Kasım
sayımız çıktı

Sıradışı bir yetenek ama müthiş bir çalışma ve emek

Türk tiyatrosunun gözbebeği, aktrislerin önde geleniydi. Tiyatroda ve sinemada silinmez izler bıraktı. Onun üstün performansı, çocuklukta ortaya çıkan yeteneğini bilgiyle-görgüyle, inanılmaz bir çalışma temposuyla, ufkunu sürekli genişletmesiyle ortaya çıkmıştı. Aynı zamanda bir “tiyatro fotoğrafçısı” olan Ozan Sağdıç’ın Yıldız Kenter anıları…

Tiyatroda katı kural ve sıkı disiplin, çalışma koşulları denilince akla gelecek ilk kişi Muhsin Ertuğrul olacaktır. Örnekse, ta Atatürk’ün zamanında, onun Darülbedayi temsillerinden birini onurlandıracağı akşam, başlama saati geldiği halde Gazi Hazretleri ortalıkta görünmemesi üzerine, yönetici konumunda olan Muhsin Bey’in hiç bekmeden perdeyi zamanında açtırmasıdır. Gazi oyunun kalan kısmını, sessizce süzüldüğü locasından izler. Herkes Muhsin Bey’in azarlanacağı, en azından siteme muhatap olacağı beklentisi içindeyken Atatürk adeta özür dilercesine tiyatro müdürünü başarılarından dolayı hararetle tebrik etmiştir.

Aradan bir hayli zaman geçmiştir; Muhsin Bey Ankara’dadır. Devlet Konservatuvarı’nın Carl Ebert’ten teslim aldığı bu kuruluş kısa zamanda meyvesini verir. Ve sonunda nihayi hedef olan Devlet Tiyatrosu 1 Ekim 1949 akşamı yine Muhsin Bey’in yönetiminde sahnesini açar.

Yazımızın  kahramanı olan Yıldız Kenter, işte bu evrim içinde yoğurulup ortaya çıkmış üstün yetenekli bir sanatçımızdı. Onu geçen yılın sonuna doğru, 17 Kasım günü yitirmiş bulunuyoruz. Sağlığındaki varlığı ve elimizden kayıp gidişi benim için ayrı bir önem taşımaktadır. Zira o ayrıca benim Yıldız Ablamdı; tanıştığımız ilk günden itibaren sıcak yüreğiyle sürekli şefkat göstermişti.

5’i 1 yerde Ozan Sağdıç’ın 70’li yılların teknik koşullarında radyo-TV dergisi için, aynı film üzerinde yerlerini ezbere tahmin ederek üst üste 5 kez çekim yapmak suretiyle oluşturduğu kapak çalışması.

Muhsin Bey bir sanat kurumu olan tiyatronun özelliklerinden dolayı bir ihtisas işi olduğu, bürokrasi zihniyeti ile bağdaşmayacağı, bu nedenle özerk olması gerektiği düşüncesindeydi. Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri ise tiyatro idaresine Bakanlığın bir alt dairesi gözüyle bakmaktaydı. Bu nedenle yıldızları bir türlü barışmamıştı.

Bir dernek tiyatro binasında balo tertip etmek üzere Bakanlık makamına başvurmuş. Muhsin Bey şifahen bu işin uygun ve mümkün olamayacağını söylemiş olmasına karşın, Bakan emirname gibi bir olur yazısı göndermiş. Muhsin Bey bunu bir prestij ve prensip sorunu yapıp istifa etmiş ve İstanbul’a dönmüştü. Vedat Nadim Tör’ün önerisiyle Yapı ve Kredi Bankası’nın kurucusu Kâzım Taşkent tarafından Atlas Sineması’nın girişi üzerindeki bir salon “Küçük Tiyatro” adı ile tiyatroya dönüştürülmüş, yönetimi de Muhsin Bey’e teslim edilmişti.

Üstat geçen zaman içinde Devlet Tiyatroları’nın büyütülmesi, genişletilmesi, Türkiye’nin başka köşelerinde de şubeler açılması idealiyle yeniden Ankara’daki Genel Müdürlük görevine dönmüştü. Ancak bu kez her nedense, belki de Rus eserlerine fazlaca yer verdiği gerekçesiyle komünistlikle suçlanmaya başlanmıştı (Tabii tahmin edileceği üzre bu yazarlar Rus yazarları idi, Sovyet değil!). Bu hareketin elebaşılığını Peyami Safa yapmaktaydı. Söylenti ve hücumlar fazlaca dillenince Millî Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı, Muhsin Bey’in görevden alındığını bir tezkere ile beyan etmişti. Muhsin Bey hiç vakit kaybetmeden tasını tarağını toparlayıp İstanbul’a kesin dönüş yapmıştı.

Muhsin Ertuğrul Ankara’dan İstanbul’a bu son gelişinde, oradan İstanbullulara çok değerli bir armağan ile dönüyordu. Devlet Tiyatrosu’nun genç kadrosundan çok değerli iki tiyatro sanatçısı Yıldız ve Müşfik Kenter kardeşler. O iki kardeş işlerinden istifa etmişler ve hocalarının ardına takılıp bu şehre göçetmişlerdi. Sözünü ettiğim zaman dilimi 1958-59 yılları. Ve ben İstanbul’da Hayat dergisinde genç bir foto muhabiriyim. Yıldız Hanım daha sonraki bir zamanda bir sorum üzerine bana bu istifa kararının nedeni olarak Muhsin Hoca’ya duyduğu saygı ve güven yanında Demokrat Parti iktidarının son yıllarında Ankara’daki kurumların fazlaca siyasileşmesinin verdiği sıkıntıları dile getirmişti.

Tam o sıralarda Türk tiyatrosunun anıt isimlerinden Muammer Karaca, tuluat tiyatrolarının eleştirel bir yanı olmasından dolayı iktidarlarca kuşku ile bakılan alanlar olması varsayımına karşın, taşıdığı şeytan tüyü sayesinde dönemin başbakanı Adnan Menderes’in kalbini kazanmayı becermişti. Bu etmeni de kullanarak bankalardan kredi çekebilmiş, Yeşilköy taraflarında köşkümsü bir evin sahibi olmaktan başka, İstiklâl Caddesi’ne açılan bir çıkmazın içinde bayağı eli-yüzü düzgün bir tiyatro binası inşa ettirmişti. Öyle bir tiyatro ki Türkiye’de o güne kadar kimsenin görmediği döner sahnesi olan bir tiyatro!  Maksim’de sürdürdüğü kendi oyunlarını buraya taşımış, Yunanistan’dan çok iyi bir rejisör olan Takis Muzenides’i getirtip, klasik oyunu Cibali Karakolu’nu daha düzgün ve çağdaş bir sahne düzeniyle sunmaya başlamıştı.

Doğaldır ki, bu değirmenin suyu bir tek kendi tiyatrosunun hasılatı ile dönmeyecekti.

“Saat Altı Oyunları” diye ek bir tiyatro sunumu olanağını düşünmüşler ve uygulamaya koymuşlardı. Bu oyunlar genelde dünya tiyatro literatürünün seyirci tutmuş, prim yapmış eserlerinden seçilecekti. Ankara’dan gelen Kenter Kardeşlerin, bu yeni yüzlerin yeni mekânı işte bu yeni tiyatro binası olacaktı. İlk oyunları daha önce Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiş olan “Salıncakta İki Kişi”ve “Çöl Faresi” isimli oyunlardı.

Saat altı oyunları Türk tiyatrosunun anıt isimlerinden Muammer Karaca, İstiklal Caddesi üzerindeki tiyatrosunda ‘Saat 6 Oyunları’ adı altında bir seriye başlar. Dünya tiyatro literatüründeki popüler oyunlardan örnekleri sahnelenen bu seriden ‘Çöl Faresi’. Yıldız Kenter, Sadri Alışık ve Turgut Boralı ile.

Tiyatroyu öteden beri severdim. Hani “tiyatro okuldur” falan derler ya, buna kalben inanmışlardanım. Eğer ben birazcık ben olmuşsam, bunun önemli bir kısmını fazla tiyatro oyunu seyretmiş olmama borçluyum diyebilirim. Bir magazin foto muhabiri olunca bütün tiyatroların kapıları bana açılmıştı. Sadece sahneler değil, sahne gerisi de. Hayat dergisi için taze bir röportaj konusudur diye aklımdan geçirdim. İki kardeşi Karaca Tiyatro’nun kulisinde buldum, teklifimi yaptım. Evleri olan Şişli taraflarındaki bir apartman dairesinde buluştuk. Belki kapak fotoğrafı olur diye Yıldız Hanım’ı Osmanbey’deki Tanju Fotoğraf Stüdyosu’na davet ettim, stüdyo koşullarında portrelerini çektim. İşte bu ilk buluşma, ömür boyu sürecek olan sıkı bir dostluğun başlangıcı olmuştu.

Yıldız Hanım bir diplomatın, Lausanne Konferansı’nda Türk heyeti içinde sekreter olarak yer almış Ahmet Naci Bey’in kızı. Doğum yeri İstanbul, tarihi 11 Ekim 1928. Naci Bey, Yıldız Hanım’ın annesi olacak Olga Cynthia adında bir İngiliz kızı ile evlendiği için yasa gereği Hariciye Vekaleti kadrosundan çıkarılmış. Beş çocuklu aile bir süreliğine yoksulluğa mahküm olmuş. Naci Bey Tarım Bakanlığı’nda iş bulunca Ankara’ya taşınmışlar. Vaktiyle çok iyi günler yaşamış babası psikolojik olarak kendini boşluğa düşmüş gibi hissetiğinden içkiye sığınmış ve düşkünlüğü günden güne artmış. Müslüman olup Nadide adını alan annesi, Türk çocuklarına İngilizce dersi vermiş. Geçim sıkıntısı o raddeye varmış ki, çocuklar gazete kağıtlarından kese kağıdı yapıp bakkallara satmışlar. Nerede daha ucuz ev buldularsa mahalle değiştirmişler. Bunca sıkıntıya karşın Yıldız Hanım “Annem sokakta karşılaştığı kedi-köpek, hatta gariban insanları bile eve getirirdi” derdi ve her şeye rağmen çocukluk yıllarının mutluluk içinde geçtiğini söylerdi.

Reji masasında Bir magazin foto muhabiri olarak bol bol oyun izleme fırsatı bulan Ozan Sağdıç, tiyatronun bir okul olduğuna inanıyor; sahne kadar sahne gerisini ve hazırlık aşamasını da fotoğraflıyordu. Yıldız Kenter, yönetmenliğini yaptığı bir oyunun provası sırasında reji masasında.

O günler radyo günleridir. Yıldız Hanım biraz büyüyünce  Ankara Radyosu’nun Çocuk Kulübü’ne üye olmuş, Devlet Konservatuvarı’na yazılmış. Üstün yeteneğinin ödülü olarak sınıf atlatmak suretiyle 1948’de mezun olmuş. Tatbikat Sahnesi’nde başlayan oyunculuğunu Devlet Tiyatrosu’nda sürdürmüş. 1959’da Muhsin Bey’in azlini takiben kurumdan ayrılıp İstanbul’a göçedinceye kadar 11 yıl boyunca Ankara’da çalışmış. Bu süre zarfında Rockefeller bursunu kazanıp ABD’de tiyatro oyunculuğu ve eğitim teknikleri üzerine çalışmalar yapmış; döndükten sonra kendi mezun olduğu okula, yani konservatuvara öğretmen olarak atanmış.

1950’de Devlet Tiyatrosu’nun yakışıklı jönlerinden Nihat Akçan ile evlenmiş ve ondan Leylâ  adını verdikleri bir kızları olmuş. Nihat Akçan biraz uçarı bir delikanlı idi. Yıldız Hanım’la evliliği pek uzun sürmemiş. Sonra bir diplomatla, Belgrad Büyükelsi Galip Balkar ile evlenmişti. Ancak eşi, ASALA örgütünün diplomatları hedef alan seri cinayetlerinden birinde şehit edilmişti.

Yıldız Kenter’in Devlet Tiyatrosu’nda rol aldığı ilk oyunu Shakespeare’in “Onikinci Gece”si idi. Abdülhak Hamit’in “Finten” oyununda müthiş bir başarı kazandığı anlatılır. Daha bir çok oyunda aldığı rollerde gösterdiği başarı düzeyi dillerde destandır. Buna benzer 25 civarında oyunda roller almış, hepsinde aynı üstün performansı gösterebilmişti.

Harold ve Maude 1981’de başrolünü Ayhan Kavas’la paylaştığı “Harold ve Maude” oyununda Yıldız Kenter hem Maude rolünü üstlenmiş hem de yönetmenlik yapmıştı.

Sonra günün birinde sahne arkadaşı Şükran Güngör ile evleniverdiler. Her bakımdan birbirini tamamlayan mutlu bir çift oldular. Liseye yeni başlamıştım; Yıldız Hanım’ı henüz görmemiştim ama rol aldığı ilk filmini seyretmiştim. Adı “Vatan İçin”di. Yönetmen ve senarist Aydın Arakon’du. O güne kadar görmüş olduğum filmlerden farklı bir havası vardı. Bir kere kamera çok ustalıklı ve artistik kullanılmıştı. Bir de filmin kadın kahramanının yabancı filmlerdeki gibi bir havası vardı, zarif bir hava. O yaşta, “Türk filmciliği çok önemli bir aşama katetmiş, artık yabancı filmlerle yarışabiliriz” yorumunu yaptığımı, gururlandığımı anımsıyorum.

Film işi de o noktada kalmamıştı. Yaşamı boyunca 20’den fazla filmde oynadı. Bunlardan ödüller de aldı. Televizyon yayınları başlayınca dizilerde boy gösterdi. Milliyet gazetesi, zirvede olduğu günlerde haftada bir ek olarak radyo-TV dergisi verecekti. Tek TV yayını Ankara’da olduğu için ilave Ankara’da hazırlanıyordu. Yazı işlerini Metin Akyol üstlenmişti. Fotoğraf işlerini de ben yürütüyordum. Rahmetli Abdi İpekçi kapaklar konusunda çok hassastı. Doğrudan bana telefon açıp “Bu haftanın konusu şu olsun” diye talimatlar verirdi. Sonra da “Bak, Ozan Sağdıç kalitesinde isterim ha” demeyi ihmal etmezdi. Ben de onu memnun etmek üzere azami gayreti gösterirdim. Yıldız Kenter o sıralarda bir dizide çeşitli kesimlerden kadınları temsil etmekteydi. “Onu kapak yapalım” dedik. Aklıma bir kompozisyon geldi. Ortada onun kendi portresi olacak ve dört bir köşesinde temsil ettiği dört kadının portreleri. Bugünkü tekniklerle böyle bir fotomontaj çocuk oyuncağı. Ancak o günkü koşullar buna elvermiyordu. Çaresiz aynı film üzerine yerlerini ezbere tahmin ederek beş kez çekim yapmakla kotarılabilecekti bu iş. Yıldız Abla zaten Ankara’ya gidip geliyordu. Kendisine durumu anlattım. “Olur” dedi. Onu küçük stüdyoma davet ettim. Her bir poz için ayrı ayrı makyajını yaptı. Kostümünü giydi. Kameranın karşısına geçti. Tabii bu faaliyet saatler boyunca sürdü. Hiç gocunmadı, büyük bir şevkle, dikkatle işini sürdürdü. Biraz da şaka olsun diye “Ola ki tutturamadım, bir yerde aksaklık oldu. Aynı işlemleri bir kez daha tekrarlar mıyız” dedim. “Tabii canikom” dedi.

Her an profesyonel Yıldız Kenter, sahnede ve sahne arkasında olduğu gibi, fotoğraf çekimleri sırasında da tam bir profesyoneldi.

Ankara’ya geliş-gidişlerinde, birkaç kez Şükran Güngör ile birlikte evimizde konuğumuz oldular. O sıralar Ömer Hayyam’ın rubailerinin manzum çevirilerini yapmakla meşguldüm. Birkaçını onlara okudum. Bana “Bunları biz okusak teatral bir şekilde okurduk. Sen mübalağa yapmadan şiiri şiir gibi okuyorsun. Ama kelimeleri ne kadar doğru telaffuz ediyorsun, vurguları ne kadar yerinde kullanıyorsun. Çok değişik bir tarzın var. Bu çok hoşumuza gitti” demişti.

Aradan bir zaman geçti. Bana İstanbul’da bir telefon açtı. “Annemi bir tiyatro oyunu tarzında sahnede anlatmak istiyorum. O bize sık sık İngilizce çevirilerinden Hayyam rubaileri okurdu. Oyuna onu da katmak istiyorum. Senden çok güzel şeyler dinlemiştik. Onlardan bana gönderebilir misin?” diye soruyordu. Hemen kopyalayıp postaladım tabii.