.
Süleyman Numan Paşa sahra sıhhiye müfettişi, Tevfik Salim ise Doğu cephesi sıhhiye müfettişiydi. Erzurum’da kış ağır geçiyordu ve Doğu cephesi karargahında barınma koşulları elverişsiz, askerlerin giysileri yetersizdi. Kısa sürede askerler arasında tifo, tifüs ve dizanteri yayılmaya başladı. 21 Aralık 1914 – 9 Ocak 1915 arası dondurucu soğuklar zamanıydı ve yapılan harekat çok ağır kayıplara mâl olmuştu. Sonrasında tifüs bütün orduya yayılmış ve savaş boyunca Kafkas cephesinde tifüsten 125 hekim, 25 eczacı, 6 cerrah, 1 diş hekimi, 7 tıbbiye öğrencisi hayatını kaybetmişti.
Irak cephesinde Dr. Abdülkadir Lütfi, hıfzıssıhha müşaviriydi. Tifüs, dizanteri, sıtma ve kolera salgını vardı. Bu salgınlar savaştan daha fazla can alıyor ve hekimlerden de hastalığa yakalananlar oluyordu. Balkan Savaşları esnasında Gülhane Hastanesi’nde Reşat Rıza’nın geliştirdiği teknikle, tifüs geçirenlerden alınan kanın işlenmesi suretiyle elde edilen tifüs aşısı Kurmay Başkanı Kazım Karabekir’e, doktorlara ve hemşirelere yapıldı; aşı sonrası hastalık oranı %8’e düşmüş, aşı yaptırmayan Goltz Paşa ve özel hekimi Oberndorfer tifüse yakalanarak hayatlarını kaybetmişlerdi.
Çanakkale cephesinde, bataklık ve durgun sular nedeniyle bölgede var olan sıtma hastalığı askerlerde de görülmekteydi. Harp sahasının Anadolu yakasında yer alan bu bataklıkları kurutmak mümkün olmuyordu ve askerlerin kaldıkları yerlerin sinekliklerle korunması, vücudun örtülü tutularak sivrisineklerin ısırmasının önüne geçilmesi ve ateşlenen hastaların ayrılması gibi tedbirlerle sıtmanın yayılması önlenmeye çalışılıyordu. Bütün çabalara rağmen salgın önlenememiş ve Mayıs 1915’te Kumkale bölgesinde yayılan hastalık, birliklere haftada iki gün birer gram kinin verilerek önlenmeye çalışılmıştı. Ancak bu çabalar yeterli olmamıştı.
Çanakkale Cephesi’nin diğer bir salgını dizanteriydi. Bombardımandan korunmak için derin kazılan siperler çoğu zaman ıslaktı ve bu rutubet askerler arasında ishalin yayılmasına neden oluyordu. 26-28 Ağustos 1915 tarihleri arasında cephede yaklaşık 500 askerde kusma, kanlı ishal, baş ve karın ağrısı şikayetleri başgöstermişti. Kullanılan suyun temiz olmaması sebebiyle başlayan dizanteri vakaları yeterli miktarda ilaç bulunmadığından bu hastalar, killi toprak yedirilerek tedavi ediliyordu.
C vitamini eksikliğiyle ortaya çıkan ve diş etlerinde şişkinlik ve kanamalar şeklinde kendini gösteren iskorbüt, özellikle kış mevsiminde beslenme yetersizliğiyle ortaya çıkmıştı. Kışın dağ eteklerinde bulunan ve askerin de tanıdığı kuzukulağı bitkisinin tüketilmesi sağlanarak tedbir alınmaya çalışılmış, yaz aylarında sebze ve taze gıdalar verilmesiyle de yaygınlaşması önlenebilmişti.
Askerler aylarca yıkanamıyordu ve çamaşırlarını değiştirme imkanları da yoktu. Bitlenmişlerdi; yoğun sıcaklarda o denli rahatsızlardı ki doğru dürüst uyuyamadan savaşmak zorunda kalıyorlardı. Bitlenme, savaşın en önemli sorunlarından biriydi çünkü tifüs vakaları ortaya çıkmıştı. Salgının önüne geçmek için üç seyyar etüv ile bir menzil temizleme istasyonu açılarak orduya yeni gelen erler temizlenmeye başlanmıştı ama etüvle önü alınamayacak bir duruma varılmıştı.
3 Mart 1915’te Kandire amele taburları arasında çıkan tifüs salgınına karşı mücadele için bölgede görevlendirilen Dr. Abdülkadir Lütfi, 3000’den fazla askerin perişanlığını ve bunun yanısıra askerler arasında ölüm oranının hayli yüksek olduğunu, tifüs hastalığına yakalanan 149 askerden 36’sının hayatını kaybettiğini görmüş, çarşıda gördüğü ekmek fırınlarını bitle mücadele için kullanmaya karar vermişti. Kandire’de 3 fırın ve 6 hamam çadırı ile 10 gün yapılan mücadele sonucunda amele taburlarının temizlenmesi sağlanmış ve böylece tifüs vakalarında kaydadeğer bir azalma olmuştu.
Önce fırın içinde ateş yakılıyor, sıcaklığı tayin için bir beyaz kâğıt konup kâğıt kavrulmaz sararırsa istenilen ortam hazır kabul ediliyordu ve içeriden ateş çekilerek fırının zeminine yaş bir çuval serilip üzerine su püskürtülmüş elbiseler konularak fırının kapısı kapatılıyor, 10-15 dk. içerisinde bitlerin tamamen telef olması sağlanıyordu. 1916’da Sivas Menzil Mıntıka Sertabibi Dr. Ahmet Fikri, kazanda kaynayan suyun buharıyla kazanın üzerine oturtulan sandık içindeki eşyanın dezenfekte olmasını sağlayan “buğu sandığı”nı geliştirmiş; Almanya’dan getirtilen seyyar etüv makinelerinin de kullanıldığı 1917’den itibaren ordu bitten kurtulmuştu.
14 MART NEDEN TIP BAYRAMI?
İşgal altında bir başkentten yükselen isyan çığlığı
Çağdaş hekimler yetiştirmek amacıyla kurulan ve yıllar içinde kendi geleneğini kuran Tıbbiye, 14 Mart 1919’da 92. kuruluş yılına girerken, Sarayburnu önüne demirlemiş işgal kuvvetlerine doğru haykırdı: “Korkmuyoruz! İstanbul bizimdir çünkü şehitler ve tarih buradadır. İstanbul bizimdir çünkü istiklal buradadır!”
1. Dünya Savaşı’nın ardından Mondros Mütarekesi imzalanmış, 1918’in 13 Kasım’ında İtilaf Devletleri gemileri Sarayburnu önünde demirlemişti. İstanbul işgal ediliyordu. Ocak 1919’da Tıbbiye’nin bir bölümü İngilizler tarafından işgal edildi. Süleyman Numan Paşa tutuklanmış ve Malta’ya sürülmüş, bazı Tıbbiye öğrencileri Anadolu’ya giderek Kuvayı Milliye saflarına katılmıştı. Okulda bulunan öğrencilerle Darülfünun-ı Osmani Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti, Osmanlı’nın ilk modern tıp okulu olan Tıphane-i Amire’nin 92. kuruluş yıldönümü için 14 Mart 1919 günü Darülfünun konferans salonunda bir toplantı düzenlediler. Toplantıya Feyzi Paşa, Besim Ömer Paşa, Tıbbiye’nin diğer hocaları, Darülfünun hocaları, Kızılhaç temsilcileri, Fransız Sıhhiye Müfettişi ve Osmanlı basınından temsilciler de katıldı.
Tıbbiye öğrencilerinden Kemal Bey okulun tarihçesini anlattı, daha sonra Memduh Necdet Bey yine Tıbbiye hakkında bir konuşma yaptı: Kuruluşundan itibaren Tıbbiye’den 607 Türk, 240 Rum, 170 Ermeni, 79 Musevi, 11 Sırp-Bulgar olmak üzere toplam 5.107 hekimin mezun olduğu ve Tıbbiye’nin 1. Dünya Savaşı’na katkıları dile getirildi.
Konuşmanın devamı bir manifesto gibiydi: “İtiraf ediyoruz ki vatan, bilhassa onun kalbi, beyni olan İstanbul bu dakikada korkunç bir buhran geçiriyor. Ama korkmuyoruz… Buradayız, burada kalacağız… İstanbul bizimdir, çünkü halife ve hakan yatağıdır. İstanbul bizimdir çünkü şehitler ve tarih buradadır. İstanbul bizimdir çünkü istiklal buradadır!”
İstanbul’un işgaline karşı bir meydan okuma olarak Tıp Talebe Cemiyeti tarafından düzenlenen bu törenler zaman içinde gelenekselleşti ve 14 Mart Tıp Bayramı’na dönüştü.
Çağdaş hekimler yetiştirmek amacıyla kurulan ve yıllar içinde kendi geleneğini kuran Tıbbiye, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir aydınlanma kurumu olarak devam ederken, asker hekimliğine uzanan köklerinin “iyileşen hastayı taburcu etmek” gibi derin izlerini bugünlere taşıdı.