Kasım
sayımız çıktı

Savaşta ‘buyrun fabrikaya’ barışta ‘hadi şimdi yuvaya’

DÜNDEN BUGÜNE KADIN MÜCADELESİ

“Efendim, bizde kadın hakları iyi değil ama bakın zaten hiçbir yerde iyi değil, idare ediverin canım” demek için değil, bilakis “Hiç idare falan etmeyin anacım, bunlara güven olmaz” demek için yazıyorum. Hani şu Amerika’nın meşhur “Yaparız be anacım!” posterleri falan, hep savaşa giden askerlerin yerine kadınları işgücüne dahil etme çabalarının bir parçası.

Dünyanın yarısını teşkil eden bir grubun asırlar­dır daha az hakka sahip olması ve bunun yakın zamana kadar geniş ölçüde son derece olağan kabul edilmesi gerçek­ten düşündürücü bir mesele. Üstelik bu, sadece dünyanın belli başlı bölgelerine has bir durum da değil.

Modern dünyanın önemli ülkelerinden, endüstri devi, milyarder, para babası, fab­rikalar sahibi Alman Federal Cumhuriyeti’nde mesela -aklım­da yanlış kalmadıysa- kadınlar 50’li yılların sonuna dek kocala­rının ya da bekarlarsa babaları­nın izni olmadan sürücü ehliyeti alamıyor; 60’lı yılların sonuna dek bir başlarına gidip bir ban­kada hesap açamıyor; bankacılık işlemi yapamıyor. Yetmedi, yine Almanya’da 1977’ye kadar, evli bir kadının kocasının yazılı izni olmadan işe girip çalışması ya da iş kurması bile yasak. Ülkenin daha muhafazakar eyaletlerinde, mesela kadın öğretmenler evlen­dikleri anda öğretmenlikleri de sona eriyor. Artık çocuklar “fräu­lein meier” derken durduk yere “frau meier” demeye başlarlarsa kafaları karışır diye midir, nedir bilmiyorum.

Tabii ilginç olan, kadınla­rın çalışmasına bu denli güç­lük çıkartan Alman Federal Cumhuriyeti’nin o meşhur “wirt­schaftswunder” yıllarında ihtiyaç duyduğu işgücünü başta Türkiye, İspanya, Arnavutluk, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerden ithal etmesi; üstelik gelen “misafir işçiler”in karı-koca ikişer vardiya çalışmasına da hiç ses çıkarma­ması. Yani “Almanya Acı Vatan” filmindeki Hülya Koçyiğit, bir başına çıkıp geldiği Almanya’da çalışıp parasını kazanırken, Almanya’daki bir kadının Hülya Koçyiğit’in çalıştığı bandın ya­nında çalışması ancak ve ancak kocasının iznine bağlıydı.

baris_uygur_2
Kadınlar için oy hakkı talep eden Almanca afiş, 8 Mart 1914.

Ha günümüzde güllük gülistanlık mı her şey? Aile içi tecavüze karşı yaptırımlar, Avustralya’da 1990, ABD’de 1993, Fransa’da 1994, Almanya’da 1997, İzlanda ve Belarus’ta ancak 2018’de kanunlaştı. Bugün dünyanın dörtte birinde de yasak falan değil; Türkiye’de 21. yüzyılda aile içi tecavüzü şevkle savunan profesör var. Üstelik bir alanda iyileşme var sanılır­ken, diğer tarafta daha da geriye gidebiliyor kadınların durumu: “Kadın sünneti” diye bir kavram sadece Sahralatı Afrikasında bir korkunç gelenekken, uluslararası kadın hakları kuruluşları yıllarca mücadele edip bu uygulamayı Afrika’da bir hayli azalttı ama, “whack-a-mole” misali bu sefer Irak’a, Afganistan’a, Suriye’ye fa­lan sıçrayıverdi. Kadın düşmanı ve kadın sünneti vaaz eden şeyh­ler bölge diktatörleri tarafından koruma altına alındı. Düşünün artık, gidilecek ne çok yol var.

Tabii bunları Süleyman Demirel’in meşhur “Devlet Kürt olan vatandaşına kötü davranı­yor da, Türk olan vatandaşına daha mı iyi davranıyor?” lafı gibi; “Efendim, bizde kadın hakları iyi değil ama bakın zaten hiçbir yerde iyi değil, idare ediverin canım” demek için değil, bilakis “Hiç idare falan etmeyin anacım, bunlara güven olmaz” demek için yazıyorum. Zira dünyanın en büyük “azınlığı”, yine o dünyanın işine geldiğinde çalışma hayatı­na da atılıyor; erkeklerle eşit de oluyor; üzerine düşen/kendisine verilen görevleri yerine getiriyor; ama devran dönünce gerisin geri evine yollanabiliyor.

Kurtuluş Savaşı edebiyatında aradabir karşımıza çıkan bir “şehirli şaşkınlığı” vardır: Roman karakterleri veya tanıklar, savaş yıllarında erkeklerin çoğu cephe­ye gittiği için şehirlerde sokak te­mizliğinden fabrika işçiliğine her tür işte kadınların da çalışmaya başladığını kimi zaman şaşarak kimi zaman kızarak aktarır. Bu tabii Türkiye’ye has bir durum değil; zira 1. Dünya Savaşı’nda, savaşa giren tüm ülkelerde bir de “Vatan Cephesi” teşkil edilmiş; ülkelerin halkları topyekun hem cephede hem de şehirlerde ağır­lıklı olarak savaş için çalışmış.

baris_uygur_1
2. Dünya Savaşı döneminde hazırlanmış ABD’nin savaş propagandası görsellerinden. 1980’lerden itibaren feminist hareket tarafından da kullanılmıştı. Çizim: J. Howard Miller, 1943.

Eğer aklımda yanlış kalma­dıysa dünya halklarının çoğu 1. Dünya Savaşı’na katılmakta is­tekli olduğundan; garibim İtalyan fütürist ressamları bile gönüllü olarak cepheye koştuğundan, bu gerideki cepheyi örgütlemek zor olmamış. Erkekler savaştayken kadınlar her tarafta çalışmaya başlamış. Lakin savaş bitip de oğlanlar eve dönünce, kadınlara “hizmetiniz için teşekkürler” de­nilmiş ve kadınlar tekrar evlerine gönderilmiş; erkekler de kaldık­ları yerden devam etmişler. Hani bazen “Cumhuriyet kurulduktan sonra kadının işgücüne katılımı azaldı” diyen arkadaşlar, bu duru­mun evrenselliğini ve zaten cum­huriyet öncesi kadının işgücüne katılımının da sadece seferberlik dönemiyle sınırlı olduğunu feci şekilde ıskalıyor. Neden, bilemem (Ha tabii bunlar şehirler için geçerli. Zira köyde asıl çalışanın genellikle kadın olduğunu, tüm “aktörler”in köy kahvesinde otu­rup “aktristler”in tarlada çalıştı­ğını zaten biliyoruz).

Bu “Vatan Cephesi” operas­yonu 2. Dünya Savaşı’nda da yaşanmış. Hani şu Amerika’nın meşhur “Yaparız be anacım!” posterleri falan, hep savaş propa­gandası, savaşa giden askerlerin yerine kadınları işgücüne dahil etme çabası. Komik ama belki de istemeden 2. dalga feminizmin temellerini atmış bile olabilirler bu çabayla.

Ama öyle ya da böyle ABD’de, Alman Federal Cumhuriyeti’nde, Fransa’da, İngiltere’de kadınlar özellikle 2. Dünya Savaşı sonra­sında zorlu mücadeleler vererek, örneğin kocanın izni olmadan da işe girip çalışabilme, babaya sormadan da ehliyet alıp araba kullanabilme, kimseye hesap vermeden bankada hesap aça­bilme gibi temel haklarını söke söke, tabiri caizse tırnaklarıyla kazıyarak almışlar. Tıpkı öncül­lerinin seçme/seçilme, kanun önünde eşitlik haklarını söke söke koparmaları gibi.

Zaten bu hak kısmının da, sen talep bile etmeden “al gülüm” diye tepeden altın tepsi içinde verileni değil de, böyle tırnaklarla kazınarak kazanılanı daha bir lezzetli galiba.