Eski Roma’da en alt sınıfa mensup olan veya vatandaş olmayanlara uygulanan idam türleri içinde insanların en çok sevdiği “hayvanlara mahkum edilmek” yani damnatio ad bestias cezasıydı. Romalıların circus adını verdiği, bugünkü stadyumlara benzer arenada, seyircilerin kahkaha ve alkışları arasında mahkumlar uzak diyarlardan getirilmiş aslanlar, leoparlar, filler, timsahlar, atmacalar tarafından parçalanırdı. Seyirciler de bu sırada “en son kim canlı kalacak” diye bahis oynardı.
Çok yakın zamanlara kadar pek çok ülkede idam cezaları halkın gözü önünde uygulanır; böylece herkes cezanın sorumluluğunu üstlenir, devlet de gücünü göstermiş olurdu. Tarihte her toplumun kendine göre tercih ettiği bir şiddet biçimi vardır. Romalılar ise bu hukuki şiddeti deyim yerindeyse tam bir sanat mertebesine çıkarmış, cezayla gösteriyi birleştirerek seyirlik bir oyuna çevirmişlerdi: Arena! (Çok yıllar sonra, 20. yüzyılın sonlarında Fransız filozof Jean Baudrillard 1789 Devrimi’nden bahsederken “Devrimi yapan gösteridir” diyecek; o ünlü giyotin törenlerinden, kitlesel hezeyandan hareketle “gösteri toplumu” terimini tarihselleştirecek ve güncelleyecekti).
Devre arasında…
Romalıların “circus” adını verdiği, bugünkülere benzer stadyumlarından birinde devre arasında şöyle bir sahne düşünün: Büyük arenaya yerleştirilmiş tahterevallilerin üzerinde düzinelerce çıplak, elleri arkadan bağlı mahkum oturuyor. Onlar orada şaşkın şaşkın bakışırken, on binlerce Romalı da büyük gösterinin başlamasını sabırsızlıkla bekliyor. O sırada kapılar açılıyor, arenaya aç aslanlar, ayılar, leoparlar fırlıyor. Dehşete kapılmış mahkumlardan biri ayağıyla yere vurarak tahterevallinin üzerinde kendini yukarı doğru fırlatırken, diğeri keskin dişlere ve pençelere teslim oluyor. O yerde sürüklenirken yukarı fırlamış olan mahkum da aynı diş, pençe ve hayvan kürkünden yapılma ormanın içine düşüyor. Seyirciler, gülüyor, alkışlıyor, bağırıyor, kim en sona kalacak, kim en büyük aslana yem olacak diye bahis oynuyor.
Bu devre arasında ölenlerin hepsi, “hayvanlar tarafından ölüme mahkumiyet” (damnatio ad bestias) cezası almış suçlulardı (Elbette buradaki suçlu sıfatını, o dönemin hukukuna göre kullanıyoruz). Damnatio ad bestias, çarmıha germe ve diri diri yakma cezalarıyla birlikte, Roma vatandaşı olmayanlara veya en alt sınıf mensuplarına uygulanan bir ceza türüydü. Özellikle bu idam şekli bütün Roma vatandaşlarının gözü önünde arenada bir gösteriye dönüştürülerek uygulanırdı.
Yıldız gladyatörler
Eski Roma dediğimizde genellikle gözümüzün önüne bir arenada dövüşen gladyatörler gelir. Roma oyunlarını da günümüz olimpiyatlarına, futbol kupalarına, derbi maçlarına vb. benzetiriz. Ancak seyirlik modern sporların oy toplama ve siyasi propaganda gibi ikincil amaçları olsa bile, hiçbirinin idam cezası gibi üçüncü bir amacı yoktur. Oysa Roma oyunları bu amaçların her birine hizmet ediyordu.
En az 20 değişik türü saptanan gladyatörlerin günümüzün yıldız sporcularına benzeyen tarafları vardı; en ünlüleri çok para kazandırdığından ölmelerine kolay kolay izin verilmezdi. Ancak bir de çok sözü edilmeyen mahkum gladyatörler vardı. Bazı suçlular “gladyatör okuluna mahkûm” (damnatio in ludum gladiatorum) oldukları için bu işi yapmaya başlamıştı; bunların arenada ölümden kurtulma ihtimalleri de çok azdı. Romalılar özellikle Cumhuriyet döneminin sonunda (MÖ 1. yüzyıl) ve imparatorluk döneminin ilk yüzyıllarında, hayvanlarla idam cezasına çok düşkündüler. Zaten Roma oyunlarının da en şaşaalı olduğu döneme denk geliyordu bu zaman dilimi.
Julius Caesar’ın MÖ 46’da verdiği oyunlar ünlüydü. Suetonius’a göre: “Her türlü eğlence düzenledi: Bir gladyatör dövüşü, araba yarışları, atletik yarışmalar, askerî danslar, atçılık yarışmaları, bir Truva oyunu… Beş gün arka arkaya Circus Maximus’ta vahşi hayvanlarla dövüşler sergilendi; bunların sonuncusu her biri 500 piyadeden ve 30 süvariden oluşan iki ordu arasındaki savaştı… Bir deniz savaşını canlandırmak için bir havuz kazıldı ve gemiler birbiriyle yarıştı… İnsanlar seyretmek için öyle bir üşüştüler ki aralarında iki senatörün de bulunduğu pek çok kişi öldü”.
‘Gösteri sanatçıları’
Bu oyunlarda, gösteri uğruna “savaşan” askerlerin hepsinin Caesar’ın Galya savaşlarında tutsak aldığı Galyalı esirler olduğunu ekleyelim. Deniz savaşı gösterisinde ölmeyip sulara düşenleri de timsahlar yiyordu. Bu hadiseden 126 yıl sonra MS 80’de İmparator Titus, bugün Colosseum olarak bildiğimiz Flavium Amfitiyatrosu’nu yaptırdığında açılış daha da gösterişliydi. Cassius Dio’ya göre: “9 bin evcil ve vahşi hayvan can verdi… İnsanlar teke tek veya gruplar halinde hem piyade hem deniz savaşlarında birbirleriyle mücadele etti. İlk gün bir vahşi hayvan avı yapıldı… Üçüncü gün 3 bin kişinin katıldığı bir deniz savaşı sahneye kondu…”
İmparator Traianus, bunu da aşmak istediği için olsa gerek, MS 107’de 11 bin hayvanın öldürüldüğü ve 10 bin gladyatörün çarpıştığı 23 gün süren oyunlar düzenledi. Bu defa ölen insanlar, Traianus’un Daçya seferinde ele geçirdiği esirlerdi. Savaş esirleri, firari askerler, kaçan köleler veya cinayet, kundaklama gibi ağır cezaları işleyen alt sınıftan insanlar (bunlara humiliores deniyordu) kendilerini hayvanlara yem olmak üzere arenada buluyorlardı. Bilindiği gibi Roma oyunları, politikacıların başlıca propaganda araçlarından biriydi; mahkumlar âdeta birer gösteri sanatçısına çevirmişti.
Editör deyip geçme
Roma’da oyunları düzenleyen sahne yönetmenlerine editor (günümüzün editör kelimesinin kökeni) denirdi. İşte bu “editörler”, her defasında daha farklı, daha beklenmedik ve daha gözalıcı sahneler kurmak durumundaydılar. Başlıca ilham kaynakları da mitolojiden alınma hikayelerdi. Mesela arenanın ortasında Prometheus gibi bir kayaya bağlanmış, bir atmaca tarafından etleri koparılan bir mahkum, böyle bir “editörün yaratıcılığı”na kurban gitmişti. MÖ 30’da Selurus adlı Sicilyalı bir eşkıya Roma’da arenanın ortasında kendi adasındaki Etna Dağı’na benzeyen bir modelin üzerine oturtulmuş, oradan vahşi hayvanlarla dolu bir kafese atılmıştı.
Bestiarii (hayvan bakıcıları veya hayvanla dövüşenler anlamında), genellikle ölüme mahkum edilmiş suçlular veya savaş esiri konumundaki gladyatörlerdi. Çoğunun, dövüştükleri hayvanları yenmek gibi bir şansları yoktu. Bazıları kaderlerinin ne olacağını anlayınca kendilerini öldürmeyi tercih ediyordu. Seneca’nın (1. yüzyıl) aktardığı bir olayda, bir Germen savaş esiri bir vahşi hayvan gösterisine katılmaktansa, tuvalette kullanılan bir süngeri yutarak kendini boğmuştu. Seneca onun için “Ne cesur adam!” diye yazmıştı, “hiç kuşku yok ki kendi kaderini kendi seçmeyi hakediyordu! Kim bilir (yakalanmadan önce) nasıl bir cüretle sallıyordu kılıcını!” Bir başka mahkum, arenaya çıkarıldığı arabada kafasını eğip tekerleklerin arasına sokarak boynunu kırmış, yaban domuzlarının elinde daha korkunç bir ölümden kurtulmuştu. Symmachus (4. yüzyıl) ise arenaya çıkarılmadan önceki gece birbirini boğan 29 Sakson esirden söz ediyordu.
Bir istisna: Carpophorus
Çok ender olarak bestiarii’lerden biri karşılaştığı vahşi hayvanları öldürerek kaderini değiştirebiliyordu. Bunların en ünlüsü Seneca’nın Herakles’e benzeterek övdüğü Carpophorus’tu. Ölüme mahkum edilmiş, ancak arenada çılgına dönmüş bir ayıyla karşılaştığında onu yanan bir saz demedi fırlatarak kaçırmıştı. Böylece hayatını kurtardığı gibi, en ünlü hayvan bakıcısı oldu. Aslanları, filleri, leoparları, kurtları araştırdı; her birini silaha başvurmadan öldürmenin yolunu öğrendi.
Hıristiyanlığın ortaya çıkıp yaygınlaşarak Roma devleti tarafından bir tehdit olarak algılanmasıyla birlikte, damnatio ad bestias başka bir kötü ün daha kazandı. Halkın arenada “Christianos ad leones!” (Hıristiyanlar aslanlara!) diye bağırdığını anlatan, hayvan pençeleriyle ölen ilk azizlerle ilgili yarı efsane yarı gerçek öyküleri aktaran Tertullianus gibi Romalı Hıristiyan yazarların etkisiyle, bu cezanın sanki sadece Hıristiyanlara uygulandığı izlenimi doğdu. Ancak tarihçilerin de belirttiği gibi, hayvan elinde ölmek Roma idam cezalarının en eski ve en yaygınlarından biriydi. Arenanın kumları üzerinde bir fille, bir aslanla, bir leopar sürüsüyle karşı karşıya kalan insanın dehşet verici görüntüsünde tuhaf bir büyü olsa gerek ki, bugün amfitiyatro sıralarına değilse bile sinema koltuklarına kurulup aynı vahşeti izleyebiliyoruz.
Hayvanlara Atılamayacak Kadar Kıymetli
Maximus! Maximus!
Arenada geçen, Roma’nın tepeden bakan, şiddete dayalı egemenliğini eleştiren filmler arasında en ünlüleri şunlardır: Quo Vadis (1951), Ben-Hur (1959), Spartacus (1960), Gladyatör (2000), Spartacus dizisi (2010-2013).
Bunlardan Quo Vadis, Nobel ödüllü Polonyalı yazar Henryk Sienkiewicz’in 1896’da yazdığı romana dayanıyordu. Roman Hıristiyanların damnatio ad bestias’a kurban gidişini İmparator Nero gibi yanlış (çok erken) bir zamana atfediyordu. Gladyatör filminin kahramanı Maximus’un (Russell Crowe) bir sahnede hayvanlarla savaşması da bazı tarihçilerce eleştirildi; çünkü Maximus hayvanlara atılacak sıradan bir mahkum değil, çok para kazandıracak ünlü bir gladyatör adayıydı.