Cumhuriyet hükümetleri yıllar boyunca tifo, tifüs, kolera, tüberküloz, çiçek, trahom gibi nice salgın hastalıklarla amansız bir mücadeleye girişmiş ve bunların kökünü kazıma başarısı göstermiştir. Ankara’da sıtmaya karşı verilen mücadelede görev alan meçhul bir doktor ve ailesinin tesadüfen bulunan fotoğrafları, bu fedakar insanlara bir parça olsun ışık tutuyor.
Ankara’da Ayrancı pazaryerinde ayda bir antikacılar pazarı kuruluyordu. Bir çeşit bitpazarı. Orada, neredeyse amaçsız gezinirken türlü ıvır-zıvırın bulunduğu bir tezgahta eski bir fotoğraf albümü gördüm. Elime alıp sayfalarını karıştırdım. Özel bir aile albümüydü. Zamanın sararttığı fotoğraflar bana açıkça cumhuriyetin kurulduğu yılların Ankara’sını fısıldıyordu. Gözüme çarpan ilk şey, albümün içinde genç ve zarif bir hanımın da dolaşıyor olmasıydı. Çoğunluğu Ankara’ya aitti; aralarında birkaç İstanbul görüntüsü de vardı.
Bu hanımın İstanbullu olduğu hemen hemen kesindi. O tarihte Ankara’da boy göstermiş olması ne gibi bir nedene bağlanabilirdi? O vakitler eski dokümanlardan yararlanarak “Cumhuriyet Zarafeti” adında bir sergi hazırlığı içindeydim. Birçok ailenin albümlerinden çıkma eski fotoğrafları topluyordum.
Albüm acaba kime aitti? Dedektiflik çabalarım ne yazık ki sonuç vermedi. Birisi çıkıp tanıklık etmediği sürece, şimdilik o isim meçhul kalacak. Fotoğraflardan birisinde, basit bir laboratuvarda beyaz bir önlükle çalışan kişinin, kimyayla ve analizlerle ilgili bir tıp doktoru olması mümkün görünüyordu. Ayrıca durgun sulara mazot sıkanları ve hendekler açmak suretiyle araziyi kurutma gayreti içinde bulunanları yansıtan fotoğraflar, bize bu hekimin sıtma savaşı ile ilgili görev yaptığını göstermekte idi.
Mevcut fotoğraflardan artık öyküyü kurmak pek zor olmasa gerek. Demek ki doktor beyimiz İstanbul’dan Ankara’ya sıtma ile savaşmak üzere gelmişti. Beraberinde eşini ve annesi olduğunu sandığımız yaşlıca bir hanımı da getirmişti. Kale semtinde eski Ankara evlerinden birini kiralamışlardı. Evin hanımı ev işlerini kotarırken, beyimizin de zaman zaman kendi mesleğinden arkadaşlarıyla buluşup felekten bir gece çaldıkları anlaşılıyor. Doktor beyin bazı zamanlar eşi ile birlikte küçük gezintilere çıktığına da tanık oluyoruz. Gezebildikleri yerler Karaoğlan Çarşısı, Hacıbayram, Çıkırıkçılar yokuşu, Koyunpazarı gibi yerler olsa gerek. Bir de o zamanın tek mesire yeri olan Bendderesi olabilir.
***
Sıtmayla mücadelede görev alan bu meçhul doktorun bireysel yaşamından hareketle açıyı genişletelim, olan bitenleri yurt gerçekliğine doğru aralayarak gözden geçirelim. Bilindiği üzere Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a ayak bastığı gün Anadolu’nun hâlini “vaziyet ve manzara-i umumiye şöyleydi…” diye başlayan bir anlatımla özetler. Bunu Nutuk’u okuyan herkes iyi bilir. Şimdi biz de, onun Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nden sonra nihayet Ankara’ya ulaştığı gün şehrin vaziyet ve manzara-i umumiyesine bir göz atalım:
1914’te Büyük Savaş patlak verince seferberlik ilan edilmişti. Çok sayıda insan askere alınmıştı. Kimi Yemen kimisi Kafkas cepheleri gibi uzak diyarlara sevkedilmişlerdi. Gerek iş gücünün azalmasından gerek başlıca ihraç ürünü tiftik yününe dayanan ticaretin kapıları kapanmış olduğundan, Ankara’nın savaş boyunca ekonomisi gerilemişti. Böyle zamanlarda salgın hastalıklar da çoğalır. Savaş bittiğinde cephelerden dönebilenlerin sayısı da çok azdı. Üstelik onların çoğu da ya sakat ya da hastaydı.
1918’e gelindiğinde Sèvres Antlaşması imzalanmış, Osmanlı Devleti’ni yağmalamaya iştahlı güçler hemen ülkeye sızmaya başlamıştı. İstanbul’un işgalinden sonra Ege’yi Yunanlılara peşkeş çeken İngilizler ve Fransızlar, Anadolu’nun kimi bölümlerini tercih etmiş gibi görünüyorlardı. Ankara’nın özelliği, mevcut demiryolu hattının son istasyonu olmasıydı. Bir gün trenden iki bölük kadar İngiliz askeri indi. Karargahlarını istasyon yakınlarında kurup Cebeci civarına yerleştiler. Daha sonra gelen Fransızlar kent merkezine daha yakın yerlere; ileride Ulus adını alacak alanın hemen yanında daha sonra ilk Meclisin toplanacağı binaya ve hemen karşısında Millet Bahçesi’ndeki barakalara yerleşmişlerdi.
İşgalciler kendilerini halka padişahın adamları gibi tanıtıyor, onlara küstahça davranıyorlardı. Bu saldırgan tutumları yüzünden kimi azınlık mensupları da şımarmakta ve halkın tepkisini çekecek hareketlerde bulunmaktaydılar. İstanbul hükümetinin valisi Muhittin Paşa da işgalcilerin isteklerine uygun biçimde halkı cezalandırıyor, sürgünler uyguluyordu. Halk kötümserliğe sürükleniyor, bu da millî duyguları daha bir kamçılıyor, pekiştiriyordu. Sonunda Muhittin Paşa’yı derdest edip tutukladılar ve Sivas’a kadar gelmiş olan Mustafa Kemal Paşa’ya teslim ettiler. Bu arada Ali Fuat Paşa birlikleriyle gelip Sarıkışla’ya yerleşmişti. Ankara halkı, güvenlerini kazanmış bulunan Yahya Galip’i “Hakan” lâkabıyla vali seçmişti. Ahi geleneğine sahip Ankara bir bakıma kendi özyönetimini ilan etmiş; Mustafa Kemal Paşa gelmeden önce bile onun temsil ettiği ruh şehre ulaşıp yerleşmişti. Bu bakımdan Paşa olağanüstü bir kalabalık tarafından coşkuyla karşılandı Ankara’da. Bütün bu süreç destansı öykücüklerle doludur.
Ankara daha önceleri oldukça refah içinde bir yerleşim yeri iken, birçok Anadolu kenti gibi yıllarca süren yoksulluk, bakımsızlık ve ardı ardına gelen salgınlar yüzünden harap bir duruma düşmüştü. Askere gönderdikleri yiğitlerin pek çoğu tifüs yüzünden kırılmış, sağlık koşullarının yetersizliği yüzünden devasız birçok hastalığın pençesine düşen halkta yerine konulamayacak kayıplar oluşmuştu. En son dert sıtma idi. Sıtmaya tutulanlar güçsüz kalıyor, bir bölümü de ölüyordu. Unutmamalı ki Balkan Savaşları’nda ordunun dörtte üçü sıtmalıydı. Ankara özelinde sıtmanın çok açık bir nedeni vardı: Dikmen, Kavaklı, İncesu, Bendderesi gibi bir çok dere ve sel sularının yatakları, daha sonra Yenişehir adını alacak olan yerlerden başlayarak Çiftlik ve Akköprü arazilerine kadar uzanıyor ve Çubuk Çayı’na karışıncaya kadar hep aynı düzlüğe akıp duruyordu. Doğal olarak buralarda birikintiler, küçük gölcükler, sazlıklar ve bataklıklar meydana gelmişti. Kentin eteklerinde bulunan ve “Tosbağa Yatağı” adı verilen bu arazi elbette sivrisinek yatağı ve Ankara’da sıtma salgınlarının baş etmeni olacaktı.
Neyse… Uzun sözün kısası Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya gelip yerleşti. Anadolu’nun dörtbir köşesinden gelen coşkulu delegeler topluluğu artık Büyük Millet Meclisi olarak ifadesini buluyordu. Bu meclis Atatürk’ün yönetimi altında bir ordu kuracak ve o ordu milletle el ele Kurtuluş Savaşı’nı verecekti. Cumhuriyetin ilanına daha üç yıl vardı.
Bakın o kutsal savaşın kavga gürültüleri arasında nasıl girişimlerde bulunulmuş: 20 Mayıs 1920 tarihinde meclis tarafından çıkarılan 3 Numaralı Yasa “Umuru Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye Vekaleti’nin Kurulması” yasasıydı. Tarih gösteriyor ki cumhuriyet kurulmadan önce bir Sağlık Bakanlığımız ve Dr. Refik Saydam adında bir Sağlık Bakanımız varmış. Sıtma savaşının en başından itibaren önderi de o olmuştur.
Heyetin daha birinci programında “sıtma hastalığının zararlarını azaltmak üzere, diğer yönetim birimleri ile birlikte çözüm yolları aranacağını söylemek isteriz” şeklinde bir tümce yer almaktadır. Ayrıca Mustafa Kemal yine o günlerde yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir: “Sıtma hastalığının kökünden yokedilmesi için tek çare olan arazi kurutma ve islahı ile şehir ve köylerin koruyucu sağlık koşullarını düzene sokma işi; bayındırlık ve sıhhiyemizin doğal koşullar geri döner dönmez başlaması gereken en kaçınılmaz ve önemli faaliyeti olacaktır”.
Cumhuriyet kurulur kurulmaz tıp doktorları ile yapılan bir toplantıda Meclis’e “Küçük Sıhhiye Memurları Hakkında Esbabı Mucibe” başlığı altında bir tasarı da sunulur. Bu tasarı “Sıtma mücadelesi Türkiye Cumhuriyeti’nin en etkili ve verimli işlerinden biri ve belki de birincisi olacaktır” cümlesiyle bitmektedir. Ayrıca Gazi’nin 1924’teki söylevinde “Özellikle sıtmaya karşı başlı başına bir mücadele devresine girilmesi Büyük Meclis’in öncelik vereceği en önemli işlerden sayılsa yeridir” sözleri yer almaktadır.
Sıtmayı yokedebilmek için en önemli işlerden birincisi, bataklıkları kurutmaktı. Bu, kolay bir iş değildi. Sıcakkanlı, sevimli, hoşsohbet Nur Or adında profesör doktor bir dostumuz vardı. Onun babası Türkiye’nin ilk koruyucu hekimiymiş. Atatürk’ün arazisini sahibinden satın alarak örnek köy olarak kurmak istediği Etimesgut’ta ve ona bağlı 19 köy, 3 çiftlikte sağlık işlerinde, özellikle bu arazi kurutma meselesi üzerine 17 yıl çalışmış. Onun saptamalarına göre Çubuk Çayı’na sağdan-soldan karışan ufak akarsuların kenarları düzensiz; umulmadık yerlerde sular yayılıyor ve yeni bataklıklar oluşturuyor. Toprak sahibi köylüler tarla sulamak için kimseye sormadan araziye su salıyor, sonra da öylece bırakıyor. Daha kötüsü, artan inşaatlar yüzünden çay kenarından kaçak olarak kamyonlarla kum taşınıyor. Kumun bir karış altından cıvık bir çamur tabakası çıkmakta. Bütün bu olumsuzluklar köylüleri eğiterek ve gerektiğinde jandarma gözetimi kullanılarak bir şekilde hâle yola konuluyor.
Biz burada sadece sıtma mücadelesinin sadece bir bölümünü ele aldık. Cumhuriyet hükümetleri yıllar boyunca tifo, tifüs, kolera, tüberküloz, çiçek, trahom gibi nice salgın hastalıklarla amansız bir mücadeleye girişmiş ve bunların bir bir kökünü kazıma başarısı göstermiştir. Bu savaşımda özellikle aşı, serum gibi korunma araçlarının araştırmasını üstlenen ve üretimine katkı sağlayan Hıfzıssıhha gibi kurumlara ulusumuz çok şey borçludur. Dönemin yöneticilerine ve sağlık çalışanlarına da minnet borcumuz vardır.