Sanırım günlük hayatımızda üzerine basa basa övme amaçlı kullandığımız bazı kavramları biraz deşmek gerekiyor. Yani ne bileyim; yapılan önemli bir jestin, iyiliğin arkasından birisi bana “Vaay, bir hayli şövalye ruhluymuşsun,” dediğinde az çok tarih bilgisine sahip bir insan olarak bozuluyorum, darılmanın eşiğine geliyorum. Yani anlıyorum, hep beraber filmiydi, dizisiydi, romanıydı derken tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u gibi, şövalyelere bir hayranlık beslemişiz ama yani Cervantes’in dikkat ederseniz Don Kişot’un gerçek bir mal olduğunu da görmeniz lâzım. Yani demem o ki, gerçekten Don Kişot’la aynı bilgi ve duygu düzeyini paylaşmak -hele hele yanınızda içinden küfrederek de olsa sizi yine az çok hâle yola sokacak bir Sanço Panço olmadan- hayırlı mıdır sizce?
Tıpkı Don Kişot gibi yanılan birçoğumuzun aksine ben, birisi bana “şövalye ruhlu” dediğinde bozuluyorum. Şövalye ruhlu, benim için maçta hakeme, rakip takıma ve en nihayetinde topu bir türlü kaleye sokamayan Eskişehirspor forvetine yönelik kullanılabilecek bir ifade gibi ve benim için “Ulan şövalye ruhlu!” şeklinde bir kullanımı var. Ama nedir? Biz yıllar yılı kâh Kral Arthur ve yuvarlak masa şövalyelerini ya da Yüzüklerin Efendisi gibi fantastik kuntastik romanlardaki asil ruhlu şövalye tiplemelerini okuya okuya, ipe sapa gelmez ama allah için izlemesi eğlenceli tarihi kahramanlık filmlerini dizilerini izleye izleye şövalyelik kurumunu gözümüzde büyüttük de büyüttük. Şimdi efendim burada yeri gelmişken, fırsatını bulmuşken bir noktayı açıklığa kavuşturmak isterim; o da şövalye dediğinizin ayı oğlu ayıdan öte bir şey olmadığıdır.
Eğer yanlış hatırlamıyorsam her şeyden önce şövalyelerin çoğunluğu okuma yazma bilmez. Yıkanmak falan zaten hak getire ve üstüne üstlük at üzerinde gezdiği için istesen de kokudan yanına yaklaşamazsın. Yani sizi temin ederim, gerçekten özenilecek bir şey değil. Ha elbette çeşit çeşit insan var, kimisi misal beyaz çizgili İtalyan takım elbise giymeye, kravatsız beyaz gömlek ve kirli sakalla ortalıkta hacminden daha fazla yer işgal edecek şekilde salınarak dolaşmaya da özeniyor, orası ayrı.
Başa dönecek olursak yapı itibariyle sövalyelik, az çok bizim tımarlı sipahi gibi bir şey ama hiç kimsenin diğerine “Vay gayet tımarlı sipahi ruhlu bir davranış,” dediğini duymadım.
Tabii “tımarlı sipahi”, tıpkı camsil gibi ne iş yaptığını, nasıl yaptığını anında anladığımız açıklayıcı bir isim: At üzerinde savaş etmeye hazır ve kendisine geçinsin diye bir takım toprak ve köylü verilmiş, emanet edilmiş şahıs. E şövalye ne? O da öyle.
Dahası, bu şövalye arkadaşlar bir şekilde hesapta belli bir çerçeve içinde bir araya gelerek bir birlik vesaire kurup ne yapıyorlar dersiniz? Bankacılık. Aklımda doğru kaldıysa bugünküne en benzer bir şekilde uluslararası bankacılık, ilk kez şövalyeler tarafından yapılıyor, arbitrajın tadına, komisyonun keyfine şövalyeler tarafından varılıyor. Evet. Bizim kitaplarımızda filmlerimizde romantik serseri, asil ruhlu iyiliksever veya güçsüzleri korumak için canını vermeye hazır fedakâr diye hasletler yüklediğimiz şövalyelik gayet ekmeğinin peşinde ve gayet kendisine emanet edilen toprakta çiftçiyi, savaşa giderken geçtiği yol üzerindeki köylüyü sömüren; para transferi yapmak isteyen tüccarı fahiş banka komisyonları ve hesap işletim ücretleriyle canından bezdiren bir kişi.
Neticede bu çerçeveden bakacak olursak geçmişte şövalyelerin yaptığı işler, günümüzde belli başlı üç meslek grubu tarafından bölüşülmüş durumda: Belirli mahalleleri, bölgeleri beyaz çizgili takım elbiseleri ve kravatsız beyaz gömlekleriyle sahiplenen mafyalar, ordularda görev yapan uzman er ve erbaşlar, ve son olarak bütün gün swaptı, kambiyoydu, akreditifti uğraşan beyaz yakalı bankacılar günümüzde şövalyeliğin üç ayağını teşkil ediyor. Şimdi böyle söyleyince çok özenilecek bir şey gibi olmadı değil mi?