1243’teki Kösedağ Savaşı’nda, Moğollar, Anadolu Selçukluları mağlup etmişti. 1240’larda ortaya çıkan Babailer isyanı da, bu yenilgiyle sönümlenmişti. Kösedağ sonrası ortaya çıkan ve Osmanoğullarının da dahil olduğu beyliklerin hiçbiri, siyaset-ruhaniyet ilişkisi üzerine kurulmadı.
Geçenlerde, 3 Temmuz 2016 günü Sivas’ın 80 km. kadar doğusundaki Suşehri’nde, Kösedağ şehitlerini anma töreni yapıldı. Bilindiği gibi bu adı daha ilkokul çağında “Kösedağ Savaşı 3 Temmuz 1243’te Anadolu Selçuklu Devleti ile Moğollar arasında olmuştur” savı ile öğrenmiştik. II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Selçukluların yenilgisi ile son bulan bu savaş, genellikle 13. yüzyılda Çinggis Han ordularının batıya doğru ilerlemesinin bir sonucu olarak görülür.
Savaşın olduğu dönemde artık Çinggis Han çoktan ölmüştür (1227), hatta 1243’te imparatorluğa hâkim olan bir Moğol hanı bile yoktur; idare daha çok kumandanların elindedir. Hülegü ortaya çıkıncaya kadar Anadolu Selçukluların bağlı olduğu bargâh, hükümdarlık karargahı Karakurum’dan ziyade, Sayin Han Batu’nun ordası olmuş gözüküyor. Nitekim savaş sonrası tabiiyeti kabul anlaşmasına Batu Han’ın nezdinde varılmıştı. Moğol orduları açısından Anadolu’yu istila etmek büyük bir planın parçası değildi. O yüzden de devrin Moğol kaynakları ta başından beri 1258’de ele geçirilecek olan Bağdat’ı önemserken, bizim için önemli olan Kösedağ’dan pek bahsetmezler. Hatta Reşideddin gibi devrin önemli kaynakları bu olayı Batınî, Nizarî-İsmailî seferleri ile bir kefeye koymuşlar ve Bağdat’la ilişkilendirmeye eğilim gösteren bilgiler vermişledir. Zira Moğollar için asıl tehlike, ruhaniyat ile siyaseti birleştirme eğilimleri idi.
Oysa Anadolu Selçuklu dönemi üzerinde yaptıkları araştırmalarla bilinen Osman Turan, Faruk Sümer ve onları izleyen tarihçiler, bu savaşı “Aleaddin Keykubat’ın ölümünden sonra meydana gelen ‘bünyevi zaafıyet’i fırsat bilen Moğolların hemen harekete geçmeleri” şeklinde yorumlarlar. Birisinin zafiyetinden yaralanarak hücuma geçmek anlayışı kaynaklarımızın ifadesi değil, tarih analizlerimizde kullandığımız anahtar sözcüklerden biridir. Bu açıdan Faruk Sümer’in daha 1232’de Alaeddin Keykubat’ın “il” olmayı kabul ederek Moğol üstünlüğünü tanımış olduğuna da işaret etmesi önem taşır. Alaeddin Keykubat’ın müdahaleci olmadan tüccarlara destek veren ve Akdeniz-Karadeniz ticaretini birbirine bağlamak için kuzey-güney doğrultusunda birçok kervansaray ve cami yaptırmış olması, seferlerini ticaret yolları üzerine kuran Moğol idaresinin dikkatini çekmişti. Dolayısıyla Anadolu değil, Karadeniz’in kuzeyi üzerinde odaklanılmış, 1229 ve 1232’de akınlar yapılmış ve 1236’da ikinci büyük sefer gerçekleştirilmiştir. Alaeddin Keykubat’ın il olmayı kabul etmesi bu dönemlere rastlar.
Öte yandan tarihçilerin sözettiği “zafiyet”, 1240’larda ortaya çıkan Babai isyanının Selçuklu güçleri tarafından bastırılması sonucu ortaya çıkan durum ile ilgili idi. Ayaklanma bastırılmış ve bu siyasi-ruhani içerikli harekete büyük bir darbe vurulmuşsa da, kıpırdanmalar halen devam ediyordu. Bu durum da Moğol idaresinin dikkatini çekmişti. Bu konu ile ne kadar ciddi olarak ilgilenildiğini, Çin’de Kubilay Han zamanında yazılmış 1280 tarihli bir belgede görmekteyiz. Bu Çince belgeden de görüleceği gibi, Kösedağ öncesinde meydana gelen Babai isyanı ve isyanın reisi Baba Resul (Baba İlyas), o dönemde ruhaniyet ve siyaseti birleştirmeye çalışmış olan Orta Asyalılarla beraber zikredilmektedir. Vaktiyle Osman Turan’ın yayınlamış olduğu yerli kaynaklardan Muhammed b. Mahmud el-Hatib’in risalesi de “eğer Moğol ordularının şevketi olmasa bunlar yüz kere isyan ederlerdi” ifadesiyle Moğol orduları ile “Hâricî-Batınî” zümreler arasında birebir ilişki kurmaktadır. Bu çerçevede Babailer isyanına ikinci darbenin 1243’te indirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Kösedağ sonrası ortaya çıkan ve Osmanoğulları nın da dahil olduğu beyliklerin hiçbiri, bu tür siyaset-ruhaniyet ilişkisi üzerine kurulmamıştır.
Kösedağ şehitlerini anma töreninde konuşan Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın “Genelde evlatlarımıza galip olduğumuz savaşlar anlatılır. Yenildiğimiz savaşlar, hatalarımız, kusurlarımız ortaya çıkmasın diye onlardan bahsedilmez. Ama Türkiye özgüvenini kazandıkça bunlardan bahsetmeye başladı” şeklindeki sözleri, yenilgi ile sona eren bu savaşın Beylikler ve Osmanlı dönemindeki uzun vadeli yankıları açısından ele alınmasının bize başka pencereler açtığını göstermektedir. Hal böyle olunca da, Suşehri ahalisinin bir savaşı telin etmek yerine o savaşla ilişkilendirilen bir savaşçı evliyayı anmaları, halk hafızasından öğreneceklerimiz konusuna dikkatimizi çekmektedir..