Kasım
sayımız çıktı

‘Murderpedia.org’un ‘faili malum’ katilleri ve cinayetin estetize edilişi

Gündüz yüzlerce insanı “fırınlayan” sorumluların geceleri eşleri ve çocuklarıyla uyumlu (!) bir aile yaşamı sürdürebildiklerini öğrendik. Bizde ise Abdi İpekçi’den Bahriye Üçok’a tanışmadığım, Uğur Mumcu’dan Bedrettin Cömert’e tanıştığım değerli insanları bir takım “görevliler”e öldürttüler. Murderpedia.org’ta listeye giren kimlikleri belli katiller ve bizdeki kurbanlar.

Varlığından haberim yeni oldu, meğer bir “Murder­pedia” varmış! Ansiklo­pedist geleneğe benim gibi ana uçlarından birinden bağlı yaşa­yanlar açısından değerli kaynak: Murderpedia.org’un içeriği zen­gin, arama motoru ayrıca ülke­lere göre de düzenli olduğu için Türkiye’ye hemen baktım: En az 18 kişiyi öldürdüğü bilinen Ya­vuz Yapıcıoğlu; “Artvin canava­rı Adnan Çolak; 10 kişinin ölü­münden sorumlu Ali Kaya ve “yamyam” Özgür Dengiz listeye girmeye ‘hak’ kazananlar.

Kaynağa, Julian Carlton’u yoklarken denk geldim: Frank Lloyd Wright’ın Taliesin I’inde çalışırken, mimarın eşi ve 2 ço­cuğu başta olmak üzere 7 kişi­yi baltayla öldüren ve evi yakan Barbadoslu. Cinayetten 2 gün sonra bulunmuş saklandığı kö­şede; asit içtiği ve yemeği red­dettiği için 53 gün sonra hapisa­ne hücresinde ölmüş. Arada tek kelime etmemiş. Eşi, olay günü­nün gecesi trenle Chicago’ya git­meye karar vermiş olduklarını söylemiş. Anlaşılan bir tür cin­net geçirmiş.

Cinayetlere, seri katillere ve toplu katliamlara ayrılmış veritabanı, Murderpedia.org’a Türkiye’den de 4 katil girmeye “hak” kazanmış.

Cinayet ile cinnet arasındaki köprü sis içinde. İşin içinde hem taşma hizasına ulaşan bir şiddet birikimi, yoğunlaşması sözko­nusu hem bir tetiklenme -kısa devre yapan. Maktûl(ler) hazır­lanandan habersizler. Papin Kar­deşler olayındaki gibi, sınıfsal uçurum bir aymazlık yaratıyor besbelli; felaketin gelmek üzere olduğu okunamıyor.

Öldürme güdüsü insana iç­kin mi? Felsefenin, insanbilimin, ruhbilimin “Kabil kompleksi”­nin etrafında dönüşleri bu yoru­mu güçlü kılar nitelikte. Teolog­ya bağlamında da benzeri yak­laşım göze çarpıyor; bir hadiste “Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki onun kanından Âdem’in birinci oğluna bir pay ayrılmasın” deniyor: “Zira cina­yeti âdet edenlerin ilki odur”.

Hadis iki açıdan düşündü­rücü: Haklı-haksız yere öldür­me ayrımı nedeniyle ve “cinaye­ti âdet etmek”ten sözettiği için. Öldürmek fiilinin bengi cephele­ri bunlar.

“Seri katil”lerin önemli bir bölümünde istek motifi öne çı­kıyor: Öldürme arzusu altedile­mez boyuta vardığında hareke­te geçiliyor. “Murderpedia”ya giren yerli modellerin tümü sağ yakalanmış; uzun hapis yıllarını öldürmeksizin nasıl geçirdikle­rinin onlara sorulup sorulmadı­ğını bilmiyoruz. Denetim altına alınabiliyor mu taşkın öldürme arzusu?

Lager’lerde nihai çözüm ka­rarını alanlar, o kararı sahada milyonlarca kurbanı günbegün öldürerek uygulayanlar, öldür­me/k eyleminin sıradanlaştırıl­ma eşiğini zorlamışlardı: Bel­gesellerden, gündüz yüzlerce insanı “fırınlayan” sorumluların geceleri eşleri ve çocuklarıyla uyumlu (!) bir aile yaşamı sürdü­rebildiklerini öğrendik. Üstelik cellatlık, o cellatların mesleği bi­le değildi.

Edebiyat ve sinema, kurma­ca-gerçek tartısında, “suç dünya­sı”nı eşelerken öldürme tutku­suna yer yer sapkın vurgular­la geniş yer açar oldular. Papin Kardeşler olayının doğurduğu yapıtlara, Rakip’in kitabına ve filmine, Gide’e ya da Melville’e sokuldum yılların içinde; son dö­nemin yapımları irkilterek çekti beni: “Kuzuların Sessizliği”nden “Seven”a, “No Country For Old Men”den “The House that Jack Built”e, giderek öldürmenin es­tetize ediliş biçiminin ürkütücü bir aşamaya vardırıldığını düşü­nüyorum.

Cinayetin Türkiye hâli Abdi İpekçi’den Bahriye Üçok’a, Uğur Mumcu’dan Bedrettin Cömert’e Türkiye’nin siyasal cinayetleri, topluma çok şey kaybettirmiş; hiçbir şey kazandırmamıştı.

De Quincey’in Güzel Sa­natlardan Biri Olarak Cinayet’i (1827) sol anahtarını simgeli­yor bu konuda. Karındeşen Ja­ck’ın ülkesinden ve dilinden gelmiş derin bir ses. Ama Ka­bil’den Carlton’a, oradan Yapı­cıoğlu’na gelen hayvansı çizgiyi asıl Poe’nun öyküsünde buluyo­ruz: Morg Sokağında Cinayet’in (1841) içinde duruyor insanın hayvana teğet hali.

Pablo Sorrentino’nun, İtal­ya’nın siyasal yaşamında kilit rol oynayan Andreotti’yi kuşatan, ne yazık ki “La Grande Bellezza” ayarında olmayan “Il Divo”sunu (2008) izlerken, yarım yüzyıl bo­yunca çizmeyi allak bullak eden siyasal cinayetlerin Türkiye’de­ki ‘karşılık’larını düşündüm ister istemez: Gençliğimin bir bölü­ğünü kurşun vızıltıları arasında geçirdim; Abdi İpekçi’den Bah­riye Üçok’a tanışmadığım, Uğur Mumcu’dan Bedrettin Cömert’e tanıştığım değerli insanları bir takım “görevliler”e öldürttüler.

Ölüm’ün o cephesinin Ha­yat’ımıza ne ölçüde etkisinin olduğunu ölçebildik mi? Bu so­ruyu bir değişkeniyle birlikte ya­nıtlamaya çalışmak gerekir: Öl­çülebilir miydi?

2017’de, uzun ara sonrası ya­yıncılığa etkin biçimde dönünce kitaplarını yayımlamaya başla­dım: Üçok, Kışlalı, İpekçi; belki yakında bir-iki kurbanın kitabı daha…

Kurban idilerse, ne adınaydı? Kayıpları toplumlarına -çok şey kaybettirmiş- hiçbirşey kazan­dırmamıştır.

Ölüm korkusu, çünkü, bir ka­zanım değeri olamaz.