Kasım
sayımız çıktı

Sanatın destekçileri fotoğrafın ‘heveskârları’

 Eczacıbaşı ailesinin sanatçılara verdiği destekten bahsederken, fotoğraf sanatına kendi eserleriyle yaptıkları “heveskâr” katkıyı da unutmamak gerek. 2020’de önce Bülent Eczacıbaşı’nın, ardından Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğrafları birer albüm olarak basıldı. Ozan Sağdıç, bu vesileyle Eczacıbaşı ailesinin İzmir yıllarından İstanbul Modern’e uzanan yolculuğunda kesiştikleri anları anımsıyor; fotoğraf anlayışlarını yorumluyor.

Birkaç ay önce adıma gönderilmiş bir ko­li içinden fotoğrafçılık açısından mücevher değerin­de bir kitap çıktı. Bu, Bülent Eczacıbaşı’nın imzasını taşı­yan Yoldan isimli bir fotoğ­raf albümüydü. Aradan 1-2 ay geçti geçmedi, yine bana ula­şan başka bir koliden çok sev­gili eski dost, merhum Şakir Eczacıbaşı’nın okkalı bir al­büm kitabı daha çıktı.

Aynı aileden çıkmış iki de­ğerli işinsanının fotoğrafçılık­la yakın ilişkileri, beni Eczacı­başı ailesi üzerine düşünmeye sevk etti. Aile bireylerinin be­nim kendi yaşamımla kesiştiği noktaları gözden geçirme gereği duydum. Aklımda kalan izle­nimleri arz ediyorum.

1983’te bir televizyon röportajı için evindeki çalışma odasında poz veren Bülent Eczacıbaşı.

Kurtuluş Savaşı sırasın­da Dedem Mehmet Cavit Bey, Ayvalık Cephesi kumandanıy­dı. Ona ait cephe anılarını da­ha önce anlatmıştım. Ama İz­mir’de geçen esaret günlerinden söz etmemiştim. Güçlü saldırı karşısında cephe bozulmuş, o da esir düşmüştü. Konumu do­layısıyla başka esirler gibi bir şilebe bindirilip Yunanistan’a sürülmemiş, İzmir’de gözetim altında tutulması tercih edil­mişti. O da, Konak civarında, Arap Fırını Sokağı’nda Salih Paşa Köşkü denilen evi kirala­mış. Kısa zamanda Edremit’te olan ailesini de yanına aldırmış. Annem o zamanlar 13-14 yaşla­rında olmalı. Ondan o günlere ait anılarını dinlerken birkaç kez “Beybabam sık sık Ferit Bey Amca’nın eczanesine giderdi” sözünü duyduğumu anımsıyo­rum. Bahsettiği kişi Süleyman Ferit Eczacıbaşı’ydı. Arap Fırını Sokağı’na pek yakın bir yerde, Kemeraltı Caddesi’nin girişin­deki Şifa Eczanesi’nin sahibiy­di.

İlaçların eczanelerdeki kü­çük laboratuvarlarda havanlar­da hazırlandığı dönemde Ferit Bey müstahzarat denilen hazır ilâç üretimiyle bir devrim ya­ratmıştı. İlk üretimi kolonyaydı. İşe bakın ki bu ürün Arap Fırını Sokağı’ndaki deposunda üretil­miş. Daha sonra, Beyler Soka­ğı’ndaki imalathanesi bir fabri­ka gibi çalışmış. Diş suyu, kud­ret hapı, nane ruhu, talk pudrası gibi birçok hazır sağlık ürünü hep Ferit Bey markasıyla piya­saya sürülmüş.

Hayat dergisinin foto mu­habiri olduğum yıllarda İstan­bul’un sanat ortamında nereye sokulsak, orada Şakir Eczacıba­şı’nın ya kendisiyle ya da ondan bir izle karşılaşırdık. “Sinema­tek” bunlardan biri. Giderek bir aşinalık, tanışıklık gelişti. Bu da “Eczacıbaşı Ajandaları” dolayı­sıyla sıkı bir dostluğa dönüştü. Şakir Bey’in başlattığı “Ecza­cıbaşı Ajandaları” Şakir Bey’in vefatından sonra, 2010’dan iti­baren fotoğraf sanatçılarına ait eserlerden oluşan albümlere dönüştürüldü. İlk kitap doğal olarak Şakir Eczacıbaşı kita­bıydı. İkinci kitap Ara Güler’e aitti. Üçüncü kitap ise benim ki­tabımdı.

Yürüyen zaman içinde, Ne­jat Eczacıbaşı’nın önderliğin­de Eczacıbaşı Topluluğu’nun girişimi olarak İstanbul Sanat ve Kültür Vakfı (İKSV) kurul­muş; bir Sanat Müzesi projesi ve bir de İstanbul Festivali pro­jeleri gündeme gelmişti. İlk fes­tival 1973’te faaliyete konuldu. Ben bu girişimin Türkiye’deki başka birçok örnekte olduğu gi­bi, sadece birkaç yıllık heves­ten ibaret olmayıp, geleneksel hale geleceğini hissettim. Çok önemli bir tarihî olayın başlan­gıç günlerini bir foto muhabiri duyarlılığıyla saptamanın doğru bir iş olacağı kanısına vardım. Ankara’dan bir aylığına İstan­bul’a geldim. İki buçuk yıl kadar önce AKM yandığı için sahne bulmak pek kolay olmamıştı. 91 etkinlik 16 farklı mekâna dağı­tılmıştı. Adeta maraton koşucu yaparcasına mümkün olan bü­tün prova ve temsillere ulaş­maya çalıştım; sayısız fotoğraf çektim. Festivalin 40. yıldönü­mü öncesinde 40 yıl beklettiğim dosyayı kendilerine sundum. Aydın Erkmen’in kitap tasarı­mıyla Ozan Sağdıç’ın Fotoğraf­ları ile Birinci Festival adıy­la büyük boyda, muhteşem bir albüm olarak basıldı ve dağıtıl­dı. AKM yangınından sonraki restorasyonu izleyen günlerde (sanırım İstanbul Festivali’nin de üçüncü yılıydı) AKM galeri­sinde çektiğim sahne fotoğraf­larından bir sergi açmıştım. Bu serginin açılışını da Nejat Ec­zacıbaşı ve Aydın Gün birlikte yapmışlardı.

Türkiye’nin ilk tasarım yarışması 1970’te Ankara’daki OR-AN Yapı Endüstri Merkezi’nde Ozan Sağdıç tarafından çekilen bu fotoğrafta Türkiye’nin ilk tasarım yarışması olan “Sağlık Gereçleri Dizayn Yarışması”nda Nejat Eczacıbaşı jüri üyelerine hitaben bir konuşma yapıyor.

Şimdi, Bülent Eczacıbaşı ile tanışıklığımızdan söz etmeli­yim biraz da. En az 40 yıllık bir hikâye. Bizim TRT kurumu­muz İtalyan televizyonu RAI 2 ile “Çok Güzel Ülke Türki­ye” adlı ortak bir dizi yapmak üzere anlaşmışlar. Kurumdaki arkadaşlar bana “İstersen se­ni de bu projeye dahil edelim. Hem İtalyan ekibe Türkiye’nin görülecek yerlerini gösterirsin, hem de bu arada bol bol fotoğ­raf çekersin. Bakarsın verimli bir iş ortaya çıkar. Bu işin bir de kitabını kazanmış oluruz” de­diler. Uzatmayayım, ekibe dahil olduk ve epey yer dolaştık. Sıra İstanbul’a gelmişti. Burada Tür­kiye’nin belli başlı işinsanlarıy­la kısa röportajları programa almışlar. Bülent Eczacıbaşı’yı ilk kez bu vesileyle bizzat kendi evinde tanımış oldum. Çektiğim fotoğrafların içinde en çok sev­diğim, Bülent Bey’in evin içinde küçük bir büro haline getirilmiş odasındaki portreleri olmuş­tu. İstanbul Modern faaliyete geçtikten sonra etkinliklerinde biraraya geldiğimiz de olmuş­tu. Ama en çok aklımda kalanı, Ankara’daki sanat fotoğrafçıla­rı arası bir sıcak temas günüdür. Benim bir süre Matbuat Umum Müdürlüğü adına çalışmış olan Avusturya doğumlu fotoğraf ustası Othmar Pferschy adına çok özel bir saygım vardır. 2007 Nisan’ında Ankara’da Devlet Konuk Evi olarak hizmet gören Ankara Palas binasında onun “Ankara’dan Yükselen Işık” isimli bir sergisi açılmıştı. Sergi İstanbul Modern’in bir etkin­liğiydi. Açılış konuşmasını Bü­lent Eczacıbaşı bizzat yapmıştı. Özenli bir dille, Othmar’a gös­terilmesi gereken değerbilirliği belirtmişti. Arkasından Anka­ra’daki fotoğrafçı arkadaşlarla birlikte kurulan sıcak muhab­bet, anılarım arasında kaydade­ğer bir yer tutmakta.

Şakir ve Bülent Eczacıba­şı’nın fotoğraf sanatındaki ye­rine gelince… Şakir Eczacıba­şı’nın fotoğrafları iki ayrı ze­minde gelişme göstermiştir. Birincisi bilinen usulde, durum tespiti fotoğraflarıdır. İkincisi ise son Seçilmiş Anlar kitabın­da bariz şekilde ortaya çıkan eğilimdir. Daha iyi kavrayabil­mek için, 1939’da ünlü şairimiz Ahmet Muhip Dıranas’ın fotoğ­raf sanatı üzerine kaleme aldığı önemli bir yazısından bir pasajı biraz özetleyerek aktarırsam, bize ışık tutacaktır sanırım. “Büyük İsveç yazarı Strindberg kamerada zayıf bir objektif ara­cılığıyla uzun bir poz veriyor ve poz esnasında modeli hare­ket ettirerek, bu suretle fotoğ­raf kağıdı üzerinde bazı ifade­ler tespit edebilmekle hikâye­ler anlatıyordu. Sonucunda flu ve kımıldamış resimler elde ediyordu. Bugün fotoğrafçılar net ve yakışıklı fotoğraflar çe­kiyorlar; fakat Strindberg bir sanatkârdı” diyordu Dıranas. Neredeyse bütün sanat dalla­rını kendi i̇lgi alanı içinde ka­bullenmiş gibi görünen Şakir Bey, 20. yüzyılın şafağında or­taya çıkmış ve süratle birbirini izlemiş empresyonizm, fovizm, ekspresyonizm, fütürizm, kü­bizm, dadaizm, sürrealizm gibi bütün çağdaş sanat akımlarını takip etmiş bir insandı. Onun davası bence çağdaş olmaktı ve fotoğraf sanatını resim sanatına rampa etmek üzerineydi. Onun fotoğraflarında biz, bir çerçeve­leme özeni görüyoruz. Kimi kez bunun için bir kapı ya da pen­cereyi kullanabiliyor. Yapıların doğal grafik düzeninden yarar­lanıyor. İnsan manzaralarında doğallığı önemsiyor. Rastgeleli­ği bir özellik olarak kullanıyor. Zaten önemli olan husus, Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğrafçılığın­dan çok, fotoğrafa olağanüstü önem vermiş olmasıdır.

Tanzanya yollarında İş dünyasının yanısıra amatör bir fotoğrafçı olarak da kendini kanıtlayan Bülent Eczacıbaşı’nın objektifinden Tanzanya çocukları…

Söz sırası, sayın Bülent Ec­zacıbaşı’nın Yoldan adını ver­diği, çok taze kitabına gelince… Her şeyden önce eser, fotoğrafın söze gerek duymadan kavram yüklü olabileceğini göstermesi bakımından bir ders niteliğin­de. 200 sayfaya yakın kitabın her sayfası fotoğraf. Önsözü de fotoğraf, son sözü de. Yazılı hiç­bir değerlendirmeye, açıklama­ya kasıtlı olarak yer verilme­miş. Adeta “İşte fotoğrafta ne görüyorsan, benim anlatmak istediğim odur” denilmek isten­miş. Fotoğrafın başlı başına bir anlatım dili olduğunu belirtme­nin bundan daha kestirme yolu olabilir mi? Bülent Bey’in fotoğ­raf anlayışı, benim öteden beri sahip olduğum anlayışla birebir örtüşüyor. İyi fotoğraf, seyret­mesi haz veren fotoğraftır. O kendi kendini göz diliyle eksik­siz anlatır.

Bu tavır bana çok değerli bir anekdotu anımsattı: Ünlü bes­teci Beethoven, içinde yenilik­ler bulunan bir sonat bestele­miş. Bunu yakın arkadaşların­dan birine dinletmiş. Arkadaşı “İyi de, sen burada ne demek is­tedin” diye sormuş. Üstat “Bak, sana ne demek istediğimi tam olarak göstereyim” demiş. Pi­yanonun başına oturup aynı so­natı bir daha çalmış. “İşte bunu demek istedim” demiş. Bülent Bey’in gözlemleri ve deklanşöre basış anları en iyi fotojurnalist­lere parmak ısırtacak nitelikte. Dünyanın dörtbir köşesinden derlenmiş, dört dörtlük insan manzaraları…

Şakir Eczacıbaşı’nın gözüyle İstanbul Ozan Sağdıç’ın Büyükdere Caddesi’ndeki ofisinde fotoğrafladığı Şakir Eczacıbaşı (aşağıda),1995’te kendi kamerasını Tarlabaşı sokaklarına çevirmiş (üstte).

Gerek Şakir Bey, gerek Bü­lent Bey işinsanı olmalarına karşın fotoğrafa bir uğraş ola­rak gönül verdikleri için, onla­rı amatör fotoğrafçı saymamız gerekir. Değerli şairimiz Ahmet Muhip Dıranas’ın “Amatör res­sam dediğimiz zaman acemi ressam anlaşılır. Ama amatör fotoğrafçı denildiğinde, sıra­dan fotoğrafçı değil de sanatkâ­rane fotoğraflar çekebilen us­ta biri anlaşılmalıdır” şeklin­de bir tümcesini anımsıyorum. Amatör sözcüğü dilimize girip yerleşmeden önce, o kavramı hangi sözcükle karşılardık, bu­nu merak eder dururdum. Eski dergi ve gazeteleri karıştırırken bunun yanıtını da buldum. Hal­kevlerinin etkili olduğu günler­de oralarda amatör gruplar tem­siller hazırlayıp gösteriler ya­parlardı. Bir Halkevinin gazete ilanında “Heveskâr temsilleri” şeklinde bir başlık gördüm. İşte bu, bence tam karşılıktı. Çünkü amatörlük bal gibi bir heves işi­dir. Bunun küçümsenecek bir yanı yoktur. Aksine övülecek bir şeydir. Adı ister amatör olsun ister heveskâr, bir güzel uğra­şa kendini adayan kişi bundan maddi bir çıkar beklemez. Ar­zusu sadece kendi hevesini ger­çekleştirmenin hazzını duyum­samak; beklediği de takdirdir.

Şakir Eczacıbaşı’nın vefa­tının 10. yılı dolayısıyla Kasım ayında İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde özel bir sergisi açıl­mıştı. Mart sonuna kadar da açık kalacak. Duymamış olanla­rın haberi olsun.