Dedektiflik, başlangıcından beri bilgi toplanmasına ve suçun bu bilgiler ışığında yeniden kurgulanmasına dayandığından, ilk hafiyeler suçlular arasından çıktı. Muhbir kullanımı, olay yeri incelemesi, fişleme gibi 18. yüzyıldan beri bilinen uygulamaların geliştirilmesinde, kanun kaçaklığından kanun adamlığına “terfi eden” ilk dedektifler rol oynadı.
İstanbul’da Galata’daki Şehsuvar mahallesinde oturan kayıkçı Mehmet Efendi, 1846 yazında gelini Hatice Hatun’u 13 yerinden bıçakladı. İlk modern “polisler” suçluyu yakaladılar, tanıkları yani mahalle sakinlerini dinleyerek bir dosya hazırlayıp Tophane Müşirîne sundular.
Bu olay bize birkaç ipucu sunuyor. Birincisi, cinayetlerin çoğu gibi bu da çözülmesi zor ve planlı bir suç değildi. İkincisi, polislerin mülki amiri Tophane Müşirîydi, çünkü modern polis örgütünün kurulduğu Galata Beyoğlu bölgesinin güvenliği ondan soruluyordu. İmparatorlukta güvenlik, sadece bölgelerde değil, başkentte bile ayrı yetkililere bağlıydı. Yani kayıkçı Mehmet Efendi, suçu işledikten sonra başka bir şehre kaçsa, kimse onu bulamazdı.
Ancak güvenlik güçlerinin dağınıklığı, sadece Osmanlılara özgü değildi. 1845 Polis Nizamnamesi yazılırken 1800 Paris Emniyet Müdürlüğü yasasından esinlenilmişti ama, o tarihte en merkezî devlet Fransa’da bile iç güvenlik örgütlenmesi geçmişten gelen bölünmüşlüğü aşmış sayılmazdı.
Katil her zaman iz bırakır
Bilimsel dedektif Bertillon’un yöntemlerini gösteren Musacchio imzalı karikatür. L’Assiette au Beurre dergisi, 3 Temmuz 1909.
Hele İngiltere’de durum daha da beterdi. Galatalı Hatice Hatun’un bıçaklandığı sırada, İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisi olan Stratford Canning, hükümeti “İstanbul’da (yani Pera’da) güvenliği bir türlü sağlayamadınız, tüccarlar, gemiciler soyuluyor” diye eleştiri yağmuruna tutmaktaydı.
Ancak Canning’in kendi ülkesinde de doğru dürüst bir cinayet soruşturmasının sürdürülebildiği söylenemezdi. Skandallar birbirini izliyordu. 1840’ta Londra’da Başbakan Russell’ın amcası yaşlı Lord William Russell yatakodasında boğazı kesilmiş olarak bulunmuştu. Cinayeti soruşturma görevi, olaydan 11 yıl önce kurulan Londra Metropolitan Polisine (Scotland Yard) verilmişti. Ancak polisler, mağdurun İsviçreli uşağı Courvoisier’nin yıllardır evde sürdürdüğü hırsızlıklar ortaya çıktığı için efendisinin boğazını kestiğini, sonra da cinayeti dışarıdan gelmiş bir hırsızın işi olarak göstermek amacıyla odayı darmadağın ettiğini anlayamadılar. Yine de katil uşak olmalı diye düşünerek Courvoisier’yi tutukladılar. Mahkemeye sunulan ikinci derecede kanıtlar, usta bir avukatın sayesinde darmadağın oldu. Courvoisier tam kurtulmak üzereyken, tesadüfen bir otelde önceden çaldığı mallar ortaya çıktı, kendisi de bir vicdan muhasebesi sonucu suçunu itiraf etti. İtiraf etmeseydi, mahkum olması çok zordu. Bu beceriksizliklere rağmen, 1840’lar polisliğin geçmişe göre büyük aşama gösterdiği bir dönemdi.
Modern polis şehirlerde, daha doğrusu başkentlerde doğdu; yöntemleri, rütbeleri ve görevleri zaman içinde taşraya yayıldı. 18. yüzyılda bir Londralının evine hırsız girdiğinde yapacağı iş, gazetelere ilan vererek suçlunun yakalanması karşısında ödül vadetmek olurdu. Bir “hırsız avcısı” (thief-taker) çıkıp, hırsızı ve çalınan malı bulurdu. Avam Kamarası da özel ikramiyeye ek bir devlet ödülü tahsis etmişti. Bu durumun yozlaşmaya yol açması doğaldı.
Hırsız veya sahte mağdurlarla işbirliği yapan hırsız avcılarıyla ilgili öyküler kısa sürede yayıldı. Jonathan Wilde (ölümü 1725) bunların en ünlüsüydü, adı baş hırsız avcısına (thief-taker general) çıkmıştı. Sonunda kendisi de idam edildi.
İdamı seyreden kalabalık arasında 18 yaşında bir delikanlı vardı. Henry Fielding, büyüyünce Tom Jones adlı romanıyla edebiyat tarihine girmekle kalmadı, ülkesindeki ilk profesyonel dedektiflik kurumunun temelini attı. Bow Sokağında hırsız avcılarının toplandığı bir ajans kurdu. Bunun farkı, bölgedeki sulh yargıcına bağlı olarak çalışmasıydı. “Bow Street Runners” (Bow Sokağı Ayakçıları) olarak tanınan kurumun gelişmesini, kardeşi yargıç John Fielding sağladı. Burada görev yapanlara düzenli bir ücret ödemek için uğraştığı gibi, bugün fişleme dediğimiz işi de başlattı.
Her türlü dedektifliğin temelinde bilginin yattığını söylemeliyiz. Bir suç işlendiğinde “olağan şüphelilerin” polis tarafından toparlanması, suçlularla ilgili bilgilerin depolanmasına dayanıyordu. 1780 Haziran’ında Londra, Katolik karşıtı “Gordon Ayaklanmaları” denilen bir halk hareketiyle sarsıldı. Onbinlerce insan Katoliklerin evlerine, elçiliklere, dükkanlara saldırarak yağmaladı. İlginç olan, çoğu sabıkalılardan oluşan kalabalığın önce Bow Sokağı dedektiflerinin merkezine girip buradaki dosyaları yakmasıydı. Bow Sokağı dedektiflerinin başka hünerleri de vardı. Bunlardan Charles Jealous’ın bir haydudun çizmelerindeki çamurun şehre mi, kırsal bölgeye mi ait olduğunu hemen anlayabildiği söyleniyordu. Bir duruşmada jüri başkanı, Bow Sokağı dedektifine, “sanığın evinden aldığınız levye, hırsızlık yapılan evin kapı çerçevesindeki izlere uyuyor mu?” diye sormuştu. Yani bildiğimiz dedektiflik yöntemleri çok yeni değildi.
Suçlularla ilgili bilgi edinmek için, bir detektifin suç dünyasına çok yakın yaşaması gerekiyordu. Bunu en iyi yapan, Fransız polisi olmuştu. Bu gelenek ilk Paris polis şefi “lieutenant de police” La Reynie’nin (1625-1709) ustalıkla yararlandığı muhbirler ağına dayanıyordu. Ancak işi modern sanat haline getiren Eugène-François Vidocq (1775- 1857) oldu. Hem polis hem özel dedektifliğin babası sayılan Vidocq, kariyerine bir suçlu olarak başlamış, kapatıldığı hapishanede muhbir olarak devam etmiş, nihayet 1811’de Paris polisine paralel olarak kurulan “Sûreté” (Emniyet) adlı yarıresmî bir birimin başına getirilmişti. Kendisi gibi sabıkalı birkaç kişiden oluşan ekibiyle büyük başarı elde ederek dedektiflik tarihinin en ünlü birkaç kişisinden biri haline geldi.
19. yüzyılın sonuna doğru artık bilginin ne kadar önemli olduğunu anlamayan polis teşkilatı kalmamıştı. Ama ellerinde o kadar dosya birikmişti ki bunları nasıl değerlendireceklerini bilmiyorlardı. Önce birisi suçlu bilgilerini insan adlarına göre alfabetik olarak sıralamayı, sonra bir başkası bilgiyi kağıtlardan “fiş” dediğimiz kartlara geçirmeyi akıl etti. 1885’te Paris polisinin elinde 6 milyon fiş vardı. Suçluların fotoğrafları ve her polisin kendi mantığına göre yazılmış bir betimlemesi de vardı ama bu bilgiyi, başka bir görünüm ve kılıkta yakalanan bir şüpheliyle birleştirmek çok zordu.
Sonunda Alphonse Bertillon (1853-1914) adlı takıntılı bir polis memuru, yeni gelişen “antropometri”den yararlanarak bir sistem yarattı. Biri yakalandığında insan vücudunun değişmeyen 9 ölçüsü alınacak, fotoğrafı da önden ve arkadan aynı düzende çekilecekti. Böylece “bertiyonaj” efsanesi doğdu. Buna bir bilim gözüyle bakılıyor, Bertillon’un Pasteur’le birlikte Fransa’nın en büyük biliminsanı olduğu düşünülüyordu. 1892’de halk arasında “Ravachol” takma adıyla bilinen ünlü bir haydut “bertiyonlanınca”, yani yakalanınca bu yöntemin suçu bitireceğine inanmayan kalmadı.
Zaten fotoğraf icad edilir edilmez, polis bundan yararlanmaya başlamıştı. Osmanlılar da çok geride kalmadı. 1888’de II. Abdülhamid, Zaptiye Nazırı Kâmil Bey’e nezaret binasında bir fotoğraf atölyesi kurma talimatı vermişti. Burada İstanbul hapishanelerindeki mahkumların fotoğrafları çekilecekti. Bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan “Yıldız Fotoğraf Albümleri”nde pek çok mahkum fotoğrafı bulunmaktadır.
Parmak izinin gelişmesinde de herşey adım adım ilerledi. Her insanın parmaklarının kendine özgü izler bıraktığı 17. yüzyıldan beri biliniyordu. 1858’de Hindistan’da İngiliz memuru William Herschell’in Konai adlı bir Hintliyle yaptığı sözleşmede, Konai imza atmak yerine sağ elini mürekkebe batırarak belgeye bastırmıştı. “Konai’nin el izi” kısa sürede Batı ülkelerinde polis tarafından kullanılmaya başlandı. Parmak izine dayalı ilk başarılı soruşturmayı yapan iki polisten biri yine Bertillon oldu. 1902’de Paris’te bir dişçinin uşağı öldürülmüştü. Evdeki bir vitrinli dolabın camında parmak izleri görüldü. Bertillon bu izlerin Scheffer adında bir sabıkalıya ait olduğunu tespit etti. Aynı yıl Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te Müfettiş Alvarez de, bir kadının iki çocuğunu öldürdüğünü, çocukların odasının kapısındaki kanlı el izi sayesinde kanıtladı.
1986’da DNA analizinin bir cinayet davasında ilk kullanılışı da buna çok benzer. İngiltere’de bir köyde üç yıl arayla 14-15 yaşlarında iki kız vahşice tecavüze uğramış ve öldürülmüştü. Polisler, sabıka fişlerine başvurarak Richard Buckland adlı bir delikanlıyı yakalamış, hatta ondan itiraf da almıştı ama ellerinde başka kanıt yoktu. Sonunda DNA profillemesinin öncüsü Profesör Alec Jeffreys’e başvurdular. Yapılan analiz sonucunda, Buckland’ın suçsuz olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine polis, bölgedeki 5000 erkekten örnek topladı ve fırıncı Colin Pitchfork’un katil olduğu yine DNA analiziyle ortaya çıktı.
Bilginin polis dedektifliğinin gerçek silahı olduğunu söylemiştik. Bilgi ise, istihbarat (fişler ve muhbirler), teknoloji (adli tıp yöntemleri) ve tecrübeden oluşuyordu. Bunların üçüncüsü, yani tecrübe, hem dedektifin kişisel deneyimlerine, hem istatistiklere (örneğin kadınları en çok kocalarının bıçakladığı gibi tatsız gerçekler) dayanıyordu. Ancak tecrübe, aynı zamanda dedektifin kör noktasıydı çünkü istisnaları görmesini zorlaştırıyordu. Bir de buna önyargılar ekleniyordu. “En bilimsel polis” diye göklere çıkarılan Alphonse Bertillon’un meslek hayatındaki kara leke bunun bir örneğiydi.
Alman casusu olmakla suçlanan Yüzbaşı Dreyfus vakasında, Bertillon’dan sanığa ait olmadığı her haliyle belli olan bir el yazısını incelemesi istenmiş, o da katı bir milliyetçi ve Yahudi düşmanı olarak bilimi bir kenara atmış, yahudi Dreyfus’ün söz konusu mektubu yazdığını iddia etmişti. Nazi döneminde Berlin’deki tren katili Paul Ogorzow’u soruşturan polis, rejimin bütün önyargılarına uymuştu. 1940-41 arasında trene binen kadınları kaçırıp tecavüz eden ve bir bölümünü öldüren kişinin ari ırktan bir Alman olamayacağını düşünen polis, Polonyalı göçmen-köle işçileri soruşturarak günler kaybetmişti. Sonunda katilin demiryollarında görevli bir Alman olduğunu anladığında suçlu geride sekiz kurban bırakmıştı.
SENART ORMANI VAKASI (1811)
Sivil dedektiflerden çeteye suçüstü
Fransa’daki Sénart ormanı, öteden beri tekinsiz bir suç yatağıdır. Son olarak burada 1995-2000 arasında gerçekleşen 33 tecavüz olayının sanığı, geçen yıl DNA analizi sayesinde tespit edilebildi. Paris’teki “Sûreté”nin şefi Vidocq’un 1811’de bu ormanda yolkesen haydutlara karşı yaptığı operasyon ise bir efsanedir.
Vidocq, olayı anılarında şöyle anlatır: “Sûreté, haydutların Sénart ormanında arabalara saldırmak üzere hazırlandığı ihbarını aldı… Hemen ormandan geçecek bir posta arabasına atladık. Arabada ajanlarım ve ben dışında sadece dört gerçek yolcu vardı. Yola çıktık. Lieusaint’e doğru giden dar yola geldiğimizde, beklediğimiz gibi saldırganlar arabanın önünü kesti. Ajanlarım hemen tabancalarını çekerek arabadan atladılar… Saldırganlar karşılık verdi, sonra kaçmaya başladı. Ben de arabadan atladım ama ters bir adım atınca bir çukura yuvarlandım, sağ kolum yerinden çıktı… Vincennes’de saldırganları yakalamayı başardım… Bu vakada beni tedbirsizlikle suçlayanlar oldu. Dört yolcuyu tehlikeye atmıştım ama bir çeteyi suçüstü yakalayabilmek için başka çarem yoktu…”
LAFARGE VAKASI (1840)
Kadınlara arsenik satılmaya!
Fransa’da yeni evlendiği kocasını arsenikle öldürdüğü iddiasıyla yargılanan 23 yaşındaki güzel Marie Lafarge’ın davası, Fransa’da kamuoyunu iki kampa bölmüştü. 1840’ta, bir ölünün bedeninde olağandan fazla arsenik bulunduğunu tespit etmek kolay değildi. İngiliz James Marsh’ın geliştirdiği, uygulaması zor olan test kesin sonuç vermemişti.
Ünlü hekim, “Bilimin Prensi” Mathieu Orfila, arsenik takıntısıyla tanınıyordu. Bir keresinde Paris lokantalarından 200 çorba örneği almış, hepsinde arsenik bulduğunu ilan ederek ortalığı birbirine katmıştı. Marie Lafarge davasına son dakikada uzman olarak çağrıldı. Mahkemede Marsh testini yeniden uyguladığını ve ölünün vücudunda kesinlikle arsenik bulduğunu belirterek genç kadının mahkum edilmesini sağladı. Bu olay Avrupa’da bir arsenik fobisi yarattı; hatta 1851’de İngiliz Avam Kamarasına sunulan bir yasa tasarısı, fare öldürmek için kullanılan bu zehri kadınların satın almasının yasaklanmasını öngörüyordu. Fransız romancı Gustave Flaubert de Madame Bovary romanını (1856) yazarken bu ortamdan etkilenmişti; romanda Madame Bovary, arsenikle intihar eder.
KARINDEŞEN JACK VAKASI (1888)
Zeki katil, beceriksiz müfettiş
Londra’nın suç yatağı yoksul Whitechapel mahallesinde beş kadını öldüren ve “Karındeşen Jack” adıyla anılan katil hiç bulunamadı. Elbette bugünkü adli tıp tekniklerinin çoğu o zaman yoktu. Ancak iş bu kadarla bitmiyordu. Örneğin katilin cesetlerden birinin yakınındaki duvara yazdığı yazı, fotoğrafı çekildikten sonra Metropolitan Polis Komiseri (Londra Emniyet Müdürü) Sir Charles Warren’ın emriyle hemen silinmişti. Kurbanlardan birinin cesedi morga getirilmiş ama daha otopsi yapılmadan yıkanmıştı.
Polisin başındaki Sir Charles Warren’ın Fransa’daki seyahatini kesip dönmesi zaten günler sürmüş, ardından yardımcısı Robert Anderson Avrupa’ya gidip ancak dördüncü cinayetten sonra Londra’ya dönmüştü. Gece sokaklardaki devriye sayısı artırılmış, ancak düzgün bir suçlu profili çıkarılmadığından bu bir işe yaramamıştı. Polisten nefret eden yoksul mahalle halkından bilgi alınamamıştı. İçişleri Bakanı, katilin izlenmesinde av köpeklerinden yararlanılmasını önermiş, ancak son kurban Mary Kelly’nin cesedi bulunduğunda, bu tazılar bir türlü olay yerine getirilememişti. Polis basından yararlanmayı da becerememiş, bu hatayı da bol bol eleştiri ve polis karikatürüyle ödemişti.
Şeflerinin beceriksizliği, cinayetleri araştıran ekibin başındaki Başmüfettiş Frederick Abberline’ı neredeyse aklını kaçırma noktasına getirmişti. “Karındeşen Jack” cinayetinden geriye kalan resmî belgeler şaşırtacak kadar azdır. Tarihçiler olayı daha çok gazete kupürlerinden izler. Bu da polis raporlamasının pek gelişmemiş olduğunu gösterir.
DEDEKTİF İMAJI NASIL DEĞİŞTİ?
Aptal memurdan, külyutmaz hafiyeye
Shakespeare’in Kuru Gürültü (1590) adlı komedisindeki aptal bekçi Dogberry, zamanla İngiltere’de polis için kullanılan aşağılayıcı bir isme dönüştü. İngiliz taşrasında 1872’ye kadar görev yapan ve “constable” denilen yerel polislere dogberry deniyordu. Düzenli ücret almadıklarından rüşvete açık, kendi köylerinde çalıştıkları için kayırmacı, haydutla karşılaştıklarında ise korkak oldukları söyleniyordu.
Taşrada güvenlik her zaman sorunluydu. Napoléon, bugün Türkiye dahil birçok ülkede iz bırakmış jandarma teşkilatının temelini attığında, taşradaki güvenlik sorununu çözmeyi hedeflemişti. En önemlisi imajdı. Yeni polisin saygı görmesi gerekiyordu. Uzun boylu olacak, gösterişli üniformalar giyecek, kısacası asker etkisi uyandıracaktı. İşi polislik olsa bile, bu teşkilatın orduya bağlanması imajı daha da güçlendirdi. Napoléon’un en büyük düşmanı İngilizler bile, İrlanda’daki taşra polis teşkilatını Fransız jandarmasını örnek alarak kurdular.
Şehir polisi nin ise düşük bir imajı vardı. İngiltere ve Fransa bu imajı ancak yıllar süren bir çaba sonucu aşabildiler. Almanya biraz farklıydı. Tarihçi Herbert Reinke’ye göre Prusyalı polisler “asker-bürokrat” olarak tanımlanabilirdi. Bir de “sert polis” vardı ki, bu tipin suçu önlemede önemli rol oynadığına inanılıyordu. Örneğin New York’un “high constable”ı yani başpolisi Jacob Hays (1772-1850) bir efsaneydi. İnsanların şapkasını pat diye yüzlerine yapıştırıp sopasıyla dövmesiyle tanınırdı. Annelerin çocukları “Seni Hays’e veririm!” diye korkuttuğu söylenirdi.
Aynı dönemde Paris Sûreté’sinin şefi olan eski sabıkalı Vidocq da bu tipin bir başka örneğiydi. Vidocq’un polislikten ayrıldıktan sonra yazdırdığı anılar, ününü bütün Avrupa’ya yaydı. Vidocq efsanesi edebiyatta yaşamaya devam etti. Balzac’ın romanlarındaki esrarengiz, korkutucu Vautrin tipi ve Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki sabit fikirli, acımasız anti-kahraman Müfettiş Javert’in esin kaynağı da oydu.
Sert ve tavizsiz adam tipinde halkın hoşuna giden bir yön de vardı. Örneğin Theodore Roosevelt, 1895-96’da iki yıllığına New York Emniyet Müdürü olduğunda, sert ve disiplinli şef edalarıyla kendi şöhretini yükseltmiş, bu mevkiyi ABD başkanlığına giden yolda bir basamak olarak kullanmıştı.
Polisin alt sınıftan aptal veya sert adam şeklindeki imajı, 20. yüzyıla kadar değişmedi. Buna karşılık üst sınıftan, zeki, entelektüel bir özel dedektif tipi ortaya çıktı. Bu insan sadece öykülerde yaşıyordu. Gerçek hayatta özel dedektiflerin neredeyse tümü eski polisti. Örneğin Vidocq’dan başlayarak Sûreté’nin bütün şefleri, emekli olduktan sonra birer dedektiflik bürosu açmıştı. Karındeşen Jack cinayetinin dedektifi Müfettiş Abberline da emekli olduktan sonra Pinkerton dedektiflik ajansının Avrupa ayağında çalışmıştı.
Edebiyattaki özel dedektifin ilk örneği Fransız Auguste Dupin, 1840’ta Amerikalı yazar Edgar Allan Poe tarafından yaratılmıştı. İngiliz Sherlock Holmes karakteri ise 1887’de doğdu. Bunlar, sınıfsal kökenleri, zeka ve eğitimleri sayesinde polisin çözemeyeceği karmaşık suçları aydınlatabiliyordu. Sherlock Holmes öykülerindeki Müfettiş Lestrade ise, alt sınıftan gelmişti, zeki suçlularla baş edecek donanımı yoktu.
Günümüzde televizyon dizileri ve filmlerde görmeye alıştığımız, her türlü teknolojiden yararlanan polis dedektifi tipi, iki yüz yıldır süren sayısız reform hareketi ve eğitim çabası sonucu ortaya çıktı. Ama Vidocq’tan beri değişmeyen şeyler de var: Polis teşkilatları değilse bile en azından büyük güvenlik şirketleri, bilgisayar suçlarıyla mücadele etmek için eski bilgisayar korsanlarını işe alıyor.
VON PAPEN SUİKASTİ VAKASI (1942)
Saldırgan öldü, ayakkabısı konuştu
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Franz von Papen ve eşi Martha’ya 24 Şubat 1942’de Ankara Atatürk Bulvarı’nda bir suikast düzenlendi. Olayın ardındaki Sovyet casusluk faaliyetlerini bir kenara bırakarak polisin soruşturmasına odaklanalım.
Saldırgan, attığı bombanın etkisiyle havaya uçmuş ve vücudunun parçaları etrafa dağılmıştı. Ankara polisi, bir ağaç dalına takılmış sünnetli penis parçasından saldırganın Müslüman olduğunu anladı. Kaldırımda bulunan ayakkabının Hatay mağazasından alındığı tespit edildi. Mağazadan elde edilen bilgiye dayanan polis saldırganın kaldığı Toros Oteli’ne ulaştı, odasında resimli kimliğini buldu. İki kaşının ortasındaki ben, tespiti kolaylaştırdı çünkü bu ben olay yerinde bulunan parçalardan biriydi. Böylece saldırganın Ömer Toprak adlı genç bir Yugoslavya göçmeni olduğu iki gün içinde ortaya çıktı. Bu soruşturmada, o sırada bir adli tıp laboratuvarı kurmak üzere İsviçre’den gelmiş Jean-Marc Payot adlı bir krimonoloji uzmanının da katkısı olmuştu. Gazeteci Hakkı Tarık Us’un yazdığı gibi: “Suikastçı yok olmuştu, söyletilemedi ama ayakkabısı söyletildi…”
II. ABDÜLHAMİD DESTEKLEMİŞTİ
İlk Osmanlı dedektifi Osman Sabri Bey’di
NASİN RİB
Sultan II. Abdülhamid’in polisiye romanlara ne kadar meraklı olduğu, edebiyat tarihimize pek az aşina olanların dahi malumudur. Abdülhamid’in geceleri yatakodasında polisiye roman okuduğu, okutturduğu bilinir. Sultan’ın kendi özel tercüme bürosuna çevirttiği 100’den fazla polisiye eser bugün İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde korunmaktadır.
Osman Sabri Efendi, işte böyle bir padişahın saltanatında ilk Osmanlı dedektifi olarak tarih sahnesine çıkabilmiştir. O yıllarda Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkartan ve Osman Sabri Efendi’nin yıldızını parlatacak olaydan esinlenerek ilerde Esrar-ı Cinayat isimli ilk Türk polisiye romanını kaleme alacak olan Ahmet Mithat Efendi’nin hatıratındandan özetleyelim: 1884 yılının Nisan ayının birinci günü İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışında, Beykoz açıklarında bulunan Öreke Taşı denilen adada üç cinayet işlenir. Cinayete kurban gidenlerden biri 15-16 yaşlarında bir genç kız, diğerleri ise iki yetişkin Rum’dur. O vakitler cinayetler vaka-ı adiyeden sayılmaz, olay gazetelere akseder, büyük yankı uyandırır. Bu hadiseden bir ay sonra, Beyoğlu’nda şüpheli bir intihar vuku bulur. Bu da esasında intihar süsü verilmiş bir cinayettir.
Ahaliyi son derece tedirgin eden bu esrarlı seri cinayetleri çözme işi, Beyoğlu Kaymakamlığı’nda sorgu memuru olarak görev yapan Osman Sabri Efendi’ye verilir. Sultan Abdülhamid’in yakında ve dikkatle takip ettiği soruşturma, romanları aratmayacak nice maceranın yaşanmasından sonra katilin yakayı ele vermesiyle sonuçlanır. Padişah, Osman Sabri Efendi’ye Beyoğlu Kaymakamı Mecdettin Paşa ile haber gönderir, onu huzura davet eder. Zekasına hayran kaldığı hafiyeyi bir kese altınla taltif ettikten sonra sorar: “Dile benden ne dilersen!”. Osman Sabri Efendi epey bir bocalar, ardından ağzındaki baklayı çıkarır. Amerika’daki Pinkerton nam dedektiflik bürosundan dem vurarak yüreğindeki aslanı dile getirir: Acaba zat-ı şahaneleri, benzer bir hususi dedektiflik yazıhanesi açma iznini ona bahşedecek midir? Sultandan izni koparan Osman Sabri Bey, ilk Osmanlı dedektifi unvanıyla pek çok alengirli cinayet vakasını çözer, 56 yaşında Sultan Reşat devrinde yine bir zanlının peşinde koştururken sekte-i kalpten vefat eder.