Bugün Magna Carta, kanun önünde eşitlik ve adalete süratli erişim gibi “hukukun üstünlüğü”nün temelini oluşturan birçok prensibin çıkış noktası kabul ediliyor. 13. yüzyıl İngiltere’sinin koşulları ve güç dengelerinde bir dizi tartışmalı yönü olan bildirge; 17. yüzyıldan itibaren mutlakiyetçi yönetimlere karşı bir sembol konumuna yükseldi.
Baronlar diye anılan soylular, piskoposlar ve İngiltere kralı arasında bir barış antlaşması olan ve daha sonra Magna Carta olarak adlandırılacak doküman, Kral John’un (“Yurtsuz John” / 1166-1216) kıta Avrupa’sındaki topraklarını kaybetmesiyle başlayan bir sürecin sonunda ortaya çıktı. İngiltere Krallığı, Kral John’un tahta ilk geçtiği yıllarda Normandiya ve Anjou’yu Fransa Krallığı’na kaybetmişti; sadece Akitanya elinde kalmıştı. Krallık, kaybettiği bu toprakları geri alabilmek için baronlardan yüklü miktarda borç aldı; onlardan asker talep etti ve vergileri arttırdı. Kralın giderek keyfîleşen tutumu sonucunda, soylular 1214’te ayaklanarak John’un yönetimine tepki gösterdi. Çaresiz kalan kral, talep edilen belli hakları onlara vermeyi kabul etti: Londra’nın hemen batısındaki Windsor kentinde, Runnymede çayırında 15 Haziran 1215’te gerçekleşen buluşmada; Canterbury Başpiskoposu Stephen Langton’un hazırladığı taslaktan oluşturulan ve bugün Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi) olarak bilinen meşhur antlaşma metni imzalandı.
Magna Carta’dan öncesi de vardı: 1100 yılındaki sözleşme
Britanya Adaları, tarih boyunca farklı kavimlerce işgal/istila edilip ardından yine onlar tarafından yurt edinildi. Son işgalciler olan Normanlar, 1066’da kendilerinden önceki Anglo-Saksonları Hastings Muharebesi’nde mağlup etmiş ve ardından Normanların lideri William, tüm İngiltere’yi tek bir taç altında birleştirmişti. Bu durum, çoğunluğu Anglo- Sakson kökenli eski toprak sahibi soylular, kilise topraklarını idare eden üst düzey din görevlileri ve yeni gelmiş olan Norman soylular arasında toprakların bölüşümü/paylaşımı konusunda sorun çıkardı. Bunlar dışında kalan halkın çoğunluğu da Norman soyluları henüz benimsememişti.
1100’e gelindiğinde Kral 2. William bir av partisinde şüpheli bir oka hedef oldu ve yerine kardeşi 1. Henry geçti. Norman fethinden 34 yıl sonra, tahttakilerin gücü ve meşruiyeti tartışmalı hâle gelmişti. Özellikle 2. William’ın keyfî idaresi, gücünü kötüye kullanması ve derebeylerini aşırı vergilendirmesi bu duruma katkıda bulunmuştu. 1. Henry, tahta geçtikten sonra konumunu sağlamlaştırmak adına bir metin hazırlatarak, baronlara ve kiliseye bazı haklar/ tavizler vermişti. “Özgürlükler Sözleşmesi”(Charter of Liberties) adı verilen bu metin 115 yıl sonra Stephen Langton’a kaynak oluşturacaktı. 1. Henry bu bildirgeyle ve yönetimi sırasında hukukun üstünlüğüne verdiği önemle, kısa süre sonra “Adaletin Aslanı” olarak anılmaya başlandı.
Kimi tarihçiler ise bu bildirgenin de İngiliz hukuk geleneğinde bir ilk olmadığını; Norman istilasından önce zaten soylular ve kral arasında belirli imtiyaz antlaşmaları bulunduğunu; Norman istilasıyla bu geleneğin bozulduğunu söyler. Bununla birlikte “Özgürlükler Sözleşmesi” öncesi böylesi kapsamlı ve somut maddeleri olan bir belge bulunmamaktadır.
Bozulan antlaşma 2 sene sonra kabul edilecekti
Bir barış antlaşması olarak imzalanan Magna Carta, kısa süre sonra tarafların antlaşma maddelerine uymaması sonucu bozuldu. Baronlar, “isyancı” ilan edilen baronları da konseylerine dahil etmiş, ordularını dağıtmamış ve Kral John da kısa bir süre sonra memnun olmadığı bu durumdan kurtulmak için Papa 3. Innocentius’a başvurarak Papalığın antlaşmayı geçersiz kılmasını sağlamıştı. Hatta Papalık, metni hazırlayan Stephen Langton’ı da başpiskoposluk görevinden uzaklaştırmıştı.
Böylece antlaşmanın hemen ardından, 1. Baronlar Savaşı adı ile anılan savaş patlak verdi ve bu esas olarak tahttaki hanedanı değiştirme mücadelesine dönüştü. Fransa Veliaht Prensi Louis (gelecekte Kral 8. Louis), babasına ve Papa’nın ikazına rağmen İngiltere’yi işgal etti. Bu savaş sırasında Kral John dizanteriden vefat etti ve yerine henüz 9 yaşındaki oğlu 3. Henry tahta geçti. Bu sırada baronların büyük bir kısmı da Louis’nin karşısında mevcut krallarını destekledi. 3. Henry savaşa sebep olan bildirgeyi kabul etti; ayrıca 1217’de İngilizlerin zafer elde etmesi üzerine bu antlaşmayı tekrar imzaladı.
Antlaşma, “büyük” (Magna) unvanını 2 yıl sonra, 1217’de aldı
Kralın baronlara ve üst düzey ruhban sınıfa verdiği imtiyazları içeren barış antlaşmasının ismi 1215’te henüz “Magna Carta” değildi. Kral imzalayana kadar metnin adı “Baronların Maddeleri” veya “Baronlar Nizamnamesi” (Articles of the Barons) idi. Kralın mührüyle bir kraliyet fermanına/bildirgesine dönüştü; fakat bugün bilinen ismini alması 1217’de gerçekleşti. Bu tarihte Kral 3. Henry tarafından kabul edilerek tekrar duyurulan antlaşma yanında, bir de “Ormanlar Sözleşmesi” (Charter of the Forest-Carta Forestae) adlı başka bir antlaşma daha yapıldı. Önemli bir ticari kaynak olan ormanlar ve kraliyet ormanlarının kullanımını düzenleyen bu bildirge ile ayrımını yapabilmek için, 1215 bildirgesine “Magna Carta” (Büyük Sözleşme) adı verildi. 1215’teki “antlaşma” bir bölünmüşlüğün sonucuyken, 1217’deki bir birliğin ifadesi olmasıyla “büyük”lük kazanmıştı.
Önemini kaybeden Magna Carta, 17. ve 19. yüzyılda mitleştirildi
Bugün Magna Carta’ya bir evrensellik ve hukukun üstünlüğü kavramının kökeni olma niteliği atfedilse de, bu bildirge aslında Britanya Adaları’ndaki tarihsel bir dönemin özel şartlarına has siyasi ve ekonomik paylaşımı düzenleyen bir belgeydi. Yeni Norman kral ve yöneticiler, Haçlı Seferleri’ne giden kral ve soylular (John’un selefi ve ağabeyi, Haçlı Seferleri’nin ünlü figürü Aslan Yürekli Richard idi) ve Norman yöneticilerin de teşvikiyle kilisenin eskisinden daha güçlü bir şekilde Britanya Adaları’nda organize olması, bu özel şartları getirmişti.
Başa geçen her İngiltere Kralı, kendinden öncekilerin imzaladığı Magna Carta’yı tekrar imzaladıysa da, bu zamanla sadece bir formaliteye dönüştü. Her kral yine kendi şartlarına göre daha az veya çok mutlakiyetçi bir siyaset sürdürdü. Zaten 3. Henry döneminde artık parlamentoya dönüşmüş olan “büyük konsey”lerin çıkardıkları kanunlar, sözleşme maddelerini fiilen anlamsız kılıyordu.
“Magna Carta”yı yeniden gündeme getiren ve ona evrensel bir anlam yükleyen ise 17. yüzyılın ünlü hukukçusu Edward Coke (1552-1634) oldu. Stuart Hanedanı’nın ilk İngiltere kralları 1. James ve 1. Charles, 1603’ten 1649’a kadar kralların Tanrı’dan gelen sınırsız haklara sahip olduğu düsturuyla mutlakiyetçi bir iktidar sergiliyor, parlamento da bu anlayışa karşı çıkıyordu. Coke’un bu tarihî Magna Carta’ya ve siyasi geleneğe yaptığı vurgu, işte bu tepkinin bir ifadesiydi. Kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan İngiliz Devrimi (1640) ve ardından 1688’deki Şanlı Devrim (The Glorius Revolution) yine Coke’un Magna Carta’yla ilgili argümanlarını kullanacaktı.
“Whig tarih yazımı”nın (kabaca parlamentocu/parlamenter monarşist) artık zirve yaptığı Viktorya Dönemi’nde (1837- 1901), o zamanın ünlü tarihçisi William Stubbs, Magna Carta’yı tekrar ele aldı. Bu antlaşmanın İngiltere’nin anayasal tarihinde ileriye doğru büyük bir adım ve parlamentonun evriminde kilit bir hadise olduğunu vurgulayarak Magna Carta’yı mitleştirdi. Magna Carta, İngiliz parlamentosu ve anayasasının kökeni değilse de tarihsel süreçte her ikisinin de en önemli ilham kaynağı durumuna geldi.
Amerika’daki toprak sahiplerine de yüzyıllar sonra ilham oldu
Magna Carta sadece İngiltere’deki mutlakiyet karşıtlarına değil, İngiltere’nin sömürgesi olan Amerika kıtasındaki kolonilere ve oradaki ayrılıkçılara/bağımsızlıkçılara da ilham verdi. Coke’un çalışmalarından ve İngiltere’deki gelişmelerden haberdar olan “13 Koloni”deki toprak sahipleri, Magna Carta’daki baronlardan esinlenerek tıpkı onlar gibi adil vergilendirme isteyip hukukun keyfî uygulanmasına karşı bir mücadele başlattı. Bu mücadele daha sonra bağımsızlık savaşına dönüşecekti.
Bağımsızlıktan sonra ABD Anayasası, Magna Carta’daki bazı maddeleri temel aldı ve kullandı. Bugün bile ABD’de birçok hukuki alanda bu ünlü bildirgeden alıntı yapılmaktadır.