Anadolu’ya geliş sürecindeki sıkıntıları bir kenara bıraksak bile, Türklerin şöyle “oh!” diyerek rahat ettiği dönem tarihte çok azdır. Bu nedenle “istikrarsızlık karakterimizdir” sözü doğrudur ama istikrarsızlığa tahammül gücümüz fazladır. Selçuklu dönemi ve Haçlı Seferleri’nden Beylikler ve Osmanlı dönemine uzanan; savaşlar, içsavaşlar ve isyanlardan sonra cumhuriyetle taçlanan 1.000 yılın retrospektifi.
Türkler en azından 7. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya girmişti. Ancak 11. yüzyıldan önceki perakende göçlerle gelenler bu coğrafyaya damgasını vuramamış; bir kısmı Bizans toplumuna entegre olmuş; toplumun askerî yapısında ve bürokrasisinde yer almıştı. Bizans ordusunun daimi alaylarından ikisi Türklerden oluşurdu. Selçuklular büyük bir dalgayla gelince, bunların bir kısmı kavmine döndü, ama ne kadarı, bilmemize olanak yok. Keza Erzurum, Malatya, Sivas ve Kars, daha Malazgirt öncesinde Türklerin eline geçmişti. Romen Diyojen bu gelişmenin önünü kesmek üzere tayin edici sonuç için Doğu Anadolu’ya ilerledi ama kesin sonuçlu bir yenilgiye uğradı ve Anadolu’nun Türk yurdu olması hız kazandı. Malazgirt’den 20 yıl sonra İznik’te ilk Türk camisi yapılmıştı bile.
Ne var ki Anadolu’da çok rahat bir hayat süremedik. Asırlar boyunca Hazar Denizi’nin kıyılarından batıya akan atalarımız, oradan daha sorunlu bir bölgeye geldikleri bilmiyorlardı. Torunları büyük sıkıntı çekerek bunu öğrenecekti. Hemen her asırda ayrı bir dizi kriz kapımızı çaldı. 21. yüzyılda da iklim krizinden mülteci akınına ve dörtbir yanımızı saran savaşlara kadar aralıksız krizler yaşıyoruz. Bunları başka ülkelerde olduğu kadar yadırgamıyor, sonunda başa çıkmanın yollarını bir şekilde buluyoruz; çünkü, hep kriz ve istikrarsızlık içerisinde yaşadık. Anadolu’ya geliş sürecindeki sıkıntıları bir kenara bıraksak bile, şöyle “oh!” diyerek rahat ettiğimiz dönem çok azdır. Bu nedenle “istikrarsızlık karakterimizdir” sözü doğrudur ama istikrarsızlığa tahammül gücümüz fazladır. Sürekli istikrarsızlık içerisinde hayatı idame ettiriyoruz.
2. Murad; bir yandan Avrupa’dan gelen Haçlılarla mücadele için Rumeli’ye diğer yandan isyan eden Türk beyliklerine müdahale için Anadolu’ya at koşturmaktan bitap düşmüştü. Hünername’de okçuluk talimi yaparken görülüyor (1523).
Haçlı seferleri
Anadolu’da yaygın bir yerleşime geçip tam da rahata ermeden, daha ayağımızın tozuyla Haçlı Seferleri’yle uğraşmak zorunda kaldık. Bu seferlerin örgütlendiği Clermont Konseyi’nde sözalan Flandr Kontu Robert, Türklerin Boğazlar’a kadar geldiğini, Anadolu’daki Hıristiyanların desteklenmesi gerektiğini gündeme getirnişti. 1096’da Anadolu’ya ulaşan 1. Haçlı Seferi’nin ilk hedefi İznik oldu. Daha sonra Eskişehir ve Konya üzerinden güneye ilerleyerek Antakya’yı kuşattılar ve burayı ele geçirip bir prenslik kurdular. Bu arada bir kolları da doğuya ilerleyip Urfa Kontluğu’nu kurdu. Bir kısım Haçlılar (Normanlar ve sonra Katalanlar) daha sonraları iç ve batı Anadolu’da kalıp başka Haçlı devletleri oluşturmaya çalıştılar.
Haçlılarla mücadele
Alp Arslan, İmparator Romen Diyojen’i küçük düşürürken. Boccaccio’nun De Casibus Virorum Illustrium eserinin 15. yüzyılda resmedilmiş bir Fransız çevirisinden (yanda) 1. Dorileon Muharebesi, 1 Temmuz 1097 tarihinde Birinci Haçlı seferi’nin başlangıcında Eskişehir yakınlarında yaşandı (altta).
Haçlıların Anadolu’dan geçmesini engelleyemedik ama yol üzerinde onlara büyük kayıplar verdirerek Doğu Akdeniz’de kalıcı olmalarını önledik. Bununla birlikte, bu durum Bizans’ın harekete geçerek bazı bölgeleri geri almasına yol açtı ki, bu girişimleri durdurmak ancak onları 1176’daki Miryakefalon Muharebesi’nde hezimete uğratarak mümkün oldu. Doğu Anadolu’daki Malazgirt ve Batı Anadolu’daki Miryakefalon yenilgileri sonrasında gücü tükenen Bizans, bir daha Anadolu’ya büyük bir ordu gönderemedi; faaliyetleri Marmara bölgesiyle sınırlı kaldı. Ne var ki Haçlıların yarattığı sıkıntılar henüz geçmeden, Doğu’dan çok daha büyük bir fırtına yaklaşmaktaydı.
Moğol istilaları
Moğol akınları Anadolu’yu büyük bir krize sokmuş, o sırada Babailerin isyanıyla uğraşan Selçuklular kötü bir yönetim sergilemişlerdir. Bir kısım göçerlerin toprağa bağlı vergi mükellefi olmaktan kaçmaları, içerdeki isyanların temeldeki nedenleri arasındadır. Ayrıca Selçukluların, Moğolların hedefi olan Harezmlilerle ittifak yapacaklarına onlarla savaşmaları, iki tarafı da kolay yem haline getirmiştir.
İlk Moğol istilasını önlemek için hazırlanan Selçuklu Ordusu, yerleşik hayata geçtikten sonra geleneksel savaş yeteneğini yitirmiş bir yönetimin liderliği altında varlık gösteremedi. Saray hayatı Selçuklu yönetimine hiç yaramamıştı. 1243’teki Kösedağ muharebesinde Selçuklu öncü kuvvetlerinin bir kısmı imha olunca, geri kalan birlikler utanç verici bir şekilde dağıldı. Bunu izleyen yarım yüzyılda Selçukluların bakiyeleri İlhanlı valilerin altında sürekli aşağılanırken, ahali de işgalcinin altında ezildi. Kısa vadede Anadolu’da Türk birliğini kuracak bir güç ortaya çıkmadı ve en büyük aday, hatta onların doğal varisi sayılan Karamanlılar da bunu başaracak kabiliyet ve yapıda değildi. Moğol zulmünün büyüklüğü Nasreddin Hoca fıkralarına bile konu olmuştur. Bununla birlikte, Anadolu Türk birliğinin dağılması Osmanlıların devlet kurmaları için uygun koşulları oluşturdu. Esaret altındaki Selçuklular 1300’lerin başlarında tarihten silinirken, aynı tsıralarda Osman Bey İznik’i tekrar alıyor ve Bizanslıları İzmit yakınlarında Koyunhisar’ında yenilgiye uğratarak (1302) büyük yürüyüşüne geçiyordu.
Osmanlı dönemi
İlk Moğol istilasının sona ermesi Anadolu’ya dirlik ve düzen getirmedi. Osmanlılar Anadolu’yu fethetmek için 200 yıl daha savaşacaklardı. Dördüncü padişah olan Yıldırım Bayezıd İstanbul’u kuşatmayı düşündüğü sırada Timur felaketi yaşandı. Ankara Muharebesi’nde yapılan stratejik ve taktik hatalar sonunda esir düşen padişah tutsak olarak öldü. İlginçtir, bu muharebede de şehzadeler padişahı bırakıp emirleri altındaki birliklerle kaçmışlardı. Bu sırada bir kısım ahali önceki Moğol zulmünü hatırlayarak Rumeli’ye kaçmaya çalıştı; Çanakkale’de bekleyen Ceneviz gemileri karşıya geçmek isteyenlerden fahiş paralar aldılar.
Ne var ki Anadolu’da kurulmuş olan irili ufaklı 60 kadar Türk Beyliği, kendi bölgelerinde belli bir düzen tesis ederek ahalinin ayakta kalmasını sağladı. Bunların bazıları ileride Osmanlılara katılırken, en başta Selçukluların varisi olarak görülen Karamanoğulları olmak üzere bazıları da 16. yüzyılın başlarına kadar direndiler. Osmanlılara defalarca boyun eğip her seferinde ilk fırsatta, özellikle de ordu Balkanlar’da savaşırken isyan ettiler. Ne var ki, o dönemde Anadolu hâlâ İpek Yolu’nun ucunda bir dizi ticaret merkezine sahipti ve ayrıca Moğol istilaları Anadolu’ya yeni bir Türk göçü dalgası getirmişti. Böylece Osmanlılar Fetret Devri’ni çabuk atlattılar ve Bayezıd’dan 50 yıl sonra İstanbul’u aldılar. Ancak bu ara dönemde Osmanlı sultanları, örneğin en tipik olarak 2. Murad; bir yandan Avrupa’dan gelen Haçlılarla mücadele için Rumeli’ye diğer yandan isyan eden Türk beyliklerine müdahale için Anadolu’ya at koşturmaktan bitap düşmüştü. Şu iyi bilinmelidir ki, Anadolu sürekli isyan ve içsavaşlarla örülü bir tarihe sahiptir. Her isyan sayısız ölüm, sürgün ve acı getirmekteydi. Osmanlılar, beyliklerin yanısıra güneydeki Memlûkleri de yenerek Anadolu’ya hakim olduklarında 16. yüzyılın büyük bunalımı başlamıştı.
Çok hazin bir şekilde öldürülen Genç Osman’ın cülus töreni.
16. yüzyıl: Büyük Kaçgun
Sözkonusu uzun kriz dönemi 2. Bayezıt ve özellikle Anadolu’nun fethini tamamlayan Selim’in dönemlerinde kendini belli etmekle birlikte, esas olarak onuncu Padişah 1. Süleyman’ın devrinde gelişti ve torunlarının döneminde patladı. Yani, aslında durum pek “muhteşem” değildi. Sorunlar her taraftan geldi; hiçbir ülke bu kadarıyla başaçıkamazdı.
Öncelikle Anadolu’da çok büyük bir nüfus artışı yaşandı. Artık artan nüfusu sevkedecek fetihler de yapılamıyordu; hatta Kıbrıs’a bu nedenle çıkıldığı söylenir. Şehirlere akan ancak işsiz kalan medrese talebeleri suhte isyanlarını başlattılar ki, bunlar Celâlî adı verilen isyanlarla birlikte yayılacaktı. Bu arada devlet merkez teşkilatının yerleşmesine rağmen şehzadeler arasındaki taht savaşları da kesilmedi. Ne var ki artık, tipik olarak Cem Sultan vakasında olduğu gibi, bürokrasinin uygun gördüğü şehzade tahta oturmaktaydı.
Esas felaket dönemi, 16. yüzyılın ikinci yarısında kuraklık, veba, fare ve çekirge istilaları ile aşırı soğuklar nedeniyle oluşan kıtlıkla başladı. 1564- 65, 1570-1, 1574, 1579 ve 1583- 5 yıllarında kuraklık ve açlık, o dönemde kendisini iyice hissetiren “küçük buz çağı” ile birlikte ahaliyi büyük sıkıntıya soktu. Aynı dönemde, 1585’te, paranın değeri büyük ölçüde düşürüldü ve tahmin edilebileceği gibi bunun ardından 1589’da o güne kadar görülen en büyük Yeniçeri isyanı başgösterdi. Devlet, Fatih’ten beri her zaman mali kriz içerisinde olup süreki olarak daha düşük değerde para basıyordu. İstanbul’da ilk yağma, Fatih ölünce meydana geldi. Kapıkulları oğlu 2. Bayezıd’ı paranın değerini düşürmemesi koşuluyla tahta çıkardılar ama, bu daha sonra sürekli bir uygulama hâline geldi. Tüm bunlarla birlikte 16. yüzyılda Safevilerin Anadolu’ya gönderdikleri kızıl börklü dervişlerin isyan çıkarma girişimleri, İran savaşlarıyla birlikte muazzam kaynak yuttu. Anadolu ahalisinin isyancılara yakın duran kısmı daha büyük bir baskı gördü. Kaldı ki, Tuna boylarında ve Akdeniz’de yapılan seferler da gelir getirir olmaktan çıkmış; uzaklaşan sınırlarda kale garnizonları bulundurulması gereği ortaya çıkınca, her kış evine dönen tımarlı sipahiler işlevini yitirmiş; pahalı profesyonel askerler ise hazineyi büsbütün tüketmişti.
Tüm bunların üzerine 1590’ın aşırı soğuk dalgası, ertesi yıl kıtlık ve eşkıyalığı arttırdı. Sonrasında Karayazıcı ile birlikte sürekli isyanlar dönemi başladı. 1590’lar, önemli bir dönüm noktasıdır. Ovalarda yaşayan ahalinin bir kısmı uzak dağ köylerine çekildi. Orada kısa bir süre kalıp çatışmaların sona ermesini umuyorlardı ama bu fırsatı bulamadılar. Geçici olacağını düşünerek yerleştikleri derme-çatma konutlardan dönemeyecekler ve uzun süren bir sefalete sürükleneceklerdi.
Bu olayların sonucunda Anadolu’da dirlik-düzenlik kalmadı. Ayrıca Osmanlıların 16. yüzyılda Doğu ticaretinden gelen geliri büyük ölçüde yitirdiklerini; İpek Yolu’nun önemini kaybetmesinden sonra Baharat Yolu’nun da Batı Avrupalıların eline geçtiğini; Osmanlı denizcilerinin Hint Okyanusu’ndaki girişimlerinin akamete uğradığını ve Akdeniz’de üstünlük mücadelesinde geri kaldıklarını; Batılıların sömürgelerden taşıdıkları altın, gümüş ve diğer mallar karşısında şaşırdıklarını, özellikle dokuma imalatında rekabet edemeyip atölyeleri kapattıklarıni görürüz.
Tüm bunlara rağmen, artık Anadolu’nun kılcal damarlarına kadar nüfuz edildiği için toplum ayakta kalmıştır. Kentlere ve kasabalara yayılan işsizlerin bir kısmı eşkıyalara katılmış, bir kısmı da paşaların yanında paralı asker olarak işe alınmıştır; artık kısmetine göre neresi nasip olmuşsa. 17. yüzyıl başında, Padişah 1. Ahmed (saltanatı 1603-1617) döneminde İstanbul’a gelen Batılılar, imparatorluğun yıkılmak üzere olduğu yorumunu yapıyorlardı. Nitekim ondan sonra tahta çıkan 1. Mustafa hapsedilmiş, yenine geçirilen 2. Osman öldürülmüş, 4. Murad zamanında bunalım sürmüş, 1. Ahmed’in en küçük oğlu İbrahim ise tahta çıktıktan sonra önce hapsedilip sonra devlet ricalinin kararıyla boğdurulmuştur. Osmanlı Devleti kendisini toparladı ama bu defa da Orta Avrupa’da yürütülen Uzun Savaş ile birlikte Rusların Karadeniz’e inmesi, Venedik savaşları ile birlikte 17. yüzyıla damgasını vurdu. Bu sırada Anadolu’da istikrarsızlık sürüyordu. Kapıkulları kontrolden çıkmış, başarısız savaşlar birbirini izlemiş, paranın değeri düşmüş, reaya toprağı terketmeye devam etmiş, Kapıkulu askerlerinin sayısı artmış, isyancılar paşaların kellelerini almaya başlamışlardı.
Nasıl ayakta kaldık?
Anadolu Türk varlığının bu kadar olumsuz koşullara rağmen ayakta kalmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi Türklerin Anadolu’da kesin nüfus çoğunluğuna sahip olmasıdır. Aynı çoğunluğa sahip olamadıkları, coğrafyanın en ince damarlarına kadar yerleşmedikleri Balkanlar’da durum farklı oldu.
İkincisi örgütlenme yeteneğidir. Selçuklular çökünce kentlerde ahiler, fütuvvet örgütleri, bölgelerde Anadolu Beylikleri çerçevesinde örgütlenerek güç oluşturdular. Osmanlılar çökünce de hem Müdafayı Hukuk cemiyetleri liderliğinde yerel millî kongre iktidarları oluşturdular hem de merkezî devlet idaresini Anadolu’ya taşıyabildiler. Bunlar büyük olaylardır. Temelinde ahalinin beka sorunun farkında olması ve Osmanlıların Türk tarihinde ilk defa kalıcı bir devlet geleneği yaratması vardır. Daha önce Asya coğrafyasında kurduğumuz çok sayıda devletin hepsi kısa sürede çökmüştü; çünkü veraset kanunu olmadığı için her tahta çıkış bir içsavaşa yol açıyordu. Osmanlı sisteminin önemi, merkezî bir devlet bürokrasisi yaratmasıdır ki, çoğu zaman veraset işini de bu bürokrasi kararlaştırıp çözmüştür. Bürokrasinin örgütlülüğü devletin hem zaafı hem de gücüdür; buna hem lanet hem lütüf diyenler de olmuştur. Bürokrasi, varlığının tek teminatı olan devleti ne yapıp edip ayakta tutmuş, sonunda cumhuriyeti de onlar kurmuştur.
Öte yandan bürokrasinin her reformu yarım yamalak olmuş, ülkeyi imar etmeyi nadiren hedef hâline getirmiş, görevliler genelde başını derde sokmadan yeni tayin beklemiştir. Devlet de yöneticiler (paşalar, kadılar, valiler), yerel nüfuzlular ile sıkı bağ kurup sömürü çarkına fazla kapılmasınlar diye sık sık memurların yerini değiştirmiştir. Tabii bu durum adaletsiz çarkı durdurmamıştır. “Tayin geleneği” günümüzde hâlâ devam etmektedir.
Diğer bir faktör de ilk 10 padişahımızın Tuna’dan Basra’ya kadar uzanan büyük bir toprak sermayesi oluşturmasıdır. Böylece, çoğu zaman zar zor da olsa her krizle başa çıkabilecek yedek kaynaklar oluşturulabilmiştir. Osmanlı Devleti merkezileştiğinde, Avrupa’da sadece İngiltere ve Fransa merkezî monarşi yolunda adım atmaktaydı ve doğal sınırlarını henüz fethedememişlerdi. Toprak sermayesi imparatorluğun son yılına kadar parça parça elden çıkarılarak kullanıldı, sonunda tükendi; hatta Misak-ı Milli sınırlarından da taviz verilmek zorunda kalındı. Ancak tüm bu büyük mücadeleyi sonuna erdiren, eksiklikleriyle de olsa toplumu ayakta tutan tüm kurumları oluşturan, okulları, hastaneleri açan gücün devletin merkez teşkilatı olduğu daima hatırda tutulmalıdır.
19. yüzyıl: Bitmeyen çile
İlber Ortaylı 19. yüzyılı “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” olarak nitelemiştir. Sayısız gaile imparatorluğun üzerine çökmüş, krizler biribirini izlemiştir. İyi padişahımız 3. Selim öldürülmüş; Rus savaşları süreki kaynak tüketmiş; İngiliz ve Fransızlar da savaşların gidişatına göre işgalci veya müttefik olarak topraklarımızı karıştırmış; buna Büyük İhtilal (1789) sonrasında artan milliyetçi cereyanların faaliyetleri eklenmiştir.
Diğer yandan ayanlar yerel iktidarlarının tanınmasını istemiş, Kavalalı gibi bazıları kendi devlet yönetimlerini kurarak Anadolu’da ilerlemiştir. Rumeli âyanları devlet içinde devlet hâline gelmiş, Anadolu’da da bazı yerel nüfuzlular güç kazanmıştır. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra devlet bir süre derme-çatma ve işe yaramaz bir orduyla başbaşa kalmış; bu ordu benzeri güruh, örneğin Nizip Muharebesi’nde kimi zaman daha düşmanı görmeden dağılmış; donanma ise komutanı tarafından kaçırılarak İskenderiye’de Kavalalı’ya teslim edilmiş, ancak İngilizlerin aracılığıyla 2 yıl sonra İstanbul’a dönebilmiştir.
2. Mahmud Sened-i İttfak’ı yokederek âyanların gücünü kırmaya büyük önem vermiş yeni ordu ve kurumlar oluşturarak devleti yeniden toparlamayı amaçlamış; onu izleyen Abdülmecid döneminde istenilen reformlar güdük kalmış; Abdülaziz darbeyle iktidardan düşürülmüş; Kırım Savaşı ile başlayan dış borçlanma devlet gelirlerine yabancıların elkoyduğu Düyun-u Umumi utancıyla sonuçlanmıştır. Yüzyılın sonunda, devletin memur ve subaylarına bile düzenli maaş verilememiş, ordu reformu tamamlanamamıştı. İşte Osmanlı toplum bu şekilde 20. yüzyıla girmiş ve Balkan Savaşı hezimetiyle Rumeli’yi yitirmiştir ki, bu coğrafyanın kimi yerleri -örneğin Rodoplar- bizim için Ankara veya Kastamonu kadar Türk vatanıydı. Her halükarda Osmanlı hanedanı yokolmaya mahkumdu; çünkü 1918’de sadece onlar değil, Romanovlar, Habsburglar ve Hohenzollernler de tarihe karıştı. Ancak 1. Dünya Savaşı sonrasında Merkezî İttifak’a dayatılan parçalayıcı antlaşmaları ilk yırtan, Sevr’in yerine Lozan’ı koyan Türkiye oldu.
Osmanlı Devleti Türklere huzurlu bir hayat sunmadı; ama en uzun ömürlü Türk devletini oluşturarak nüfusun Anadolu’da yoğunlaşmasını ve örgütlenmesini sağladı. Bir dönem, dünyadaki tek bağımsız Türk devleti bizdik. Bu arada, imparatorluğun tüm tarihi boyunca Asya’dan bazen az bazen az bazen çok, ama sürekli göçler geldi. Bu göçler her dönemde taze kan getirdi ki, bunlar, imparatorluğun felaketli son günlerinde çok kritik bir insangücü sağlamıştır.
Selçuklular bir geçiş dönemiydi ve Türkleri kritik bölgelere yerleştirdiler. Anadolu Beylikleri, kriz döneminde Türk varlığına çatı oluşturdular. Osmanlılar uzun ömürlü ilk Türk devletini kurarak sıkıntılı da olsa cumhuriyete yetecek bir insan ve toprak sermayesini korudular. Bu topraklar tarih boyunca istikrarsızlık üretti. Bizans zamanında da benzer sorunlar vardı. Anadolu, İstanbul’dan müdahale eden merkezî bürokrasi ile yerel nüfuzlular arasında sıkışıp dururdu. Osmanlılar da benzer sorunlarla karşı karşıya kaldılar. 19. yüzyılda yerel nüfüzlular merkezî otoriteye kafa tutacak güce eriştiler ama, sonrasında sisteme entegre oldular. 1911-22 savaşlarından sonra nüfus daha homojen hâle geldi ve dünya tarihinde eşi görülmemiş bir oranla 100 yılda yedi kat artış gösterdi. Günümüzde bunun sosyal ve siyasal sonuçları ile boğuşuluyor; bu nüfus, dinamizmini yeni kanallara aktarmanın yollarını yaratıyor. Müthiş maceramız sürüyor.