Eczacıbaşı ailesinin sanatçılara verdiği destekten bahsederken, fotoğraf sanatına kendi eserleriyle yaptıkları “heveskâr” katkıyı da unutmamak gerek. 2020’de önce Bülent Eczacıbaşı’nın, ardından Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğrafları birer albüm olarak basıldı. Ozan Sağdıç, bu vesileyle Eczacıbaşı ailesinin İzmir yıllarından İstanbul Modern’e uzanan yolculuğunda kesiştikleri anları anımsıyor; fotoğraf anlayışlarını yorumluyor.
Birkaç ay önce adıma gönderilmiş bir koli içinden fotoğrafçılık açısından mücevher değerinde bir kitap çıktı. Bu, Bülent Eczacıbaşı’nın imzasını taşıyan Yoldan isimli bir fotoğraf albümüydü. Aradan 1-2 ay geçti geçmedi, yine bana ulaşan başka bir koliden çok sevgili eski dost, merhum Şakir Eczacıbaşı’nın okkalı bir albüm kitabı daha çıktı.
Aynı aileden çıkmış iki değerli işinsanının fotoğrafçılıkla yakın ilişkileri, beni Eczacıbaşı ailesi üzerine düşünmeye sevk etti. Aile bireylerinin benim kendi yaşamımla kesiştiği noktaları gözden geçirme gereği duydum. Aklımda kalan izlenimleri arz ediyorum.
Kurtuluş Savaşı sırasında Dedem Mehmet Cavit Bey, Ayvalık Cephesi kumandanıydı. Ona ait cephe anılarını daha önce anlatmıştım. Ama İzmir’de geçen esaret günlerinden söz etmemiştim. Güçlü saldırı karşısında cephe bozulmuş, o da esir düşmüştü. Konumu dolayısıyla başka esirler gibi bir şilebe bindirilip Yunanistan’a sürülmemiş, İzmir’de gözetim altında tutulması tercih edilmişti. O da, Konak civarında, Arap Fırını Sokağı’nda Salih Paşa Köşkü denilen evi kiralamış. Kısa zamanda Edremit’te olan ailesini de yanına aldırmış. Annem o zamanlar 13-14 yaşlarında olmalı. Ondan o günlere ait anılarını dinlerken birkaç kez “Beybabam sık sık Ferit Bey Amca’nın eczanesine giderdi” sözünü duyduğumu anımsıyorum. Bahsettiği kişi Süleyman Ferit Eczacıbaşı’ydı. Arap Fırını Sokağı’na pek yakın bir yerde, Kemeraltı Caddesi’nin girişindeki Şifa Eczanesi’nin sahibiydi.
İlaçların eczanelerdeki küçük laboratuvarlarda havanlarda hazırlandığı dönemde Ferit Bey müstahzarat denilen hazır ilâç üretimiyle bir devrim yaratmıştı. İlk üretimi kolonyaydı. İşe bakın ki bu ürün Arap Fırını Sokağı’ndaki deposunda üretilmiş. Daha sonra, Beyler Sokağı’ndaki imalathanesi bir fabrika gibi çalışmış. Diş suyu, kudret hapı, nane ruhu, talk pudrası gibi birçok hazır sağlık ürünü hep Ferit Bey markasıyla piyasaya sürülmüş.
Hayat dergisinin foto muhabiri olduğum yıllarda İstanbul’un sanat ortamında nereye sokulsak, orada Şakir Eczacıbaşı’nın ya kendisiyle ya da ondan bir izle karşılaşırdık. “Sinematek” bunlardan biri. Giderek bir aşinalık, tanışıklık gelişti. Bu da “Eczacıbaşı Ajandaları” dolayısıyla sıkı bir dostluğa dönüştü. Şakir Bey’in başlattığı “Eczacıbaşı Ajandaları” Şakir Bey’in vefatından sonra, 2010’dan itibaren fotoğraf sanatçılarına ait eserlerden oluşan albümlere dönüştürüldü. İlk kitap doğal olarak Şakir Eczacıbaşı kitabıydı. İkinci kitap Ara Güler’e aitti. Üçüncü kitap ise benim kitabımdı.
Yürüyen zaman içinde, Nejat Eczacıbaşı’nın önderliğinde Eczacıbaşı Topluluğu’nun girişimi olarak İstanbul Sanat ve Kültür Vakfı (İKSV) kurulmuş; bir Sanat Müzesi projesi ve bir de İstanbul Festivali projeleri gündeme gelmişti. İlk festival 1973’te faaliyete konuldu. Ben bu girişimin Türkiye’deki başka birçok örnekte olduğu gibi, sadece birkaç yıllık hevesten ibaret olmayıp, geleneksel hale geleceğini hissettim. Çok önemli bir tarihî olayın başlangıç günlerini bir foto muhabiri duyarlılığıyla saptamanın doğru bir iş olacağı kanısına vardım. Ankara’dan bir aylığına İstanbul’a geldim. İki buçuk yıl kadar önce AKM yandığı için sahne bulmak pek kolay olmamıştı. 91 etkinlik 16 farklı mekâna dağıtılmıştı. Adeta maraton koşucu yaparcasına mümkün olan bütün prova ve temsillere ulaşmaya çalıştım; sayısız fotoğraf çektim. Festivalin 40. yıldönümü öncesinde 40 yıl beklettiğim dosyayı kendilerine sundum. Aydın Erkmen’in kitap tasarımıyla Ozan Sağdıç’ın Fotoğrafları ile Birinci Festival adıyla büyük boyda, muhteşem bir albüm olarak basıldı ve dağıtıldı. AKM yangınından sonraki restorasyonu izleyen günlerde (sanırım İstanbul Festivali’nin de üçüncü yılıydı) AKM galerisinde çektiğim sahne fotoğraflarından bir sergi açmıştım. Bu serginin açılışını da Nejat Eczacıbaşı ve Aydın Gün birlikte yapmışlardı.
Şimdi, Bülent Eczacıbaşı ile tanışıklığımızdan söz etmeliyim biraz da. En az 40 yıllık bir hikâye. Bizim TRT kurumumuz İtalyan televizyonu RAI 2 ile “Çok Güzel Ülke Türkiye” adlı ortak bir dizi yapmak üzere anlaşmışlar. Kurumdaki arkadaşlar bana “İstersen seni de bu projeye dahil edelim. Hem İtalyan ekibe Türkiye’nin görülecek yerlerini gösterirsin, hem de bu arada bol bol fotoğraf çekersin. Bakarsın verimli bir iş ortaya çıkar. Bu işin bir de kitabını kazanmış oluruz” dediler. Uzatmayayım, ekibe dahil olduk ve epey yer dolaştık. Sıra İstanbul’a gelmişti. Burada Türkiye’nin belli başlı işinsanlarıyla kısa röportajları programa almışlar. Bülent Eczacıbaşı’yı ilk kez bu vesileyle bizzat kendi evinde tanımış oldum. Çektiğim fotoğrafların içinde en çok sevdiğim, Bülent Bey’in evin içinde küçük bir büro haline getirilmiş odasındaki portreleri olmuştu. İstanbul Modern faaliyete geçtikten sonra etkinliklerinde biraraya geldiğimiz de olmuştu. Ama en çok aklımda kalanı, Ankara’daki sanat fotoğrafçıları arası bir sıcak temas günüdür. Benim bir süre Matbuat Umum Müdürlüğü adına çalışmış olan Avusturya doğumlu fotoğraf ustası Othmar Pferschy adına çok özel bir saygım vardır. 2007 Nisan’ında Ankara’da Devlet Konuk Evi olarak hizmet gören Ankara Palas binasında onun “Ankara’dan Yükselen Işık” isimli bir sergisi açılmıştı. Sergi İstanbul Modern’in bir etkinliğiydi. Açılış konuşmasını Bülent Eczacıbaşı bizzat yapmıştı. Özenli bir dille, Othmar’a gösterilmesi gereken değerbilirliği belirtmişti. Arkasından Ankara’daki fotoğrafçı arkadaşlarla birlikte kurulan sıcak muhabbet, anılarım arasında kaydadeğer bir yer tutmakta.
Şakir ve Bülent Eczacıbaşı’nın fotoğraf sanatındaki yerine gelince… Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğrafları iki ayrı zeminde gelişme göstermiştir. Birincisi bilinen usulde, durum tespiti fotoğraflarıdır. İkincisi ise son Seçilmiş Anlar kitabında bariz şekilde ortaya çıkan eğilimdir. Daha iyi kavrayabilmek için, 1939’da ünlü şairimiz Ahmet Muhip Dıranas’ın fotoğraf sanatı üzerine kaleme aldığı önemli bir yazısından bir pasajı biraz özetleyerek aktarırsam, bize ışık tutacaktır sanırım. “Büyük İsveç yazarı Strindberg kamerada zayıf bir objektif aracılığıyla uzun bir poz veriyor ve poz esnasında modeli hareket ettirerek, bu suretle fotoğraf kağıdı üzerinde bazı ifadeler tespit edebilmekle hikâyeler anlatıyordu. Sonucunda flu ve kımıldamış resimler elde ediyordu. Bugün fotoğrafçılar net ve yakışıklı fotoğraflar çekiyorlar; fakat Strindberg bir sanatkârdı” diyordu Dıranas. Neredeyse bütün sanat dallarını kendi i̇lgi alanı içinde kabullenmiş gibi görünen Şakir Bey, 20. yüzyılın şafağında ortaya çıkmış ve süratle birbirini izlemiş empresyonizm, fovizm, ekspresyonizm, fütürizm, kübizm, dadaizm, sürrealizm gibi bütün çağdaş sanat akımlarını takip etmiş bir insandı. Onun davası bence çağdaş olmaktı ve fotoğraf sanatını resim sanatına rampa etmek üzerineydi. Onun fotoğraflarında biz, bir çerçeveleme özeni görüyoruz. Kimi kez bunun için bir kapı ya da pencereyi kullanabiliyor. Yapıların doğal grafik düzeninden yararlanıyor. İnsan manzaralarında doğallığı önemsiyor. Rastgeleliği bir özellik olarak kullanıyor. Zaten önemli olan husus, Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğrafçılığından çok, fotoğrafa olağanüstü önem vermiş olmasıdır.
Söz sırası, sayın Bülent Eczacıbaşı’nın Yoldan adını verdiği, çok taze kitabına gelince… Her şeyden önce eser, fotoğrafın söze gerek duymadan kavram yüklü olabileceğini göstermesi bakımından bir ders niteliğinde. 200 sayfaya yakın kitabın her sayfası fotoğraf. Önsözü de fotoğraf, son sözü de. Yazılı hiçbir değerlendirmeye, açıklamaya kasıtlı olarak yer verilmemiş. Adeta “İşte fotoğrafta ne görüyorsan, benim anlatmak istediğim odur” denilmek istenmiş. Fotoğrafın başlı başına bir anlatım dili olduğunu belirtmenin bundan daha kestirme yolu olabilir mi? Bülent Bey’in fotoğraf anlayışı, benim öteden beri sahip olduğum anlayışla birebir örtüşüyor. İyi fotoğraf, seyretmesi haz veren fotoğraftır. O kendi kendini göz diliyle eksiksiz anlatır.
Bu tavır bana çok değerli bir anekdotu anımsattı: Ünlü besteci Beethoven, içinde yenilikler bulunan bir sonat bestelemiş. Bunu yakın arkadaşlarından birine dinletmiş. Arkadaşı “İyi de, sen burada ne demek istedin” diye sormuş. Üstat “Bak, sana ne demek istediğimi tam olarak göstereyim” demiş. Piyanonun başına oturup aynı sonatı bir daha çalmış. “İşte bunu demek istedim” demiş. Bülent Bey’in gözlemleri ve deklanşöre basış anları en iyi fotojurnalistlere parmak ısırtacak nitelikte. Dünyanın dörtbir köşesinden derlenmiş, dört dörtlük insan manzaraları…
Gerek Şakir Bey, gerek Bülent Bey işinsanı olmalarına karşın fotoğrafa bir uğraş olarak gönül verdikleri için, onları amatör fotoğrafçı saymamız gerekir. Değerli şairimiz Ahmet Muhip Dıranas’ın “Amatör ressam dediğimiz zaman acemi ressam anlaşılır. Ama amatör fotoğrafçı denildiğinde, sıradan fotoğrafçı değil de sanatkârane fotoğraflar çekebilen usta biri anlaşılmalıdır” şeklinde bir tümcesini anımsıyorum. Amatör sözcüğü dilimize girip yerleşmeden önce, o kavramı hangi sözcükle karşılardık, bunu merak eder dururdum. Eski dergi ve gazeteleri karıştırırken bunun yanıtını da buldum. Halkevlerinin etkili olduğu günlerde oralarda amatör gruplar temsiller hazırlayıp gösteriler yaparlardı. Bir Halkevinin gazete ilanında “Heveskâr temsilleri” şeklinde bir başlık gördüm. İşte bu, bence tam karşılıktı. Çünkü amatörlük bal gibi bir heves işidir. Bunun küçümsenecek bir yanı yoktur. Aksine övülecek bir şeydir. Adı ister amatör olsun ister heveskâr, bir güzel uğraşa kendini adayan kişi bundan maddi bir çıkar beklemez. Arzusu sadece kendi hevesini gerçekleştirmenin hazzını duyumsamak; beklediği de takdirdir.
Şakir Eczacıbaşı’nın vefatının 10. yılı dolayısıyla Kasım ayında İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde özel bir sergisi açılmıştı. Mart sonuna kadar da açık kalacak. Duymamış olanların haberi olsun.