Kasım
sayımız çıktı

Suçun üstadıydılar, asayişin piri oldular

Dedektiflik, başlangıcından beri bilgi toplanmasına ve suçun bu bilgiler ışığında yeniden kurgulanmasına dayandığından, ilk hafiyeler suçlular arasından çıktı. Muhbir kullanımı, olay yeri incelemesi, fişleme gibi 18. yüzyıldan beri bilinen uygulamaların geliştirilmesinde, kanun kaçaklığından kanun adamlığına “terfi eden” ilk dedektifler rol oynadı.

İstanbul’da Galata’daki Şehsuvar mahallesinde oturan kayıkçı Mehmet Efendi, 1846 yazında gelini Hatice Hatun’u 13 yerinden bıçakladı. İlk modern “polis­ler” suçluyu yakaladılar, ta­nıkları yani mahalle sakin­lerini dinleyerek bir dosya hazırlayıp Tophane Müşirîne sundular.

Bu olay bize birkaç ipucu sunuyor. Birincisi, cinayetle­rin çoğu gibi bu da çözülme­si zor ve planlı bir suç değildi. İkincisi, polislerin mülki ami­ri Tophane Müşirîydi, çünkü modern polis örgütünün ku­rulduğu Galata Beyoğlu bölge­sinin güvenliği ondan sorulu­yordu. İmparatorlukta güven­lik, sadece bölgelerde değil, başkentte bile ayrı yetkililere bağlıydı. Yani kayıkçı Mehmet Efendi, suçu işledikten sonra başka bir şehre kaçsa, kimse onu bulamazdı.

Ancak güvenlik güçlerinin dağınıklığı, sadece Osmanlı­lara özgü değildi. 1845 Polis Nizamnamesi yazılırken 1800 Paris Emniyet Müdürlüğü ya­sasından esinlenilmişti ama, o tarihte en merkezî devlet Fransa’da bile iç güvenlik ör­gütlenmesi geçmişten gelen bölünmüşlüğü aşmış sayıl­mazdı.

Katil her zaman iz bırakır


Bilimsel dedektif Bertillon’un yöntemlerini gösteren Musacchio imzalı karikatür. L’Assiette au Beurre dergisi, 3 Temmuz 1909.

Hele İngiltere’de durum daha da beterdi. Galatalı Hati­ce Hatun’un bıçaklandığı sıra­da, İngiltere’nin İstanbul’da­ki büyükelçisi olan Stratford Canning, hükümeti “İstan­bul’da (yani Pera’da) güven­liği bir türlü sağlayamadınız, tüccarlar, gemiciler soyulu­yor” diye eleştiri yağmuruna tutmaktaydı.

Ancak Canning’in kendi ülkesinde de doğru dürüst bir cinayet soruşturmasının sür­dürülebildiği söylenemezdi. Skandallar birbirini izliyor­du. 1840’ta Londra’da Başba­kan Russell’ın amcası yaşlı Lord William Russell yata­kodasında boğazı kesilmiş olarak bulunmuştu. Cinaye­ti soruşturma görevi, olaydan 11 yıl önce kurulan Londra Metropolitan Polisine (Scot­land Yard) verilmişti. Ancak polisler, mağdurun İsviçreli uşağı Courvoisier’nin yıllardır evde sürdürdüğü hırsızlıklar ortaya çıktığı için efendisinin boğazını kestiğini, sonra da cinayeti dışarıdan gelmiş bir hırsızın işi olarak göstermek amacıyla odayı darmadağın ettiğini anlayamadılar. Yine de katil uşak olmalı diye dü­şünerek Courvoisier’yi tutuk­ladılar. Mahkemeye sunulan ikinci derecede kanıtlar, usta bir avukatın sayesinde darma­dağın oldu. Courvoisier tam kurtulmak üzereyken, tesadü­fen bir otelde önceden çaldı­ğı mallar ortaya çıktı, kendisi de bir vicdan muhasebesi so­nucu suçunu itiraf etti. İtiraf etmeseydi, mahkum olması çok zordu. Bu beceriksizlik­lere rağmen, 1840’lar polisli­ğin geçmişe göre büyük aşama gösterdiği bir dönemdi.

İlk polisler 1835’te Belçikalı bir polis memuru (solda). Londra’da çarşı pazarları koruyan ve “beadle” denilen güvenlik görevlisi (ortada). Constable denilen güvenlik görevlileriyle alay eden bir karikatür, “Besili İngiliz polisi” (18. yüzyıl).

Modern polis şehirlerde, daha doğrusu başkentlerde doğdu; yöntemleri, rütbele­ri ve görevleri zaman içinde taşraya yayıldı. 18. yüzyılda bir Londralının evine hırsız girdiğinde yapacağı iş, gaze­telere ilan vererek suçlunun yakalanması karşısında ödül vadetmek olurdu. Bir “hırsız avcısı” (thief-taker) çıkıp, hır­sızı ve çalınan malı bulurdu. Avam Kamarası da özel ik­ramiyeye ek bir devlet ödülü tahsis etmişti. Bu durumun yozlaşmaya yol açması doğal­dı.

Hırsız veya sahte mağ­durlarla işbirliği yapan hırsız avcılarıyla ilgili öyküler kısa sürede yayıldı. Jonathan Wil­de (ölümü 1725) bunların en ünlüsüydü, adı baş hırsız av­cısına (thief-taker general) çıkmıştı. Sonunda kendisi de idam edildi.

İdamı seyreden kalabalık arasında 18 yaşında bir deli­kanlı vardı. Henry Fielding, büyüyünce Tom Jones adlı romanıyla edebiyat tarihine girmekle kalmadı, ülkesinde­ki ilk profesyonel dedektif­lik kurumunun temelini attı. Bow Sokağında hırsız avcı­larının toplandığı bir ajans kurdu. Bunun farkı, bölgedeki sulh yargıcına bağlı olarak ça­lışmasıydı. “Bow Street Run­ners” (Bow Sokağı Ayakçıları) olarak tanınan kurumun ge­lişmesini, kardeşi yargıç John Fielding sağladı. Burada görev yapanlara düzenli bir ücret ödemek için uğraştığı gibi, bu­gün fişleme dediğimiz işi de başlattı.

Her türlü dedektifliğin te­melinde bilginin yattığını söy­lemeliyiz. Bir suç işlendiğin­de “olağan şüphelilerin” polis tarafından toparlanması, suç­lularla ilgili bilgilerin depo­lanmasına dayanıyordu. 1780 Haziran’ında Londra, Katolik karşıtı “Gordon Ayaklanmala­rı” denilen bir halk hareketiy­le sarsıldı. Onbinlerce insan Katoliklerin evlerine, elçilik­lere, dükkanlara saldırarak yağmaladı. İlginç olan, çoğu sabıkalılardan oluşan kalaba­lığın önce Bow Sokağı dedek­tiflerinin merkezine girip bu­radaki dosyaları yakmasıydı. Bow Sokağı dedektifleri­nin başka hünerleri de vardı. Bunlardan Charles Jealous’ın bir haydudun çizmelerindeki çamurun şehre mi, kırsal bölgeye mi ait olduğunu hemen anlayabildiği söyleniyordu. Bir duruşmada jüri başkanı, Bow Sokağı dedektifine, “sa­nığın evinden aldığınız lev­ye, hırsızlık yapılan evin kapı çerçevesindeki izlere uyuyor mu?” diye sormuştu. Yani bil­diğimiz dedektiflik yöntemleri çok yeni değildi.

Suçlularla ilgili bilgi edin­mek için, bir detektifin suç dünyasına çok yakın yaşaması gerekiyordu. Bunu en iyi ya­pan, Fransız polisi olmuştu. Bu gelenek ilk Paris polis şefi “lieutenant de police” La Rey­nie’nin (1625-1709) ustalıkla yararlandığı muhbirler ağına dayanıyordu. Ancak işi mo­dern sanat haline getiren Eu­gène-François Vidocq (1775- 1857) oldu. Hem polis hem özel dedektifliğin babası sayı­lan Vidocq, kariyerine bir suç­lu olarak başlamış, kapatıldı­ğı hapishanede muhbir olarak devam etmiş, nihayet 1811’de Paris polisine paralel olarak kurulan “Sûreté” (Emniyet) adlı yarıresmî bir birimin ba­şına getirilmişti. Kendisi gibi sabıkalı birkaç kişiden olu­şan ekibiyle büyük başarı elde ederek dedektiflik tarihinin en ünlü birkaç kişisinden biri haline geldi.

Zamanla gelişen polisiye teknikler Paris Emniyet Müdürlüğü Müzesi’nde sabıkalı fotoğrafı çekimini gösteren mankenler (solda). Paris’te 19. yüzyıl sonunda polisin çektiği bir olay yeri fotoğrafı (sağda).

19. yüzyılın sonuna doğru artık bilginin ne kadar önem­li olduğunu anlamayan polis teşkilatı kalmamıştı. Ama el­lerinde o kadar dosya birik­mişti ki bunları nasıl değer­lendireceklerini bilmiyorlar­dı. Önce birisi suçlu bilgilerini insan adlarına göre alfabetik olarak sıralamayı, sonra bir başkası bilgiyi kağıtlardan “fiş” dediğimiz kartlara geçir­meyi akıl etti. 1885’te Paris polisinin elinde 6 milyon fiş vardı. Suçluların fotoğrafları ve her polisin kendi mantığı­na göre yazılmış bir betimle­mesi de vardı ama bu bilgiyi, başka bir görünüm ve kılıkta yakalanan bir şüpheliyle bir­leştirmek çok zordu.

Polise parmak izi konusunda ilham veren Hintli Konai’nin el izi, 1858.

Sonunda Alphonse Bertil­lon (1853-1914) adlı takıntılı bir polis memuru, yeni gelişen “antropometri”den yararla­narak bir sistem yarattı. Biri yakalandığında insan vücudu­nun değişmeyen 9 ölçüsü alı­nacak, fotoğrafı da önden ve arkadan aynı düzende çekile­cekti. Böylece “bertiyonaj” ef­sanesi doğdu. Buna bir bilim gözüyle bakılıyor, Bertillon’un Pasteur’le birlikte Fransa’nın en büyük biliminsanı olduğu düşünülüyordu. 1892’de halk arasında “Ravachol” takma adıyla bilinen ünlü bir haydut “bertiyonlanınca”, yani ya­kalanınca bu yöntemin suçu bitireceğine inanmayan kal­madı.

Zaten fotoğraf icad edilir edilmez, polis bundan yarar­lanmaya başlamıştı. Osman­lılar da çok geride kalmadı. 1888’de II. Abdülhamid, Zap­tiye Nazırı Kâmil Bey’e ne­zaret binasında bir fotoğraf atölyesi kurma talimatı ver­mişti. Burada İstanbul hapis­hanelerindeki mahkumların fotoğrafları çekilecekti. Bugün İstanbul Üniversitesi Kütüp­hanesi’nde bulunan “Yıldız Fotoğraf Albümleri”nde pek çok mahkum fotoğrafı bulun­maktadır.

Parmak izinin gelişme­sinde de herşey adım adım ilerledi. Her insanın parmak­larının kendine özgü izler bıraktığı 17. yüzyıldan beri biliniyordu. 1858’de Hindis­tan’da İngiliz memuru Wil­liam Herschell’in Konai adlı bir Hintliyle yaptığı sözleş­mede, Konai imza atmak ye­rine sağ elini mürekkebe ba­tırarak belgeye bastırmıştı. “Konai’nin el izi” kısa sürede Batı ülkelerinde polis tara­fından kullanılmaya başlan­dı. Parmak izine dayalı ilk başarılı soruşturmayı yapan iki polisten biri yine Bertil­lon oldu. 1902’de Paris’te bir dişçinin uşağı öldürülmüştü. Evdeki bir vitrinli dolabın ca­mında parmak izleri görüldü. Bertillon bu izlerin Scheffer adında bir sabıkalıya ait oldu­ğunu tespit etti. Aynı yıl Ar­jantin’in başkenti Buenos Ai­res’te Müfettiş Alvarez de, bir kadının iki çocuğunu öldür­düğünü, çocukların odasının kapısındaki kanlı el izi saye­sinde kanıtladı.

1986’da DNA analizinin bir cinayet davasında ilk kul­lanılışı da buna çok benzer. İngiltere’de bir köyde üç yıl arayla 14-15 yaşlarında iki kız vahşice tecavüze uğramış ve öldürülmüştü. Polisler, sabıka fişlerine başvurarak Richard Buckland adlı bir delikanlıyı yakalamış, hatta ondan itiraf da almıştı ama ellerinde baş­ka kanıt yoktu. Sonunda DNA profillemesinin öncüsü Profe­sör Alec Jeffreys’e başvurdu­lar. Yapılan analiz sonucunda, Buckland’ın suçsuz olduğu or­taya çıktı. Bunun üzerine po­lis, bölgedeki 5000 erkekten örnek topladı ve fırıncı Colin Pitchfork’un katil olduğu yine DNA analiziyle ortaya çıktı.

Karındeşen Jack’in işlediği bir cinayetin haberi. İngiltere’de yayınlanan ve suç olaylarını çizimlerle işleyen popüler dergi Illustrated Police News’ün Eylül 1888 tarihli sayısının kapağından detay.

Bilginin polis dedektifli­ğinin gerçek silahı olduğunu söylemiştik. Bilgi ise, istihba­rat (fişler ve muhbirler), tek­noloji (adli tıp yöntemleri) ve tecrübeden oluşuyordu. Bun­ların üçüncüsü, yani tecrübe, hem dedektifin kişisel dene­yimlerine, hem istatistikle­re (örneğin kadınları en çok kocalarının bıçakladığı gibi tatsız gerçekler) dayanıyordu. Ancak tecrübe, aynı zaman­da dedektifin kör noktasıydı çünkü istisnaları görmesini zorlaştırıyordu. Bir de buna önyargılar ekleniyordu. “En bilimsel polis” diye göklere çı­karılan Alphonse Bertillon’un meslek hayatındaki kara leke bunun bir örneğiydi.

Konu mankeni ünlü kriminolog Fransız polis Alphonse Bertillon geliştirdiği fişleme sistemini kendi bilgilerini kullanarak gösteriyor.

Alman casusu olmak­la suçlanan Yüzbaşı Dreyfus vakasında, Bertillon’dan sa­nığa ait olmadığı her haliy­le belli olan bir el yazısını in­celemesi istenmiş, o da katı bir milliyetçi ve Yahudi düş­manı olarak bilimi bir kena­ra atmış, yahudi Dreyfus’ün söz konusu mektubu yazdığı­nı iddia etmişti. Nazi döne­minde Berlin’deki tren katili Paul Ogorzow’u soruşturan polis, rejimin bütün önyargı­larına uymuştu. 1940-41 ara­sında trene binen kadınla­rı kaçırıp tecavüz eden ve bir bölümünü öldüren kişinin ari ırktan bir Alman olamayaca­ğını düşünen polis, Polonyalı göçmen-köle işçileri soruştu­rarak günler kaybetmişti. So­nunda katilin demiryolların­da görevli bir Alman olduğunu anladığında suçlu geride sekiz kurban bırakmıştı.

SENART ORMANI VAKASI (1811)

Sivil dedektiflerden çeteye suçüstü

Fransa’daki Sénart ormanı, öteden beri tekinsiz bir suç yatağıdır. Son olarak burada 1995-2000 arasında gerçekleşen 33 tecavüz olayının sanığı, geçen yıl DNA analizi sayesinde tespit edilebildi. Paris’teki “Sûreté”nin şefi Vidocq’un 1811’de bu ormanda yolkesen haydutlara karşı yaptığı operasyon ise bir efsanedir.

Vidocq, olayı anılarında şöy­le anlatır: “Sûreté, haydutla­rın Sénart ormanında arabalara saldır­mak üzere hazır­landığı ihba­rını aldı… Hemen ormandan geçecek bir posta arabasına at­ladık. Arabada ajanlarım ve ben dışında sadece dört gerçek yolcu vardı. Yola çıktık. Lieusaint’e doğru giden dar yola geldiğimiz­de, beklediğimiz gibi saldırganlar arabanın önünü kesti. Ajanlarım hemen tabancalarını çekerek arabadan atladılar… Saldırgan­lar karşılık verdi, sonra kaçmaya başladı. Ben de arabadan atla­dım ama ters bir adım atınca bir çukura yuvarlandım, sağ kolum yerinden çıktı… Vincennes’de saldırganları yakalamayı başar­dım… Bu vakada beni tedbirsiz­likle suçlayanlar oldu. Dört yol­cuyu tehlikeye atmıştım ama bir çeteyi suçüstü yakalayabilmek için başka çarem yoktu…”

LAFARGE VAKASI (1840)

Kadınlara arsenik satılmaya!

Fransa’da yeni evlendiği ko­casını arsenikle öldürdüğü iddiasıyla yargılanan 23 yaşın­daki güzel Marie Lafarge’ın davası, Fransa’da kamuoyunu iki kampa bölmüştü. 1840’ta, bir ölünün bedeninde olağan­dan fazla arsenik bulunduğunu tespit etmek kolay değildi. İn­giliz James Marsh’ın geliştirdiği, uygulaması zor olan test kesin sonuç vermemişti.

Ünlü hekim, “Bilimin Prensi” Mathieu Orfila, arsenik takıntısıyla tanınıyordu. Bir keresinde Paris lokantaların­dan 200 çorba örneği almış, hepsinde arsenik bulduğunu ilan ederek ortalığı birbirine katmıştı. Marie Lafarge davası­na son dakikada uzman olarak çağrıldı. Mahkemede Marsh testini yeniden uyguladığını ve ölünün vücudunda kesinlikle arsenik bulduğunu belirterek genç kadının mahkum edilme­sini sağladı. Bu olay Avrupa’da bir arsenik fobisi yarattı; hatta 1851’de İngiliz Avam Kamara­sına sunulan bir yasa tasarısı, fare öldürmek için kullanılan bu zehri kadınların satın almasının yasaklanmasını öngörüyor­du. Fransız romancı Gustave Flaubert de Madame Bovary romanını (1856) yazarken bu ortamdan etkilenmişti; roman­da Madame Bovary, arsenikle intihar eder.

KARINDEŞEN JACK VAKASI (1888)

Zeki katil, beceriksiz müfettiş

Londra’nın suç yatağı yoksul Whitechapel mahallesinde beş kadını öldüren ve “Karındeşen Jack” adıyla anılan katil hiç bulu­namadı. Elbette bugünkü adli tıp tekniklerinin çoğu o zaman yoktu. Ancak iş bu kadarla bitmiyordu. Örneğin katilin cesetlerden birinin yakınındaki duvara yazdığı yazı, fotoğrafı çekildikten sonra Met­ropolitan Polis Komiseri (Londra Emniyet Müdürü) Sir Charles Warren’ın emriyle hemen silin­mişti. Kurbanlardan birinin cesedi morga getirilmiş ama daha otopsi yapılmadan yıkanmıştı.

Körebe hafiye Karındeşen Jack’i bir türlü yakalayamayan Londra polisiyle dalga geçen karikatür. Punch dergisi, 1888.

Polisin başındaki Sir Charles Warren’ın Fransa’daki seyaha­tini kesip dönmesi zaten günler sürmüş, ardından yardımcısı Robert Anderson Avrupa’ya gidip ancak dördüncü cinayet­ten sonra Londra’ya dönmüştü. Gece sokaklardaki devriye sayısı artırılmış, ancak düzgün bir suçlu profili çıkarılmadığından bu bir işe yaramamıştı. Polisten nefret eden yoksul mahalle halkından bilgi alınamamıştı. İçişleri Bakanı, katilin izlenmesinde av köpekle­rinden yararlanılmasını önermiş, ancak son kurban Mary Kelly’nin cesedi bulunduğunda, bu tazılar bir türlü olay yerine getirileme­mişti. Polis basından yararlanmayı da becerememiş, bu hatayı da bol bol eleştiri ve polis karikatürüyle ödemişti.

Şeflerinin beceriksizliği, cina­yetleri araştıran ekibin başındaki Başmüfettiş Frederick Abberline’ı neredeyse aklını kaçırma nokta­sına getirmişti. “Karındeşen Jack” cinayetinden geriye kalan resmî belgeler şaşırtacak kadar azdır. Tarihçiler olayı daha çok gazete kupürlerinden izler. Bu da polis raporlamasının pek gelişmemiş olduğunu gösterir.

DEDEKTİF İMAJI NASIL DEĞİŞTİ?

Aptal memurdan, külyutmaz hafiyeye

Shakespeare’in Kuru Gürültü (1590) adlı komedisindeki aptal bekçi Dogberry, zamanla İngiltere’de polis için kullanılan aşağılayıcı bir isme dönüştü. İngiliz taşrasında 1872’ye kadar görev yapan ve “constable” denilen yerel polislere dogberry deniyordu. Düzenli ücret almadıklarından rüşvete açık, kendi köylerinde çalıştıkları için kayırmacı, haydutla karşılaştıklarında ise korkak olduk­ları söyleniyordu.

Taşrada güvenlik her zaman sorunluydu. Napoléon, bugün Tür­kiye dahil birçok ülkede iz bırak­mış jandarma teşkilatının temelini attığında, taşradaki güvenlik so­rununu çözmeyi hedeflemişti. En önemlisi imajdı. Yeni polisin saygı görmesi gerekiyordu. Uzun boylu olacak, gösterişli üniformalar gi­yecek, kısacası asker etkisi uyan­dıracaktı. İşi polislik olsa bile, bu teşkilatın orduya bağlanması imajı daha da güçlendirdi. Napoléon’un en büyük düşmanı İngilizler bile, İrlanda’daki taşra polis teşkilatını Fransız jandarmasını örnek alarak kurdular.

Şehir polisi nin ise düşük bir imajı vardı. İngiltere ve Fransa bu imajı ancak yıllar süren bir çaba sonucu aşabildiler. Almanya biraz farklıydı. Tarihçi Herbert Reinke’ye göre Prusyalı polisler “asker-bü­rokrat” olarak tanımlanabilirdi. Bir de “sert polis” vardı ki, bu tipin suçu önlemede önemli rol oyna­dığına inanılıyordu. Örneğin New York’un “high constable”ı yani baş­polisi Jacob Hays (1772-1850) bir efsaneydi. İnsanların şapkasını pat diye yüzlerine yapıştırıp sopasıyla dövmesiyle tanınırdı. Annelerin çocukları “Seni Hays’e veririm!” diye korkuttuğu söylenirdi.

Sefiller filminde aktör Geoffrey Rush zalim polis müfettişi Javert rolünde, 1998.

Aynı dönemde Paris Sûreté’si­nin şefi olan eski sabıkalı Vidocq da bu tipin bir başka örneğiydi. Vidocq’un polislikten ayrıldıktan sonra yazdırdığı anılar, ününü bütün Avrupa’ya yaydı. Vidocq efsanesi edebiyatta yaşamaya devam etti. Balzac’ın romanların­daki esrarengiz, korkutucu Vautrin tipi ve Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki sabit fikirli, acımasız anti-kahraman Müfettiş Javert’in esin kaynağı da oydu.

Sert ve tavizsiz adam tipinde halkın hoşuna giden bir yön de vardı. Örneğin Theodore Roose­velt, 1895-96’da iki yıllığına New York Emniyet Müdürü olduğunda, sert ve disiplinli şef edalarıyla kendi şöhretini yükseltmiş, bu mevkiyi ABD başkanlığına giden yolda bir basamak olarak kullanmıştı.

Polisin alt sınıftan aptal veya sert adam şeklindeki imajı, 20. yüz­yıla kadar değişmedi. Buna karşılık üst sınıftan, zeki, entelektüel bir özel dedektif tipi ortaya çıktı. Bu insan sadece öykülerde yaşıyordu. Gerçek hayatta özel dedektifle­rin neredeyse tümü eski polisti. Örneğin Vidocq’dan başlayarak Sûreté’nin bütün şefleri, emekli olduktan sonra birer dedektiflik bürosu açmıştı. Karındeşen Jack cinayetinin dedektifi Müfettiş Ab­berline da emekli olduktan sonra Pinkerton dedektiflik ajansının Avrupa ayağında çalışmıştı.

Edebiyattaki özel dedektifin ilk örneği Fransız Auguste Dupin, 1840’ta Amerikalı yazar Edgar Allan Poe tarafından yaratılmıştı. İngiliz Sherlock Holmes karakteri ise 1887’de doğdu. Bunlar, sınıfsal kökenleri, zeka ve eğitimleri sayesinde polisin çözemeyeceği karmaşık suçları aydınlatabiliyor­du. Sherlock Holmes öykülerindeki Müfettiş Lestrade ise, alt sınıftan gelmişti, zeki suçlularla baş edecek donanımı yoktu.

Günümüzde televizyon dizileri ve filmlerde görmeye alıştığımız, her türlü teknolojiden yararlanan polis dedektifi tipi, iki yüz yıldır süren sayısız reform hareketi ve eğitim çabası sonucu ortaya çıktı. Ama Vidocq’tan beri değişmeyen şeyler de var: Polis teşkilatları değilse bile en azından büyük güvenlik şirketleri, bilgisayar suçlarıyla mücadele etmek için eski bilgisayar korsanlarını işe alıyor.

VON PAPEN SUİKASTİ VAKASI (1942)

Saldırgan öldü, ayakkabısı konuştu

İkinci Dünya Savaşı sırasın­da Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Franz von Papen ve eşi Martha’ya 24 Şubat 1942’de Ankara Atatürk Bulvarı’nda bir suikast düzenlendi. Olayın ardındaki Sovyet casusluk faa­liyetlerini bir kenara bıra­karak polisin soruşturması­na odakla­nalım.

Saldırgan, attığı bomba­nın etkisiyle havaya uçmuş ve vücudunun parçaları etrafa dağıl­mıştı. Anka­ra polisi, bir ağaç dalına takılmış sünnetli penis parça­sından saldırganın Müslüman olduğunu anladı. Kaldırımda bulunan ayakkabının Hatay ma­ğazasından alındığı tespit edildi. Mağazadan elde edilen bilgiye dayanan polis saldırganın kal­dığı Toros Oteli’ne ulaştı, oda­sında resimli kimliğini buldu. İki kaşının ortasındaki ben, tespiti kolaylaştırdı çünkü bu ben olay yerinde bulunan parçalardan bi­riydi. Böylece saldırganın Ömer Toprak adlı genç bir Yugoslavya göçmeni olduğu iki gün içinde ortaya çıktı. Bu soruşturmada, o sırada bir adli tıp laboratuvarı kurmak üzere İsviçre’den gelmiş Jean-Marc Payot adlı bir kri­monoloji uzmanının da katkısı olmuştu. Gazeteci Hakkı Tarık Us’un yazdığı gibi: “Suikastçı yok olmuştu, söyletilemedi ama ayakkabısı söyletildi…”

II. ABDÜLHAMİD DESTEKLEMİŞTİ

İlk Osmanlı dedektifi Osman Sabri Bey’di

NASİN RİB

Sultan II. Abdülhamid’in polisiye romanlara ne kadar meraklı olduğu, edebiyat tarihimize pek az aşina olanların dahi malumudur. Abdülhamid’in geceleri yatakodasında polisiye roman okuduğu, okutturduğu bilinir. Sultan’ın kendi özel ter­cüme bürosuna çevirttiği 100’den fazla polisiye eser bugün İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde korunmaktadır.

Osman Sabri Efendi, işte böyle bir padişahın saltanatında ilk Osmanlı dedektifi olarak tarih sahnesine çıkabilmiştir. O yıllarda Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkartan ve Osman Sabri Efen­di’nin yıldızını parlatacak olaydan esinlenerek ilerde Esrar-ı Cinayat isimli ilk Türk polisiye romanını kaleme alacak olan Ahmet Mit­hat Efendi’nin hatıratındandan özetleyelim: 1884 yılının Nisan ayının birinci günü İstanbul Boğa­zı’nın Karadeniz çıkışında, Beykoz açıklarında bulunan Öreke Taşı denilen adada üç cinayet işlenir. Cinayete kurban gidenlerden biri 15-16 yaşlarında bir genç kız, diğerleri ise iki yetişkin Rum’dur. O vakitler cinayetler vaka-ı adi­yeden sayılmaz, olay gazetelere akseder, büyük yankı uyandırır. Bu hadiseden bir ay sonra, Beyoğ­lu’nda şüpheli bir intihar vuku bulur. Bu da esasında intihar süsü verilmiş bir cinayettir.

Ahaliyi son derece tedirgin eden bu esrarlı seri cinayetleri çöz­me işi, Beyoğlu Kaymakamlığı’nda sorgu memuru olarak görev yapan Osman Sabri Efendi’ye verilir. Sultan Abdülhamid’in yakında ve dikkatle takip ettiği soruş­turma, romanları aratmayacak nice maceranın yaşanmasından sonra katilin yakayı ele vermesiyle sonuçlanır. Padişah, Osman Sabri Efendi’ye Beyoğlu Kaymakamı Mecdettin Paşa ile haber gönderir, onu huzura davet eder. Zekasına hayran kaldığı hafiyeyi bir kese altınla taltif ettikten sonra sorar: “Dile benden ne dilersen!”. Os­man Sabri Efendi epey bir bocalar, ardından ağzındaki baklayı çıkarır. Amerika’daki Pinkerton nam de­dektiflik bürosundan dem vurarak yüreğindeki aslanı dile getirir: Acaba zat-ı şahaneleri, benzer bir hususi dedektiflik yazıhanesi açma iznini ona bahşedecek midir? Sultandan izni koparan Osman Sabri Bey, ilk Osmanlı de­dektifi unvanıyla pek çok alengirli cinayet vakasını çözer, 56 yaşında Sultan Reşat devrinde yine bir zan­lının peşinde koştururken sekte-i kalpten vefat eder.