Batı’nın bugün “karanlık çağ” dediği dönemde Arap coğrafyası “altın çağı”ndaydı. Antik medeniyetlere yeni icatlar ekleyerek dünya kültürünü yeniden kurguladılar ve insanlığı geçmişiyle buluşturdular.
Müslümanların Avrupa’daki etkinlikleri genel olarak askeri açıdan incelenmiş, bunun teknik/ teknolojik plandaki uzantıları çoğu zaman savaşlarla sınırlı bırakılmak istenmiştir. Oysa, İslâm uygarlığının Avrupa’da boy göstermesi geniş bir coğrafi alanda düpedüz yerleşik bütün değerlerin ve görgülerin altüst olmasına yol açmıştı. Dinsel açıdan, Batılının gözünde en önemli düşman kalmıştı İslâm; ama uygarlık sorunları açısından, katkıları yadsınamayacak ölçüde bariz ve belirleyici idi. Antik dünyanın kültürel ve bilimsel açıdan Müslümanlarca özümsenmiş olması, bu kültürel birikimin yeniden Batı dünyasına dönmesini sağladı.
İslâm uygarlığının Avrupa’da güçlü olduğu dönemde getirdiği katkılar arasında en az değerlendirilmiş olanı tarım teknolojisi konusundadır. Yalnızca toprak ürünleri konusunda değil, kumaşçılık, hayvancılık ve besin üretiminin değişik dallarında Araplar, Avrupalı’ya önemli buluşlarla gelmişlerdir. Bütün bu alanlarda, Müslüman kültürün sentezci dehâsı, ilişkide bulundukları değişik kültürlerin olumlu noktalarını buluşturmada kendini göstermiştir. Kendi öz kaynakları başta olmak üzere, Uzakdoğu’dan Batı Dünyasının en uç bölgelerine kadar eski-yeni tüm uygarlıkların değerlerine yakınlık duymaları sağlamıştır bu sentezi.
Arapların gelişkin tarım teknikleri Avrupa’da, tarım sektöründe bir devrim yaşanmasına yol açacaktı. Çöl koşullarıyla yüzyüze gelmiş olmanın verdiği alışkanlıkla, Araplar, sulama alanında yep yeni teknikler geliştirmişlerdi. Zeytin yetiştirme konusunda da, özellikle İspanya’da, Arapların katkısı büyük olmuştur. Zeytinyağcılık alanında da Endülüs nam salacaktı. 8. yüzyılla 11. yüzyıl arasında, Avrupa topraklarında o güne dek varlığı bile pek bilinmeyen pek çok ürün ekildi. Bunların bazıları Antik zamanlarda biliniyordu belki, ama Müslümanlar gelmeden çok önce unutulmuşlardı. Böylelikle ıspanak, ağaçkavunu, limon ve narenciye ürünleri Akdeniz ülkelerine yayıldı. 11. yüzyıl başında İspanya’ya getirilen lahana buradan tüm kıtaya sıçradı. Kayısı, milâttan önce tanınırdı Avrupa’da, ama sonradan unutulmuştu, yeniden Müslümanlarla birlikte yaşlı kıtaya dönüş yaptı. Hindistan yoluyla getirdikleri şeker kamışı da bu dönemde Endülüs’te ve Sicilya’da ekilmeye başlandı. Ama asıl büyük buluş pirinç oldu; o da Hindistan yoluyla ama Arapların elinden Avrupa’ya girdi. Müslüman dünyanın Avrupa’ya getirdiği kalıcı bir alışkanlık da baharat kullanımı oldu: Tarçın, misk, karanfil, safran ve zencefil o döneme kadar Batılının bilmediği, duymadığı ürünlerdi. Bu, mutfak kültüründe öylesine yoğun bir değişiklik yarattı ki, Maxime Rodinson, Ortaçağ’da Batı yemeklerinde gözle görülür bi çimde “Doğu tadı” olduğunu ileri sürecekti. Çorba ve soslarda kullanılan baharat türlerinin çeşitliliği, İtalyan yemek tariflerinde en yetkin tad olarak tanımlanan “Tatar yemeği kadar güzel” türünden deyimler, yemekleri tatlıyla bitirme alışkanlığı somut örneklerdir. Sicilya krallarının pek çoğu da saray aşçısı olarak Müslümanları yeğlemişlerdir. İslâm dünyası aracılığı ile Batılıların tanıdıkları pek çok toprak ürünü olmuştur, buna karşılık Avrupalıların Müslümanlar sayesinde tanıdıkları iki hayvan türünden söz edilebilir: Deve ve manda. Yalnızca askeri amaçlarla kullanılan deve bu yeni iklim koşullarını benimsemedi. Bazı Arapça risalelerde ‘sinirli ve uykusuz’ bir hayvan olarak adı geçen manda buna karşılık yerleştiği yeni kıtada aranan bir hayvan türü oldu. Koyun ve at tanınıyordu Avrupa’da, ama Müslümanlarla birlikte yeni türleri oluştu: En bilinen örnekler Arap atları ve Merinos koyunlarıdır.
Arapların Avrupa’ya getirdikleri çok önemli sanayi ürünleri vardır. Ünlü Murano cam sanayinin köklerinde İslâm tekniği yatar. Halıcılık, yünlü dokumacılık, ketenin yaşlı kıtada ilk görünüşü hep Müslüman kültürün armağanlarıdır. Başka bir ürünün Avrupa’ya ilk gelişi de Arapların eliyle gerçekleşmiştir: Kâğıt. 794’de, Bağdat’ta, Harun Reşid’in veziri Cafer ilk kâğıt atölyesini kurmuş ve Müslümanlar yapımını Çinlilerden öğrendikleri bu önemli ürünle Avrupa kültürünü derinden etkileyecek bir sürecin başlamasına yol açmışlardı. Parşömenin ve papirüsün görevi bitmişti artık: Kâğıtla birlikte Avrupa’da yazılı kültürün egemenliği başlayacaktı.
Çağdaş bilim tarihçilerinin önde gelenlerinden Alexandre Koyré, eskilerin bilim dünyasıyla yenilerinki arasında iki temel kavram aracılığı ile net bir ayrımlaştırma yapar: Eskilerin bilim anlayışında “yaklaşık” olan hedeflenirdi, yeniler “kesin” olanı hedeflemekteydiler. Bu doğruluğu kanıtlanmış ölçülere bakılırsa, İslâm uygarlığının bilim alanında, pozitif bilgiler konusunda getirdikleri katkıyı tanımlamak güçtür. Müslümanlar, bir yandan bilimsel araştırma planında “kesinliğin” öncüsüdürler, bir yandan da tipik Ortaçağ akıl yürütme biçiminin temsilcisi sayılabilecek bir perspektif getirmişlerdir. Bilimsel planda tıpkı tarımsal yenilikler planında olduğu gibi, İslâm’ın Avrupa uygarlığına getirdiği en önemli kültürel katkı modernlik deneyimi ile antik çağların unutulmuş birikimini birleştirmiş olmasıdır. Böylelikle, bu toplam birikim yeniden düşünülmüş, kesinleştirilmiş ve eşgüdümlü biçimde incelenebilmiştir.
Bilim tarihçisi Alessandra Bausani, İslâm’ın bilgilenme süreci açısından en özgün yanının birikimin geniş kitlelere yayılmasına önayak oluşunda ortaya çıktığı görüşündedir. Antik dünyada ve Ortaçağ Avrupasında yazının yaygın bir iletişim aracı olmaması, bu konuda ileri bir aşamada olan İslâm dünyasının öncülüğüne yol açmıştır. Arapların Sanskrit, Yunanca gibi dillerden çevirdikleri metinler de Arapçadan Batı dillerine aktarılmıştır. Özellikle İspanya’da, Toledo Okulu’nun çevirmenlerince Batı’ya ulaştırılan bilimsel veriler bir ölçüde de Sicilya kanalından yerleşiklik kazanmıştır.
İslâm’ın yaygınlaşmasına en çok katkıda bulunduğu bilim dalı astronomi konusundaki terminolojinin ne ölçüde Arapçadan etkilendiğini uzun uzadıya gösterecek değiliz. Ptolemeus’un astronomi kitabı 9. yüzyılda Araplar tarafından çevrilmişti, 1175’te Arapçadan Latinceye çevrildiğinde büyük bir perspektif genişliği getirdi. İşin ilginç yanı, 15 yıl önce aynı kitap Yunancadan Latinceye çevrilmiş, ancak kimsenin haberi olmamıştı.
Müslümanların astronomi konusundaki tek kaynağı Antik dünya değildi elbette: İranlıların ve Hintlilerin bu konudaki deneyimlerinden yararlanmışlar, bunlara kendi gözlemlerini eklemişlerdi. Abbasiler 9. yüzyıldan başlayarak astronomiye ağırlık vermişler, çok sayıda klâsik metni Arapçaya kazandırmakla yetinmeyip dev bir gözlemevi kurmuşlardı. İki yüzyıl boyunca Araplar astronomi alanında gelişmelerini sürdürdüler: Batı dünyasında Alfraganus, Albatenius ya da Azarkiel adıyla tanınan büyük Arap astronomları çok revaçtaydı. Batı’daki ilk gözlemevleri Doğu’dakiler örnek alınarak inşa edildi; 11. yüzyılda Azarkiel (El Zerkâlî), Toledo’daki gözlemevinden yararlanıyor, Cabir bin Aflah ise Sevilla’daki gözlemevinde kuramsal çalışmalarını yürütüyordu. Aradaki zaman farkını Carlo Nallino şöyle dile getirmiştir; “16. yüzyılın ikinci yarısına dek Müslümanların gözlemevlerinin düzeyine erişilememiştir”.
Astronominin “kardeşi” sayılan astroloji konusunda da Araplar etkili oldular. Ebu Mazhar’ın antik dünyadan aldığı üç ayrı astroloji dalını geliştirmesi Ortaçağ Avrupası’nda belirleyici oldu: Kişi falı, siyasal-törel fal ve ‘kritik’ durumlarda yıldızların istek üzerine o anda incelenip değerlendirilen konumlarıyla oluşan fal bu üç dalı kaplıyordu.
Avrupa’ya, matematik konusunda İslâm kanadından gelen yeniliklerin en ünlüsü “Arap rakamları”dır. İşin ilginç yanı, bu harfleri Araplardan çok Avrupalıların kullanmış olmasıdır. Pisalı matematikçi Leonardo Fibonacci 1202’de yazdığı ünlü Liber Abbaci’de bunları kullanmıştı. Matematikte bir devrim oluşturmuştu Arap rakamları ve 9. yüzyıldan başlayarak İslâm dünyasında matematik bilginleri inanılması güç yoğunlukta bir üretim gerçekleştirmişlerdi.
Arapların en ileri gittikleri dal trigonometri olmuştu: Yanlış anlaşılmış bir Arapça kelimeden türetilen “sinüs” çözümleri Hindistan’dan aktarılmıştı, eski Yunanlılarda bile bilinmeyen bu yaklaşım Avrupalıların bilim anlayışını değiştirecekti. Trigonometrik ilişkiler ve fonksiyonlar üzerine dayalı matematik anlayışı İslâm dünyasının Batı bilimine getirdiği vazgeçilmez bir katkı olmuştur.
Tıp konusunda Müslümanların getirdikleri katkıları özetlemek bir hayli gü. bir iştir. Bu alandaki en önemli buluşlar, iki önemli Arap bilgininin kitaplarının Batı dillerine aktarılmasıyla gerçekleşmeye başlamıştır: Bunlar Razi’nin ve İbni Sina’nın kitaplarıdır. Razi 9. ve 10. yüzyıllarda yaşamıştı; çok sayıda kitap yazmış olan bu bilge kişi, özellikle pratik gözlemleri ve klinik deneyimi aracılığıyla evrensel tıbba olağanüstü .l.üde yardımcı olmuş, hekimlik tarihinin en güvenilir .ncülerinden biri olarak selamlanmıştır. İbni Sina’ya gelince, onun yapıtı o kadar büyük bir prestij sağlamıştı ki, etkisi 18. yüzyıla kadar sürecekti.
Doğu’dan Batı’ya geçen bilimsel görgü ve bilgilerin yatağı olmuştur Endülüs. İslâm dünyasının yetiştirdiği en büyük cerrah sayılan Ebu Kasım, Latin metinlerinde Albucasis adıyla üne kavuşmuş Kurtubalı bir Araptı. İspanya’da, bir de en ünlüleri Ebu Mervan Abdülmelik olan İbni Zuhr ailesi tıp alanında şöhret kazanmıştı, onlar da Latince kitaplarda Avenzoar namıyla anılmışlardır.
Özellikle Mısır’da göz hekimliği en ilerlemiş tıp dalı haline gelmiştir. Bu büyük ilerlemenin önemli bir nedeni Müslümanların optik alanında hayli gelişmiş bir araç ve bilgi kaynağına sahip olmalarıydı. Batı metinlerinde Alhazen olarak adı geçen İbni Haytam, Gérard de Crémone tarafından Opticae Thesaurus başlığıyla Latinceye çevrilen Kitab el-Manazır adlı kitabıyla İslâm dünyasının Batıda en geniş etki alanı kuran bilgini olmuştur. Onun aracılığı ile, Batılılar yalnızca Antik dünyanın optik alanındaki buluşlarını “yeniden” öğrenmekle kalmamışlar, bu Müslüman dahinin kendi buluşlarından da büyük dersler çıkartmışlardı. Karanlık oda deneyleri, retina üzerinde etüdleri, ışık ve yansıma kurallarıyla ilgili yasaları İbni Haytam’ın en belirgin bilimsel katkıları sayılmıştır ve bu büyük bilginin biraz daha yaşayabilse, mercek üretebileceği görüşüne varılmıştır.
Bu kuşbakışı tarama hızıiçinde Ortaçağ Avrupasının tanıma olanağını bulamadığı başka Müslüman isimlerdensöz etmedik. El-Biruni matematik, astronomi, astroloji ve fizik alanında ayrı ayrı yeteneklere sahip büyük bir dehaydı ama Batılılar onu tanımamıştı. Ömer Hayyam da öyle: Avrupalıların 19. yüzyılda büyük bir şair olarak selamladıkları Hayyam aynı zamanda cebir alanında önemli bir isimdi. İbni Nafi, Harvey’den tam üç yüzyıl önce kanın ciğerde dolaşımını keşfetmişti. Müslümanların ilaç yapımındaki yetkinliklerinin ne ölçüde gerçeği yansıttığını kestirmek kolay değildir: Eczacılık ile simyacılık, böyle bir mesafeden bakıldığında, Müslümanların iç içe geçmiş uğraşlar olarak süre götürdükleri tek bir bilim dalını andırır. Bu alanda, Müslüman dünyanın yetiştirdiği en büyük isim Cabir’dir şüphesiz. Batı dillerindeki metinlerde Geber olarak anılan bu ilginç bilgine 3.000’i aşkın risale mal edilmişse de, bu yanlıştır. Öte yandan, Cabir ile Geber’in örtüştürülmesi olanaksız gibidir. Ne olursa olsun, Batının bilim dünyasında ondan fazla anılmış ikinci bir kişi bulunamaz, dense yeridir. Ve onun sayesinde, bir kez daha İslâm dünyası Avrupa’ya yepyeni bir bilim dalının ufkunuaçacaktı: Kimya.
Felsefe alanında da İslâm uygarlığının Batı serüveni, kendisinden önceki birikimin toplu bir değerlendirmesiyle başladı. Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle Avrupa insanı, kültür tabanını neredeyse yitirmişti, öyle ki eski Yunan’ın büyük düşünürlerinden birkaçının yalnızca adı biliniyordu. Oysa Doğu’da, tam tersi bir kültürel süre. yaşanmaktaydı: Eski Yunancadan klâsik metinlerin en önemlileri Arapçaya aktarılmıştı ve Araplar düpedüz Batı’nın kültürel mirasının bekçileri durumuna gelmişlerdi. Ancak, felsefe alanındaki Doğu-Batı ilişkileri, pozitif bilgi alanlarında olduğu gibi kolaylıkla gerçekleşmedi: çünkü felsefeyi dinsel kaygılardan soyutlayarak ele almak neredeyse olanaksızdı. Hıristiyanların bu konuda büyük direniş içine girmeleri nedensiz değildir: Bir başka dinin boyunduruğuna girme korkusu, o dinin düşünürlerine kapalı olmaları için yeterli bir gerekçeydi. Şüphesiz, İslâm düşünürlerinin önemini kavrayan insanlar oldu Batı’da, ancak bunlar çok dar bir çevre oluşturdu.
İslâm düşünürlerinin önemi genel olarak yadsınırken, çelişkili bir biçimde onların antik felsefecilerden aktardığı birikim baştacı edilmiştir. Kindi, Farabi, Gazzali, İbni Sina ve İbni Rüşd bu nedenle olsun, gündemde uzun süre kalmışlardır. İbni Sina, eski Yunan düşüncesinden yola çıkarak, İslâm felsefesinde bir başına çığır açabilmiş önemi tartışılamayacak bir düşünürdü. Ermiş Augustinus’un çömezleri, İbni Sina’nın düşünce dünyasına mührünü vurmuş Aristo felsefesinin cazibesinden sıyrılamadılar: Orada, Hıristiyanlığa yeni perspektiflergetirmelerini sağlayacak vazgeçilmez ipuçları bulmuşlardı. Bu etki öylesine dallanıp budaklandı ki, bir tür “İbni Sina’laşmış Augustinus” öğretisi çıktı ortaya. Ortaçağ Avrupa düşüncesinin tüm önemli isimlerinde bu garip çiftleşmenin bariz izleri g.rülür. Roger Bacon’da bu etkinin aldığı boyutlar şaşırtıcıdır: Müslümanlığı kabul etmemekle birlikte, ders verdiği üniversitelerde, kürsüye Arap giysileriyle çıktığı bir rivayet değildir. İbni Sina’nın dolaylı biçimde, önemli düşünürleri etkilediği sonradan anlaşılmıştır: Akinalı Thomas, Albertus Magnum ve Duns Scotus bunların başında gelir. Ancak, Batı felsefesi tarihlerinde hiçbir zaman “İbni Sina’cılık”tan söz edilmemiş, bu düşünürün etkisi aktardığı antik düşünce zemini ile sınırlı kılınmıştır.
Kurtubalı düşünür İbni Rüşd’ün (1126-1198) yazgısı daha çetrefil olmuştur. Onun düşüncesi geniş ölçüde özgün sayıldığı için, etkisi de daha kalıcı olmuştur gerçekte. Ama, ters orantılı biçimde, doğurduğu antipati inanılması güç boyutlara varmıştır. .lümünün ardından adı bir sövgü olarak kullanılmaya başlanmış, Paris Üniversitesi’nde onun önemini kabul edenler Kilise tarafından uzaklaştırılmış, Fransa’dan sınırdışı edilen bu düşünce, bu kez İtalya’da etki alanı kurmuş, amaPadova Üniversitesi’nde de, başta Petrarca olmak üzere bütün “büyük baş”ları ürkütmüştü.
İki dünya arasındaki felsefi diyalogun kapısı iki dünya tarafından da kapatılmıştı. İbni Sina ve İbni Rüşd’ün İslâm dünyasındaki etki alanları, ilginç biçimde, Gazzali’nin ortaya çıkmasından sonra iyiden iyiye azalmış, bu iki büyük düşünür için yüzyıllar sürecek bir unutuluş dönemi açılmıştı.