Gündüz yüzlerce insanı “fırınlayan” sorumluların geceleri eşleri ve çocuklarıyla uyumlu (!) bir aile yaşamı sürdürebildiklerini öğrendik. Bizde ise Abdi İpekçi’den Bahriye Üçok’a tanışmadığım, Uğur Mumcu’dan Bedrettin Cömert’e tanıştığım değerli insanları bir takım “görevliler”e öldürttüler. Murderpedia.org’ta listeye giren kimlikleri belli katiller ve bizdeki kurbanlar.
Varlığından haberim yeni oldu, meğer bir “Murderpedia” varmış! Ansiklopedist geleneğe benim gibi ana uçlarından birinden bağlı yaşayanlar açısından değerli kaynak: Murderpedia.org’un içeriği zengin, arama motoru ayrıca ülkelere göre de düzenli olduğu için Türkiye’ye hemen baktım: En az 18 kişiyi öldürdüğü bilinen Yavuz Yapıcıoğlu; “Artvin canavarı Adnan Çolak; 10 kişinin ölümünden sorumlu Ali Kaya ve “yamyam” Özgür Dengiz listeye girmeye ‘hak’ kazananlar.
Kaynağa, Julian Carlton’u yoklarken denk geldim: Frank Lloyd Wright’ın Taliesin I’inde çalışırken, mimarın eşi ve 2 çocuğu başta olmak üzere 7 kişiyi baltayla öldüren ve evi yakan Barbadoslu. Cinayetten 2 gün sonra bulunmuş saklandığı köşede; asit içtiği ve yemeği reddettiği için 53 gün sonra hapisane hücresinde ölmüş. Arada tek kelime etmemiş. Eşi, olay gününün gecesi trenle Chicago’ya gitmeye karar vermiş olduklarını söylemiş. Anlaşılan bir tür cinnet geçirmiş.
Cinayet ile cinnet arasındaki köprü sis içinde. İşin içinde hem taşma hizasına ulaşan bir şiddet birikimi, yoğunlaşması sözkonusu hem bir tetiklenme -kısa devre yapan. Maktûl(ler) hazırlanandan habersizler. Papin Kardeşler olayındaki gibi, sınıfsal uçurum bir aymazlık yaratıyor besbelli; felaketin gelmek üzere olduğu okunamıyor.
Öldürme güdüsü insana içkin mi? Felsefenin, insanbilimin, ruhbilimin “Kabil kompleksi”nin etrafında dönüşleri bu yorumu güçlü kılar nitelikte. Teologya bağlamında da benzeri yaklaşım göze çarpıyor; bir hadiste “Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki onun kanından Âdem’in birinci oğluna bir pay ayrılmasın” deniyor: “Zira cinayeti âdet edenlerin ilki odur”.
Hadis iki açıdan düşündürücü: Haklı-haksız yere öldürme ayrımı nedeniyle ve “cinayeti âdet etmek”ten sözettiği için. Öldürmek fiilinin bengi cepheleri bunlar.
“Seri katil”lerin önemli bir bölümünde istek motifi öne çıkıyor: Öldürme arzusu altedilemez boyuta vardığında harekete geçiliyor. “Murderpedia”ya giren yerli modellerin tümü sağ yakalanmış; uzun hapis yıllarını öldürmeksizin nasıl geçirdiklerinin onlara sorulup sorulmadığını bilmiyoruz. Denetim altına alınabiliyor mu taşkın öldürme arzusu?
Lager’lerde nihai çözüm kararını alanlar, o kararı sahada milyonlarca kurbanı günbegün öldürerek uygulayanlar, öldürme/k eyleminin sıradanlaştırılma eşiğini zorlamışlardı: Belgesellerden, gündüz yüzlerce insanı “fırınlayan” sorumluların geceleri eşleri ve çocuklarıyla uyumlu (!) bir aile yaşamı sürdürebildiklerini öğrendik. Üstelik cellatlık, o cellatların mesleği bile değildi.
Edebiyat ve sinema, kurmaca-gerçek tartısında, “suç dünyası”nı eşelerken öldürme tutkusuna yer yer sapkın vurgularla geniş yer açar oldular. Papin Kardeşler olayının doğurduğu yapıtlara, Rakip’in kitabına ve filmine, Gide’e ya da Melville’e sokuldum yılların içinde; son dönemin yapımları irkilterek çekti beni: “Kuzuların Sessizliği”nden “Seven”a, “No Country For Old Men”den “The House that Jack Built”e, giderek öldürmenin estetize ediliş biçiminin ürkütücü bir aşamaya vardırıldığını düşünüyorum.
De Quincey’in Güzel Sanatlardan Biri Olarak Cinayet’i (1827) sol anahtarını simgeliyor bu konuda. Karındeşen Jack’ın ülkesinden ve dilinden gelmiş derin bir ses. Ama Kabil’den Carlton’a, oradan Yapıcıoğlu’na gelen hayvansı çizgiyi asıl Poe’nun öyküsünde buluyoruz: Morg Sokağında Cinayet’in (1841) içinde duruyor insanın hayvana teğet hali.
Pablo Sorrentino’nun, İtalya’nın siyasal yaşamında kilit rol oynayan Andreotti’yi kuşatan, ne yazık ki “La Grande Bellezza” ayarında olmayan “Il Divo”sunu (2008) izlerken, yarım yüzyıl boyunca çizmeyi allak bullak eden siyasal cinayetlerin Türkiye’deki ‘karşılık’larını düşündüm ister istemez: Gençliğimin bir bölüğünü kurşun vızıltıları arasında geçirdim; Abdi İpekçi’den Bahriye Üçok’a tanışmadığım, Uğur Mumcu’dan Bedrettin Cömert’e tanıştığım değerli insanları bir takım “görevliler”e öldürttüler.
Ölüm’ün o cephesinin Hayat’ımıza ne ölçüde etkisinin olduğunu ölçebildik mi? Bu soruyu bir değişkeniyle birlikte yanıtlamaya çalışmak gerekir: Ölçülebilir miydi?
2017’de, uzun ara sonrası yayıncılığa etkin biçimde dönünce kitaplarını yayımlamaya başladım: Üçok, Kışlalı, İpekçi; belki yakında bir-iki kurbanın kitabı daha…
Kurban idilerse, ne adınaydı? Kayıpları toplumlarına -çok şey kaybettirmiş- hiçbirşey kazandırmamıştır.
Ölüm korkusu, çünkü, bir kazanım değeri olamaz.