Sultan II. Mustafa’nın kişiliği ve 17. yüzyıl sonu 18. yüzyıl başı, sekiz yıllık kısa saltanatı, Osmanlı tarihinin kritik bir evresidir. Ordunun başında cepheye giden, hem zafer kazanan hem hezimete uğrayan son padişah odur. Saltanatını noktalayan Edirne Vak’ası da oluşu ve sonucuyla tektir. Şeyhülislâm ve hocası Feyzullah Efendi’nin etkisinden çıkamayan, Edirne Sarayı’ndaki son padişah, 1699 Karlofça Antlaşması’yla Avrupa kapısı yüzüne kapanan II. Mustafa’nın ve bir dönemin hikayesi.
Osmanlı tahtına oturanların 22.si olan II. Mustafa, Sultan İbrahim’in torunu, IV. Mehmed’in oğlu, art arda iki amcanın – II. Süleyman ve II. Ahmed- ardılı, öz kardeşi III. Ahmed’in önceliydi. Annesi Girit’te Resmo’ya yerleşmiş Venedikli Vezizi ailesinden, asıl adı bilinmeyen cariye kökenli Emetullah Râbiâ Gülnuş Sultan’dı.
Köprülü vezirâzamların, baba IV. Mehmed ile amcalar II. Süleyman ve II. Ahmed’e dayattıkları “Edirne’de saltanat sürme”nin son örneği olan II. Mustafa, IV. Mehmed’in 24 yaşındayken dünyaya gelen ilk şehzadesiydi. Daha sonra doğan şehzadelerden ikisi çocuk yaşta öldüğünden, Mustafa ve 9 yaş küçük Ahmed (III.), 40 yıl saltanat süren IV. Mehmed’in hayata tutunabilen iki oğludur. Ama Osmanlı hanedanı II. Mustafa’dan değil, III. Ahmed’den sürmüştür.
Edirne Sarayı’nda özel eğitim gören Mustafa ve kardeşi Ahmed’in baş hocaları, Erzurumlu Feyzullah Efendi idi. Bu “taşra âlimi”nin, av tutkunu padişah IV. Mehmed’den şehzadelerinin eğitimi için bir öneri alıp almadığı bilinmiyor. Buna karşılık babaanne Turhan Valide Sultan’ın bu torunları için 1675’te Edirne’de düzenlenen sünnet düğününü çok önemsediği biliniyor (Şehzade Mehmed’in (III.) 1582’de İstanbul Atmeydanı’ndaki eşsiz sünnet düğünü de, babaanne Nûrubânû, anne Safiye Sultanlar için bir torun mürüvveti olmuş, sûr-ı hümâyûn denen her iki düğünün anıları, Osmanlı kültürüne görsel-yazılı eserler kazandırmıştır).
IV. Mehmed, büyük oğlu Mustafa’yı sefer bahanesiyle Balkanlar’a, Eflâk’a, Boğdan’a yaptığı av partilerine götürürmüş. Önceleri çocuk sonra genç şehzade, eski şehzadeler gibi Şimşirlik hapsinde değil, Osmanlı Balkanları’nı gezip dolaşarak tarih, coğrafya, ülke, kent, köy kasabalar görmüş, bilgi görgü edinmiş, bu donanımda tek padişah adayı olma şansını yakalamıştı. Bu bakımdan babası 1687’de alaşağı edildiğinde 23 yaşında ve ideal bir padişah adayıydı. Oysa vüzera ve ulema takımları kolay söz geçiremeyecekleri bu şehzadeyi değil, 40 yıl Şimşirlik’te kapalı kalmış, dünyadan habersiz, göçkün amcaları II. Süleyman’ı, sonra II. Ahmed’i, “ekber evlat” diyerek tahta oturttular ve Mustafa’yı daha bir sekiz yıl beklettiler. Mustafa bu iki amcanın kısa saltanatlarını, çoğunlukla Edirne sarayında tutuklu geçirdi.
II. Ahmed ölümcül durumda iken devlet erkânı, “oğlu İbrahim’i mi, Mustafa’yı mı tahta oturtalım” diye tartışırlarken atağa geçen II. Mustafa, Edirne Sarayı’ndaki dairesinden Has Oda’ya geçip bir oldubittiyle 6 Şubat 1695’te tahta oturdu!
O günlerin bir gözlemcisi olan Has Oda erkânından tarih yazarı Fındıklılı Mehmed Ağa, II. Mustafa’nın tahta çıktığı o günlerde Nusretnâme adıyla bir tarih yazmakla görevlendirilmişti. Mehmed Ağa o günü şöyle yazmış: “Ben Sultan Mustafa’nın oturduğu haneye koşarak muştu verdim. Kendisini Has Oda tarafında bulunan Demir Kapı önüne getirdim. Arz ağaları karşıladılar. Doğruca taht odasına gittik. Padişahımız Hz. Peygamber’in mübarek hırkalarının eteğinde iki rekât şükür namazı kılıp dua ettikten sonra, sırtında içeride giydiği yeşil şal kaplı samur erkân kürkü olduğu halde, başına küçük sarık üzerine muarassa tuğ takarak biat töreni için dışarı çıkarken Arz Odası önünde şehzadelik imamı Ali Efendi, Hekimbaşı Mehmed Efendi, cerrahbaşı Nuh Çelebi karşılayıp elini öptüler. Bundan sonra padişahımız öğle vakti Bâb-ı hümayun dışında kurulan tahta şan ve şerefle oturdu. Cülus sırasında II. Ahmed’in cenazesi Darüssaade içinde imam-ı sultanî Ali Efendi tarafından yıkanarak hazırlanmış ve Alay Köşkü önündeki musalla taşına indirilmişti. Namazı müftü efendi kıldırdı. Cenaze arabaya konulacağı sırada padişahımız merhumu hayırla anarak İstanbul’da Sultan Süleyman türbesine defnedilmesini buyurdu. Vezirler, ulema ve ordu ileri gelenleri cenazeyi Solak Çeşmesine kadar selâmetlediler”.
Amcası II. Ahmed gibi Edirne’de Eski Cami’de kılıç kuşanan II. Mustafa, İstanbul’da Eski Saray’da bulunan annesi Emetullah Gülnûş Valide Sultan’ın Edirne’ye gelmesi için Tevkiî Elmas Mehmed Paşa ile Darüssaade Ağası’nı ve Matbah Emini’ni İstanbul’a gönderdi. Valide Sultan ve kalabalık harem kadrosu, muhafızlar eşliğinde, ikişer dörder at koşulu, kapalı kafesli saray arabalarından uzun bir konvoyun günlerce süren yürüyüşü sonunda Babaeski’ye ulaştığında, II. Mustafa tarafından törenle karşılandı. Ana oğulun buluştuğu Solak Çeşmesi yakınındaki İskender Çelebi bahçesinde ziyafet tertip edilmişti. Valide Gülnûş Sultan dinlendirildikten sonra yine âlây- vâlâ ile Edirne Sarayı’na gidildi.
Cülusun 3. günü (8 Şubat 1695) Sultan Mustafa, sadrazam Sürmeli Ali Paşa’ya bir hattı hümayun göndererek zevk ve safaya dalan padişahların uyruklarının esenlik yüzü görmediklerini, bu nedenle saltanat zevklerini kendisine haram edip dinsiz düşmanlardan öç almak için gazâya ve cihada çıkacağını, büyük atası Kanunî Sultan Süleyman’ın yolunu izleyeceğini, devlet adamlarının toplanarak ordunun başında savaşa gitmesinin mi yoksa serdar-ı ekrem atanmasının mı daha doğru olacağını tartışmalarını istedi.
Sürmeli Ali Paşa’nın başkanlığında Divan üyeleri üç gün üç gece toplanıp konuştular, tartıştılar. Padişahın başkomutanlığının çok isabetli olacağını, ama masrafların altından kalkılamayacağını kendisine arz ettiler. Buna karşın II. Mustafa, sefer hazırlığı için emir verdi. Bir yandan da Erzurum’da sürgün olan hocası Feyzullah Efendi’yi Edirne’ye davet etti. Savaş durumu öne sürülerek Kapıkullarına verilecek cülûs bahşişinin her ocağa toptan ve kısıtlı dağıtılması kararlaştırıldı. Yeniçeriler’e 250, Cebeci, Sipahi ve Silahdarlara 15’er, Topçulara 5 kese akce cülus bahşişi verildi.
Askeri seferden alıkoymakla suçlanan Sürmeli Ali Paşa’yı azleden padişah, Edirne’ye gelen hocası Feyzullah Efendi’nin tavsiyesi üzerine 2 Mayıs 1695’te Elmas Mehmed Paşa’yı sadrazam atadı. 26 Mayıs’ta da Feyzullah Efendi şeyhülislâm oldu. Avusturya ve Venedik’le savaşlar Rusya ile de sorunlar devam edegeldiğinden, genç padişah hazırlıklardan sonra saltanatının beşinci ayında (30 Haziran 1695) Avusturya seferi için orduyla cepheye hareket etti. Belgrad’a gelindiğinde padişah, Kurs (Orta Macaristan) Kralı Tökeli İmre’yi, burada oturmasını sakıncalı görerek Tuna yolundan İstanbul’a gönderdi. Logoş’ta zafer kazanıp “Gâzi” sanını aldı ve Edirne’ye döndü. Önceki padişah (amcası) II. Ahmed’in padişah sıfatıyla ayak basmadığı İstanbul’a 14 Kasım’da gelerek Davutpaşa ordugâhında dört gün kaldı. İstanbul’dan gelen ulema, şeyhler, müderrisler, esnaf temsilcileri ve ileri gelenler huzuruna çıkarak el etek öptüler. Edirnekapı’dan alayla payitahta giren yeni padişahı İstanbullular, yolları hıncahınç doldurarak karşıladılar.
Kışı harem halkıyla birlikte Topkapı Sarayı’nda geçiren II. Mustafa, Divan-ı hümayunda payitahtın sorunlarını görüştürerek önemli kararlar aldırttı. Savaş giderlerinin karşılanması için müsaderelerin savsaklanmamasını, vergilerin toplanmasını, hatta gelecek yılların vergilerinin de önceden alınmasını buyurdu. Hayat pahalılığı, karaborsa, para kaçakçılığı önemli sorunlardı. Darphanede kesilen halis paraları Mısır tüccarları Kahire’de düşük ayarlı paraya çevirip piyasaya sürdüklerinden fiyatlar artmaktaydı. Her çeşit yabancı altın paranın 110 dirhemi 100 dirhem halis altın karşılığında toplatılarak cedit altınlar kestirildi, 1 cedit altının karşılığı 300 halis akçe olarak belirlendi. Vergilerin de bu değer üzerinde toplanması öngörüldü. Sikke-i kefere denen yabancı gümüş paraların sağ (halis) olanlarının üzerlerine darphanede Sultan II. Mustafa tuğrası basıldı. Zolta ve Esedi denen yabancı halis gümüş kuruşlarla eşit değerde cedit kuruşlar da basıldı.
IV. Murad döneminden beri yasak olmasına karşın önlenemeyen duhan (tütün) yüzünden cezalandırmalar, hatta idamlar devam ettiği gibi, tütün ekimi ve satımından hazineye vergi de ödenmiyordu. Tütün ekilen yerlerden maktu vergi, tütün indirilen iskelelerde de yabancı tütünlerden gümrük vergisi alınması yasa oldu ve bu vergiler tütün bedelini arttıracağından tiryakiliğin de azalacağı düşünüldü. Nitekim devlet yüksek vergi koydu denerek, “Vardar Yenicesi” tütününün okkası yarım kuruştan iki kuruşa çıktı.
Venedik donanmasını yenerek İstanbul’a gelen Kaptan-ı derya Mezomorta Hüseyin Paşa, Yalı Köşkü’nde huzura çıkarak hediyeler sundu. Tersanedeki hazırlıktan sonra 7 Nisan 1696’da donanma denize açılırken, ertesi gün padişah da sefer için Davutpaşa ordugâhında otağa çıktı. Edirne’ye oradan Avusturya cephesine hareket etti. Temeşvar’a yakın Ulaş (Olach) sahrasında 27 Ağustos 1696’da yapılan bu ikinci meydan muharebesi kazanıldı.
Padişah seferdeyken 2 Ağustos günü bir şehzadesinin (I. Mahmud) doğduğu müjdesini aldı. Edirne ve İstanbul’da velâdet şenlikleri düzenlendi. Edirne’ye 26 Ekim’de döndü. Daha önce yanmış bulunan Galata Kalesi içindeki kilisenin boş arsasına Valide Gülnûş’un isteği üzerine yapılan Galata Yeni Camii, Şubat 1697’de ibadete açıldı.
20 Mayıs 1697’de Edirne’den çıkılan 3. Sefer-i hümayun/Avusturya seferi, 11 Eylül’de Prens Eugen de Savoie karşısında büyük bir bozgun, “Zenta faciası” denen bir savaş hezimetiyle sonuçlandı. Bozgunda kaçan askerleri durdurmaya çalışan Sadrazam Elmas Mehmed Paşa, eyalet paşaları, Tisa ırmağını geçemeyen 30 bin kadar subay ve asker, sağanak altında düşman çemberinde imha edildi veya ırmakta boğuldu. Öldürülen veya boğulan sadrazamın koynundaki sadaret mührü, ordudaki değerli eşya ve savaş ağırlıkları, toplar, 9 bin araba, binlerce deve, at öküz, 40 bin filorilik hazine, padişahın 8 atla çekilen arabası, mehteranın bütün çalgıları, Macar krallık tacı, Almanların eline geçti. Bozgunun asıl nedeni, savaşın kritik bir anında Yeniçerilerin sadrazama karşı ayaklanmaları olmuştu. Kantemiroğlu, Elmas Mehmed Paşa’nın şehit düşmediğini, Yeniçeriler tarafından öldürüldüğünü yazar.
18 Eylülde Amcazâde Hüseyin Paşa’yı sadrazam atayan II. Mustafa süratle Temeşvar’a çekilerek kılıç artığı askerlerin toplanmasını bekledikten sonra Edirne’ye döndü. Savaşta şehit olan vezir ve beylerbeylerinin malları müsadere edilerek hazine kayıplarının telafisine çalışıldı. Şehit Yeniçeri ağası Baltazâde Mahmud Paşa’nın varlığına el koymakla görevli mübaşir, para saklanması muhtemel yerleri araştırarak 375 kese akçe ortaya çıkarttı. Eğriboz Beylerbeyi Şehit İbrahim Paşa’nın İstanbul’daki konağında da 22 kese para çıktı.
Yeni Sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa, İstanbul kaymakamlığı sırasında basılıp huzuruna getirilen “Küçük Müezzin” diye ünlü, başkentin işret ve eğlence meclislerinin müdavimi Mehmed Çelebi’yi, Edirne’de II. Mustafa’nın has nedimleri arasında görünce şaşırdı. Bu adam İstanbul’da rüşvetle iş çevirir, her türlü yolsuzluğu yapardı. Padişah huzurundaki küstahça tavrı, ileri-geri sözler söylemesi, Hüseyin Paşa’yı rahatsız etti. Padişaha, böyle adamların toplantılarda bulunmalarının dışarıda dedikodulara sebep olacağını söyleyerek Mehmed Çelebi’yi Anadolu Muhasebeciliğinden azledip İstanbul’a gönderdi.
Hazine için düşünülen yeni kaynak, “resm-i bidat” adı altında kahve vergisi oldu. Kanunî döneminden beri Yemen’den Cidde iskelesine, oradan da Mısır’a ve İstanbul’a sevk edilen kahve, yılda 4 bin keselik bir tüketim maddesiydi. Kahve ithalatında beher okka için Müslümanlardan 8, gayrimüslimlerden 10 akçe vergi alınmaya başladı ve iyi kahvenin okkası 2-2,5 kuruşa kadar yükseldi.
Viyana bozgunundan (1683) beri 16 yıldır cephelerde ve Akdeniz’de savaşlar sürmekteydi; ancak 1697’deki Zenta bozgunu yaşanmasa kayıplar sınırlı kalabilirdi. Buna karşın müttefiklerin kendi aralarındaki uzlaşmazlıkları, barış görüşmelerinin bir ölçüde lehte denebilecek sonuçlar vermesini sağladı. 1699’da Avusturya, Rusya, Venedik ve Lehistan delegelerini Tuna kıyısına yakın Karlofça (Karlowitz) kasabasında karşısına alan Reisülküttab Râmî Mehmed Efendi ile Divan-ı hümayun tercümanı İskerletzâde Aleksandr Mavrokordato, dört ay süren görüşmeleri her ne kadar başarıyla sürdürseler de 26 Ocak 1699’da Osmanlı Devleti’nin gerileme hatta çöküş başlangıcı belgesi kabul edilen Karlofça Antlaşması imzalandı.
Bu barış sonrasında protokol gereği padişahın huzuruna çıkacak elçilerin, Edirne’de değil de asıl payitaht İstanbul’da kabul edilmesi gerektiğinden, II. Mustafa 10 Eylül 1699’da ikinci kez İstanbul’a geldi. Elçiler, kalabalık maiyetleriyle İstanbul’a gelerek konak ve köşklerde konakladılar. Bunlar için 1700 yılı Ocak ayında Divan-ı hümayunda kabul törenleri ve ziyafetler tertip edilerek elçilere hilatlar giydirildi. Bu arada bir de protokol skandalı yaşandı: Ek antlaşmalarla Avusturya, Rusya ve Venedik’e ticari ayrıcalıklar tanınmasından rahatsız olan Fransa hükümetinin verdiği talimat gereği Arz Odasında padişahın huzuruna çıkmaya hazırlanan Fransız elçi, teşrifatçıların ısrarına karşın meçini belinden çözmemekte diretti. Kapı önünde tartışmalar oldu. Sadrazam Amcazâde ortamı yatıştırmaya çalışırken içeri girip durumu padişaha anlattı. Duruma kızan padişah elçiyi kabul etmediği gibi hediyelerini iade ettirdi ve elçiye giydirilen hilat çıkartıldı.
Şubat ayında İstanbul’a gelen Avusturya elçisine ise olağanüstü bir ağırlama sergilendi ama, bu sefer de Avusturya elçisi açısından, Tökeli İmre’nin İstanbul’da ikameti sorun oldu ve elçinin ısrarı üzerine Tökeli İmre, İzmit yakınlarındaki bir hazine çiftliğine yerleştirildi.
Elçi kabulleri sona erince II. Mustafa 1700 yılı Mart’ında Edirne’ye döndü. Saltanatının sona ereceği 1703 yazına kadar bir daha İstanbul’a gelmedi. Bu durumda, 1695’teki ilk ziyareti de dikkate alındığında, iki seferde payitahtta ve Topkapı Sarayı’ndaki ikameti toplam sekiz ay kadardır.
Padişahın Edirne’ye hareket ettiği günlerde Ermeniler arasındaki kilise ayrılığı / Gregoryen- Katolik sorunu bir kez daha hareketlenmişti. Gregoryenliğe dönen Ermenileri, papazlar tekrar Katolikliğe çekmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden İstanbul’un Ermeni mahallelerinde çatışmalar vardı. Bunlar olurken İstanbul’da bir Türk-İslâm matbaası yoktu ama, Gregoryen Ermenilerin olduğu gibi, bunlar Katolik propagandası basılan matbaayı da tahrip etmişlerdi. II. Mustafa’nın Edirne’den gönderdiği ferman gereği İstanbul kaymakamı ve kadısı olaylara elkoydular. Ermeni Patriği dahi kendi cemaatini Katolikliğe teşvik ederken, kimi Ermeni matbaaları da Katoliklik propagandası yapıyordu. Kaymakam ve kadı bu matbaaları kapatırken, patriği ve yandaş papazları da hapse attılar.
Osmanlı kaynakları arasında ayrı bir yeri olan tarihini tamamlayan Naima’nın, eserini koruyucusu Amcazâde Hüseyin Paşa’ya sunulmak üzere Edirne’ye göndermesi de 1700 yılındadır. Vak’anüvislik denen tarih yazıcılığının ilk eseri kabul edilen ve 1591-1659 (Hicrî 1000 – 1070) arası olaylarını içeren bu kaynağın, II. Mustafa’nın padişahlığı, Amcazâde’nin sadrazamlığında kültürümüze kazandırılması anlamlıdır.
Yine o evrede, İstanbul’da patlak veren bir rezalet-cinayet, toplum yapısı ve inanç dünyası istismarcıları bakımından bir örnek olarak dikkati çeker: Kadırga’daki Mehmed Paşa Tekkesi Şeyhi Manevî Efendi, herkesin saygısını kazanmış, vaazlarına koşulan bir âlim-şeyh bilinirken, Yedikule dizdarının zengin dul karısını nikâhına aldıktan kısa süre sonra kadının ölmesi, cenaze kabristana götürülürken ihbar üzerine açılan tabutta kadının işkenceyle boğulduğunun saptanması, tutuklanan şeyhin de davası görülmeden ölmesi veya öldürülmesi, erken tarihli bir polisiye konusu gibidir!
Hocası Feyzullah Efendi’nin etkisiyle, beş yıldan beri sadrazam olan Amcazâde Hüseyin Paşa’yı 4 Eylül 1702’de görevden alan II. Mustafa’nın, yerine Daltaban Mustafa Paşa’yı ataması aynı günlerdedir. Köprülüler soyundan Amcazâde’nin, azlinden 18 gün sonra Silivri’deki çiftliğinde ölmesinin de bir öncesi vardır: Yeğeni Mirahur Kıblelizâde Ali Bey de azledilip İstanbul’a gönderilmiş, sonra da idam edilmiştir. Yaşlı paşa da doğal olarak “sırada ben varım” diyerek korkuyordu. Azlinden hemen sonra ölümü bu açıdan anlamlıdır. İstanbul Saraçhane’deki türbesine gömülen bu deneyimli vezirin malları müsadere edilirken, ailesinden kimileri de tutuklanmıştı.
Padişahın her kararını ve buyruğunu yönlendiren Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’yle anlaşamayan sadrazam Daltaban Paşa’nın görevden alınışı ise bu olaydan beş ay sonra 24 Ocak 1703’te, idamı ise üç gün sonradır. Yani beş ay içinde iki sadrazam azledilir, bunlardan biri sözde eceliyle ölür; diğeri ise idam edilir. Son kez sadrazamlığa yine Feyzullah Efendi’nin onayı veya tercihi ile üç yıl önce Karlofça Antlaşması’nı imzalayan Râmî Mehmed Paşa atanmıştır. II. Mustafa için sonun başlangıcı denecek ilk uyarı, İstanbul’daki gelişmeleri izleyen sadaret kaymakamı Çelebi Yusuf Paşa’dan gelir. Kaymakam paşa payitaht halkının şikâyetlerini sayıp dökerek, yönetim kadroları Edirne’ye taşındığından kentte asayişsizliğin arttığını, bütün işlerin Feyzullah Efendi’nin buyruklarıyla yürütüldüğünü, şeyhülislâmın mansıpları kendi yakınlarına dağıttığını yazdığından hemen azledilir. Feyzullah Efendi, damatlarından toy ve deneyimsiz Köprülüzâde Abdullah Paşa’yı İstanbul Kaymakamı, Seyyid Mahmud Efendiyi de taht kadısı olarak İstanbul’a gönderir.
Dönemin tanığı Kantemiroğlu’nun kendi tarihinde yazdığına göre, bu sırada Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, avucuna aldığı II. Mustafa’nın İstanbul’a gitmesini türlü gerekçelerle engellediği için, yönetim boşluğunda kalan payitahtta güven yoktu, üstelik yoksulluk-kıtlık yaşanıyordu. Buna karşılık Edirne, IV. Mehmed zamanından (1648-1687) beri kalkınmakta; zengin ve kibirli Edirnelilerse İstanbul’dan küçümseyerek sözetmekte, Feyzullah Efendi kadar onlar da padişahın ve Divan-ı hümayunun Edirne’de kalmasını istemekteydi.
8.5 yılllık saltanatın sonu
II. Mustafa’nın bir dizi “olumlu” yönünden sözedilebilir. Sefere çıkmış ve muharebeye girmiş, fiilen gazi olmuş son Osmanlı padişahıdır. Bu, başlı başına övgüye değer. Onun eğlence yaşamından, harem düşkünlüğünden sözeden bir kaynak da yoktur. Başarısızlığının temel nedeni, atalarının payitahtı İstanbul’a Edirne’yi tercih etmesinden de öte, saltanat yetkilerini ve devlet yönetimini, gençliğinde hocası olmuş Feyzullah Efendi’ye bırakmadaki zaafı olmuştur kuşkusuz.
İstanbullularca hemen hiç tanınmayan bu padişahın, ne İstanbul’da hatta ne de Topkapı Sarayı’nda bir eseri veya izi yoktur. Kısa döneminde anarşi ve soygun, pahalılık, açlık, salgın hastalık ülkenin her tarafında daha da yaygınlaşır. Dış pazarlardan İstanbul’a mal gelmediği gibi kimi gereksinimlerin de getirildiği iskelelere çıkartılmasında yasaklar vardır. Vergiler ve gümrük resimleri türlü-çeşitli ve ağırdır. Yerli çuha kullanımını sınırlandırılması, gayrimüslimlere kıyafet zorunluluğu, kadınları sokağa kalın yaşmakla çıkmaya zorlanması, gerçi II. Mustafa devrinin âdetleri idi ama, asıl dayatmacı olan Feyzullah Efendi’ydi.
Dayatmalar bu kadar da değildi ve daha bir dizi ipe sapa gelmez gülünçlükler vardı. Örneğin padişah, hocası öyle istedi diye Sadrazam Rami Mehmed Paşa’yı Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin arabasının önünde bir seyis gibi yürütüyordu. Demek ki Seyyid Feyzullah, şeyhülislam tevazuu şöyle dursun, cahil, kibirli, acımasızdı. II. Mustafa ise mutlak vekili sadrazamı seyislik hizmetine koşarak onurunu kıran, hocasına karşı pasif bir padişahtı. Sadrazam Rami Paşa da makam- mevki için zillete katlanıyordu ve sonuçta devlet bu üçlünün elindeydi.
Nihayet kabarma-taşma kıvama geldi; Osmanlı tarihinin korkunç eylemlerinden birinin daha vakti yakındı. 1703 yazının başlangıcında İstanbul’da kul (asker) ve esnaf olayları başladı ve “Müftü Vak’ası” ateşlendi. Kıvılcım, 200 Cebecinin ulufelerini alamamaları oldu. Bu bir avuç asker, Feyzullah’ın toy damadı İstanbul Kaymakamı (sadrazam vekili) Abdullah Paşa’nın gevşekliğinden yararlanarak sahipsiz İstanbul’u sahiplendiler. 15 Temmuz günü Atmeydanı’ndaki nümayişlere Cebeciler’den başka Yeniçeri ortaları; çarşı, arasta, han ve bekâr odalarından boşalan esnaf toplulukları; hamallar, işsizler, serseri kalabalıkları da katıldılar. Eylemcileri el altından meydana sevk edense, Edirne’de Feyzullah’ın arabasının önünde eskortluk eden Rami Mehmed Paşa idi. Feyzullah, kendisini küçümseyen ve Edirne’ye gelmeyen İstanbul ulemasından çekindiği için kendisi de İstanbul’a gidemiyor, padişahın gitmesini de istemiyordu.
Üç gün sonraki daha uğultulu ikinci Atmeydanı toplantısında nâralar, haykırışlar daha tehditkâr yükseldi. O 18 Temmuz sıcağında meydanı dolduranlar, asker sınıflarından 20 bin, esnaftan ve halktan 30 bin kişi olmak üzere, payitahtın o tarihe kadar benzerini görmediği bir kıyametti. Saray’daki Sancak-ı şerif ve Hz. Peygamber’in hırkası da meydana getirildi. Ulemadan ve Ocak temsilcilerinden bir topluluk ivedi Edirne’ye gönderildi ama, bunları Feyzullah Efendi’nin gönderdiği Bostancılar Eğridere’de çevirip tutukladılar, padişaha sunacakları dilekçeyi de yaktılar. Bu haber İstanbul’a ulaşınca tuğyan ateşleyenler, “Öyleyse biz gideriz” diyerek 9 Ağustos günü Edirne’ye doğru büyük bir yürüyüş başlattılar.
Yürüyen isyan selinin komutanları, yeniçeri ocağının büyük zabitlerinden kul kethüdası Çalık Ahmed Ağa ile eski Nişancı Ahmed Paşa oldu. Haber Edirne’ye ulaşınca, II. Mustafa iş işten geçtikten veya ok yaydan çıktıktan sonraki önleme başvurarak Rami Mehmed Paşa’yı dinledi ve Feyzullah Efendi’yi azletti. İstanbul’dan yürüyen on binler Silivri’ye ulaştıklarında, yanlarındaki ulemadan padişahın hal edilip kardeşi Ahmed’in tahta çıkması için fetva aldılar. Rami Mehmed Paşa’nın ikili oynadığını anladıklarında ise, onu da fetva ile azlettirip yanlarındaki Kavanoz Ahmed Paşa’yı sadrazam ilan ettiler.
Edirne’dekilerse kıt akıl önlemleriyle meşguldü: Herkese tuz ve ekmek üzerine bağlılık yemini ettirip, Hasan Paşa’nın komutasında bir başıbozuk ordusu kurarak karşı yürüyüş başlattılar. İki taraf Çorlu’da karşı karşıya geldi. Hasan Paşa direniş göstermeden Havsa’ya çekildi. 19 Ağustosta Havsa’ya gelen II. Mustafa, yeminli başıbozukların bir yararı olmayacağını görerek Edirne’ye döndü. Rami Mehmed Paşa’yı bir kez de o azletti. İstanbul’dan gelen kalabalıklar Tunca kıyısına inerek sarayı kuşattılar. II. Mustafa, başka seçeneği olmadığından 22 Ağustos günü tahtı, Has Oda’ya çağırdığı kardeşi III. Ahmed’e bırakarak “kafes”e çekildi.
İzleyen günlerde Müftü Vak’ası denen hakaretler, teşhirler, işkenceler, öldürmeler devam etti ve yeni padişah III. Ahmed, saray ve divan kadrolarıyla 4 Eylül 1703’te Edirne’den ayrılarak İstanbul’a hareket etti. Sultan Mustafa, şehzadeleri ve haremi de kapalı arabalarla İstanbul’a getirildi. Hal’ edilmesi, yaşanan cinayetler, Topkapı Sarayı’nda tutuklanması nedeniyle sağlığı ve asabı bozulan eski padişah, istiska ve mesane tıkanmasından 29 Ocak 1704’te vefat etti. Bahçekapı’da babaannesi Turhan Sultan’ın türbesinde, babası IV. Mehmed’in ayak ucuna gömüldü. İngiltere elçisinin eşi Montegu, o zaman halk arasında eski padişahın zehirlenerek öldürüldüğünün konuşulduğunu aktarır.
II. Mustafa’nın eşleri Âlicenab Başkadın, Saliha, Şehsuvar, Afife, Hüsnüşah, Hadice, Hanife kadınlar, Anna Sophia ve Hafize Hanım da vardı. Bir Alman soylusu olan Anna Sophia oğluyla tutsak düşmüş, güzelliği nedeniyle padişaha nikâhlı eş olmuştu. Yine Lady Montegu Şark Mektupları adlı eserinde bu kadından dinlediklerini bir mektubunda anlatır.
II. Mustafa’nın oğulları –her ikisi de uzun yıllar sonra tahta çıkacak- 7 yaşındaki Mahmud (I.), 4 yaşındaki Osman (III.) ve o şansı yakalamadan ölen daha 7 şehzade (Hasan, Ahmed, Hüseyin, Mehmed, Murad, Selim, Ahmed) idi. Bunlardan beşi babalarının padişahlığında veya sonra, küçük yaşlarda ölmüşlerdir. Şehzade Hasan’sa 30 yıl kafes hapsinde kalarak 1733’te ölmüştür; geriye taht şansını yakalayacak ama her nasılsa kısır/kısırlaştırılmış Mahmud ve Osman kalmıştır.
II. Mustafa’nın kızlarından Ayşe Sultan, Köprülü Numan, Tezkireci İbrahim, Koca Mustafa Paşalarla; Emine Sultan, Çorlulu Ali, Receb, İbrahim, Abdullah Paşalarla; Safiye Sultan, Merzifonlu’nun oğlu Ali, Mirza Mehmed, Kara Mustafa, Alaiyeli Hacı Bekir Paşalarla; Emetullah Sultan, Sirke Osman Paşa ile evlenmişlerdir. Rukiye, Fatıma, Ümmügülsüm, Zeyneb, Hadice, Esmâ Sultanlar, II. Mustafa’nın küçük yaşlarda ölen kızlarıdır.
Resimler II. Mustafa’yı hayli kilolu gösterdiği gibi tanımlamalarda da omurgasındaki eğrilikten öne doğru eğik betimlenmiştir. Gençliğinde “İkbâlî”, daha sonra “Meftûnî” mahlasıyla şiirler yazdığı bilinen Sultan Mustafa, eski padişahların kimi ünlü şiirlerine nazireler yazmıştır ki bir beyit şudur: “Başımızdan hiç hevâ-yı zülf-i yâr eksik değil / Mürtefi yerdir ânın-çün rüzgâr eksik değil” .
MÜFTÜ/ EDİRNE VAK’ASI
Hoca Feyzullah’ın yükselişi ve düşüşü
II. Mustafa, kendisine de hocalık etmiş Feyzullah Efendi’yi şeyhülislâm yaptığı gibi; İstanbul’daki devlet idaresini de neredeyse tamamen ona bırakmıştı. Feyzullah Hoca onamalı saltanat sürecinde bütün atamalar, sefer kararları, cezalandırma ve idamlar, padişahın sekiz yıllık saltanatını kısa zamanda bir felâkete sürükledi ve o döneme kadar benzeri görülmedik bir ayaklanmayı ateşledi.
II. Mustafa, babası IV. Mehmed’in saltanatında kendisine hocalık yapan Seyyid Feyzullah Efendi’ye aşırı bağlıydı. Bir müftünün oğlu olan bu zat, medresede okumuş, İstanbul’da Vanî Efendiye damat olmuş, Payitahtın çoğu cahil ulema takımına kıyasla yetkinlik gösterdiği gibi, “din âlimiyim” diye Doğu’dan gelenlerin parladığı bir evrede göze girerek, IV. Mehmed’in şehzadelerine hocalık etmişti. 1688’de şeyhülislâm atanmışsa da 18 gün sonra azledilip Erzurum’a sürülmüştü. II. Mustafa’nın 1695’te tahta geçişinden 110 gün sonra Erzurum’dan Edirne’ye gelen Seyyid Feyzullah, şeyhülislâm oldu.
Hocasını güdümüne giren genç padişah, kısa saltanatının bir felakete sürüklendiğini göremedi. Kaptanıderya Mezomorta Hüseyin, Sadrıazam Amcazâde Hüseyin Paşaların sahneden çekilmelerinden sonra, hocanın nüfuzu tahakküme dönüştü. Daha önce kazaskerliğe yükselttiği oğlu Fethullah’a önce nakibüleşraflık, sonra da şeyhülislamlık pâyesi verdirtti. Bunun anlamı, kendi ölürse oğlunun anında şeyhülislam olmasıydı. İkinci, üçüncü, dördüncü oğullarını, damadını, amcazâdesini… de kazaskerliğe, şehzade hocalığına yükseltti. Bu garip terfiler Râşid Tarihi’nde (C.2, sf 526) ayrıntılı verildiği gibi, o sırada hayatta olan Naima da tarihin son cildine “Feyzullah Efendi Vak’ası” başlığıyla bir eklemede bulunmuştur.
“Müftü onamalı” saltanat sürecinde bütün atamalar, sefer kararları, cezalandırma ve idamlar; II. Mustafa’nın sekiz yıllık saltanatını kısa zamanda bir felâkete sürükledi ve o döneme kadar benzeri görülmedik bir ayaklanmayı ateşledi.
Müftü Feyzullah Efendi’nin yaptıkları, İstanbulluları öfkeye boğduğundan öç alma kaçınılmazdı. Yeni padişah III. Ahmed, kendisinin de hocası olan Feyzullah Efendi’yi ve oğlu Fethullah’ı kurtarmak için Ağriboz’a göndermek istedi. Ayaklanmacı önderlerinden Karakaş Mustafa ve Durcan Ahmed’i, Feyzullah Efendi’yi hakaretlerle yoldan çevirdiler. Edirne’ye mahşeri kalabalıkların ortasına getirdiler. İlmiye mensubu olduklarından öldürülmelerine cevaz yoktu.
İlginç bir çözüm bulundu. Kâğıt üstünde biri Kandiye’ye öteki Alacahisar’a sancakbeyi atanarak ilmiyeden çıkarıldılar. Sonra çırılçıplak soyuldular, yerlerde sürüklendiler; bedbaht baba-oğul üç gün boyunca mallarının yerini söylemeleri için işkenceye koşuldular, ama söylemediler.
Ayaklanmacıların şeyhülislâmı İmam Mehmed Efendi, idamlarına fetva yazdı. 3 Eylül 1703 günü zindandan çıkarılıp birer hamal beygirine bindirilip Edirne Bit pazarına getirilerek ayaklanmacıların önüne atıldılar. Linç edilerek öldürülen baba-oğul, ayaklarına sakallarına ipler bağlanıp, kandiller-tütsüler ve ruhban kıyafetiyle âyin gösterisi görüntüsündeki papaz ve Hıristiyanlarca sokaklarda sürüklendiler. Başları mızrağa geçirildi, tanınmaz haldeki cesetleri Tunca’ya atıldı.
Edirne Vak’ası Tarih-i Râşid’in başlıca konularından olduğu gibi, Enderun’dan yetişme Rahikî de Şefiknâme, diğer adıyla Vak’a-i Sultan Mustafa der Edirne adlı yazma eserinde olayı anlatmıştır.
Bütün bu olanlara seyirci kalan III. Ahmed, Feyzullah Efendi/Müftü Vak’asının ertesinde (4 Eylül 1703) annesi, ailesi, eski padişah II. Mustafa ve ailesi, sarayın Enderun ve Harem kadroları ile 14 Eylül’de temelli olarak İstanbul’a döndü.