Osmanlı döneminin son büyük hükümdarı sayılan II. Abdülhamid, şehzadeliğinden saltanatına, hatta tahttan indirilmesinden ölümüne dek, sıradışı bir çizgide yaşadı. Bugün yergi ve yüceltmeler arasında, gerçek değerinin çok uzağında algılanıyor. Tarihçi Necdet Sakaoğlu, Sultan Abdülhamid’in niteliklerini ve onun algılanmasındaki zaafları anlattı.
II. Abdülhamid’in ilk dikkate alınacak, öğrenilmesi gereken yönü bana göre şehzadeliğidir. Abdülhamid, çok aydın bir padişahın çocuğuydu. Babası Abdülmecid Han, tam bir Batı imparatoru havasında, ama Doğu kültürünü de son derece saygıyla karşılayan ve bilen bir adamdı. Sadece Tanzimat’ı ilan etmesiyle değil, başka pek çok konuda da öncülük etmesiyle bizim tarihimiz için önemli bir insandı. O da tabii, bunu kısmen babası II. Mahmud’dan tevarüs etmiştir.
Abdülhamid, ondan iki yaş büyük ağabeyi V. Murad ve iki yaş küçüğü Mehmet Reşad akranlardı ve Abdülmecid, bunların eğitimine önem vermiştir. Hocalarının adlarına bakınız: Askerî strateji, askerlik, nizam orduları ve askerî tarihi alanlarında ünlü Gazi Ethem Paşa; Valide Mektebi’ni kuran, Maarif Vekilliği’nde de bulunan aydın bir eğitimci Kemal Paşa; fıkıh ve İslâm konularında Gerdankıran Ömer Efendi; tarih hocası vakanüvis Lütfi Efendi, daha başka Ali Mahir Bey, Ferit Efendi, Şerif Efendi… Bunların hepsi o devrin önde gelen aydınları, donanımlı, eski tarihi, Osmanlı tarihini, edebiyatı bilen insanlardır. Saraya girip şehzade mektebinde öğrenciyi tekil olarak karşısına alıp onunla hususi ders yapmışlardır. Fransız Gardet (Fransız), İtalyan Guatelli, Lombardi gibi müzisyenler vardı. Kardeşleri gibi Abdülhamid de Fransızca, Farsça, Arapça öğrenmiştir. Öyle zannediyorum ki bugün Türkiye’de Arapçayı iyi bilen bir hoca bulsak, Abdülhamid’in hiç konu edilmeyen Arapçası, onun Arapçasından belki daha ileriydi. Çünkü birebir öğrenmişti. Fransızcası da öyledir. Dolayısıyla bir yabancı dili rahatça konuşabilir. Bu kardeşler alafranga tarzda yetişmiş Tanzimat şehzadeleridir. Kendilerini bir Avrupa prensi gibi görürler. Fakat İslamî – Türk, Osmanlı kültüründen de kopmamışlardır.
Avrupa’ya, Mısır’a seyahat etmiş, dünyayı da tanıyan şehzadelerdir bunlar. Şimdi mesela II. Süleyman’ın tahta çıkışını (1691-1695) düşünelim. Tam 39,5 sene şimşirlikte hapis kalmıştı; 6 yaşından 44- 45 yaşına kadar. Sonra “Hadi gel tahta!” Adam sofaya çıkınca şaşırmış, ağlamaklı olmuş. Bu da bir şehzade, üstelik 44 yaşında tahta çıkıyor; Abdülhamid de bir şehzade, 34 yaşında tahta çıkıyor. Çağlar değişmiş, sistemler değişmiş, saray ortamları değişmiş.
Sade giyinirdi
Abdülhamid’in gençlik dönemlerinden bir kare. Şehzade, önü açık bir vaziyette tuttuğu istanbulinli, sade giyimiyle dikkat çekiyor.
Abdülhamid’e kimi çevreler “cahildir, bir şey bilmez, saray çocuğudur” derler. Tabii alakası yok. Karşısına aldığı, huzuruna giren vezirlerden, yabancı sefirlerden, hepsinden üstün değilse bile onlarla mutlaka eşit kültüre sahip bir adamdı. Yani gelen kişinin bütün hâl ve hareketine bakarak onları değerlendirecek kadar da dolu bir adamdı.
Gelelim padişah oluşuna… Abdülhamid’in tahta geçişi çok sarsıntılı bir dönemdedir. Son dönem padişahları içinde en uzun, IV. Mehmet’ten (öl. 1693) sonra ikinci en uzun saltanat. Yaş olarak da –Orhan Bey’i bir yana bırakırsak- bütün padişahlar arasında en uzun yaşayandır. 76 yaş, o zamana göre ileri bir yaş. Amcası Abdülaziz öldü mü öldürüldü mü tereddütte kalmış, ardından ağabeyi V. Murat çıldırmış, o da üç ayda tahttan indirilmiş… Dolayısıyla Abdülhamid bir intihar veya öldürmeden, sonra bir çıldırmanın ardından tahta oturuyor. Tahta geçtikten hemen sonra da büyük bir savaş kopuyor; Osmanlı-Rus Savaşı; halkın büyük seferberlik dediği, 1877-1878 Harbi. Ruslar bir yanda Edirne’ye, bir yanda Erzurum’a kadar ilerlemişler…
Uluslararası koşullar da mutlaka etkilidir ama, Abdülhamid’in Osmanlı Devleti’nin yıkılışını geciktirdiği yadsınamaz. Diyelim ki tahta o geçmeseydi de Sultan Reşad geçseydi, durum ne olurdu? Bilemiyoruz ama, pek Abdülhamid dönemi gibi olmazdı. O savaş ile aşağı yukarı aynı günlerde Mithat Paşa’nın önerisini kabulle Kânûn-ı Esâsî’yi ilan etmiş. Yani Türkiye’ye temsilî rejimi getiren kişidir II. Abdülhamid. Kânûn-ı Esâsî, tıpkı Tanzimat’ın Abdülmecid tuğrasıyla ilan edilmesi gibi onun tuğrasıyla ilan edilmiştir. Bu demektir ki Türk parlamentarizminin başında 140 sene önce Abdülhamid’in adı vardır.
Neticede tahttan indirilmesi de enteresan bir olaydır. Temmuz 1908 ile tahttan indirildiği 1909 arasındaki 7-8 ay boyunca İttihat ve Terakki onu el üstünde tutuyor. Abdülhamid her yere gidiyor, bütün meclis âzâları kendisini ayakta alkışlıyor, Nutk-ı Hümayun okundu mu “Var ol padişahım!” diyorlar. Bütün merasimlere katılıyor. Mebuslara Yıldız Sarayı’nda ziyafetler veriyor, kendisi de sofraya oturuyor. O güne kadar hiçbir padişah tebaasıyla yemek yemediği halde o yiyor. Meclis Reisi Ahmet Rıza Bey ile günlük olaylardan başlayarak her konuyu konuşuyor. Daha sonra ne oluyorsa oluyor. Meclis bir gün bir karar alıyor! ‘bu adamı indirelim’, neden? Gerekçe ise 31 Mart Vakası.
İstanbul dışına gönderileceğini öğrenince tek ricası “Gitmeyeyim, İstanbul’da kalmak isterim. Hanedan mensuplarına İstanbul dışında yaşamak yakışmaz. Bunu bana reva görmeyin” olmuş. Buna rağmen illa gönderilmesi isteniyor, Selanik’e gönderiyorlar. Çünkü Selanik, İttihat ve Terakki’nin kurulduğu yer, merkezi. Orada gözetime almak istiyorlar. Oraya gidiyor. Mesela Halife Abdülmecid’in direnmesi kadar dahi direnmemiştir. Trenle gidiyor. Yanına birkaç hanımını ve kızlarını alıyor. Orada sesi çıkmadan, kimseyle temas etmeden yaşıyor.
Sonra Balkan Harbi’nin çıkacağı sırada (1912’nin sonunda) Alman sefaretinin yatı ile alelacele getiriliyor. O vakit de yine Çırağan’a veya Feriye dairelerine konulmasını istiyor ama Beylerbeyi Sarayı’na kapatıyorlar. Orada da altı sene yaşamıştır. 1. Dünya Savaşı bitmek üzereyken ölmüştür.
Genç Abdülhamid
Amcası Sultan Abdülaziz ile yaptığı İngiltere seyahati sırasında çektirdiği fotoğrafı. (1867)
Abdülhamid tahttan indirildikten sonraki 10 yıl, yaşananlar dikkate alınırsa en berbat dönemdir. Tabii tahmin edemeyiz ama, Abdülhamid savaşı sevmeyen bir hükümdar olduğundan 1. Dünya Harbi’ne girmemek konusunda direnebilir miydi? Onu bilemeyiz, tarihi yeniden döndürecek halimiz yok. Yalnız mahlû (tahttan indirilmiş) padişahın hiç sesinin soluğunun çıkmadığını biliyoruz. Bir seferinde Enver Paşa, Beylerbeyi Sarayı’na gitmiş, orada kendisiyle görüşmüş. Enver Paşa çok saygı gösteriyor. Tahttan indirilmiş bir padişaha, Harbiye Nazırının aşırı saygı göstermesi enteresandır.
Abdülhamid, şu noktalarda objektif olarak eleştirilebilir:
İlk olarak hafiye sistemi, ikincisi Mithat Paşa ve diğerlerinin mahkumiyetleri, Taif’te öldürülmeleri… 1905’teki Yıldız Vakası Osmanlı hanedan tarihinin en planlı, korkunç ama boşa çıkmış suikastıdır. Korkusunun maddi bir temeli var. Öncesinde örneğin o büyük 1894 depreminde, Dolmabahçe Sarayı’nda bayram töreni yapılırken, büyük avize şangur şungur sallanmaya başlayınca herkes padişahı unutuyor, bulduğu kapıdan dışarı kaçıyor. Ortada bir tek Zilzal suresini okuyarak ayakta kalan var: II. Abdülhamid. Bu bir cesaret işidir. Demek ki korkak bir adam değildi. Ama canı için çok dikkatli. Yediği yemekten, içtiği sudan, herşeyden şüphelenen bir adam. Bunda da haksız değil. Osmanlı Sarayı’nda suikast-cinayet kurmalar öteden beri var.
Çağdaşı Avrupa imparatorları ile karşılaştıracak olursak Franz Joseph (Avusturya), Kraliçe Victoria (İngiltere), Nikolay (Rusya), Wilhelm (Almanya) … Hiçbirinden geri kalır bir tarafı yok. Zaman zaman biraraya geliyorlar, onlara Fransızca şakalar, nükteler yapması temsil yeteneğini gösteriyor.
Giyimi kuşamı çok sade. Günlük yiyeceğini de kendi tanzim eden bir padişah. Onlar da genellikle alafranga yemekler. Yıldız’da yattığı oda oldukça mütevazı. Bitişiğinde İsmet Efendi’nin, esvapçıbaşısının odası varmış. Kitap okumayı seven, bale seyreden, saray halkını da ısrarla localara yerleştirtip gösterileri seyrettiren bir insan. Zamanının bir entelektüelidir.
Abdülhamid için kötüleme kampanyasının 31 Mart Vakası’ndan sonra başladığı kesin. Onu tahttan indirme gerekçelerini haklı çıkarmak için 31 Mart’ı kullanmış İttihatçılar. Ne kadar kötülük yapıştırılabilecekse hepsini yapıştırmışlar. Cumhuriyet de kuruluşu itibariyle imparatorluğa karşı durumda. Devrimlerden ilk nasibini alan II. Abdülhamid olmuş. Dolayısıyla bir padişah için şanssız bir dönem yaşamıştır. Ama 1908’de ölse ne büyük törenle kaldırılacaktı, bir düşünmeli!
Yine de diyebilirim ki İstanbul’un gördüğü iki olağanüstü cenaze töreni vardır; biri Padişah II. Abdülhamid’in diğeri Mustafa Kemal Atatürk’ün. İstanbul neredeyse tamamen iki defa sokaklara dökülmüştür. Anormal bir kalabalıktır II. Abdülhamid’in cenazesi.
Hükümdarlık konumunu, disiplinini II. Abdülhamid kadar isabetli kullanan bir padişah daha yoktur. Örneğin amcası Sultan Abdülaziz, huzuruna girenlere yer öptürmüştür. Ama bu, onu büyütmemiştir. Oysa II. Abdülhamid, karşısına alıp konuştuğu kişiyi kendisi gibi bir iskemleye oturtup, huzurunda sigara içmesine izin de verirmiş. Buna örnek Mithat Paşa’dır. Sigarasını yakar, serbestçe görüş açıklarmış.
Dünya liderleri
II. Abdülhamid ile eşzamanlı iktidarda bulunan Dünya liderleri. Bu toplu illüstrasyonda, padişaha sıralama gereği ikinci basamakta, 20. yüzyıldaki “üç büyüklere” de orta sırada yer verilmiş.
II. Abdülhamid’in sadrazamları çok güçlü kişilerdi: onları kendi seçti. Okur-yazar insanlardı, boş insanlar değildi. İki padişah tipine bakınız, biri ayağını öptürüyor ve buna taabbüd diyor –ki yarı tapınma demektir, II. Abdülhamid ise (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) anlamındaki ‘zıllullah’ kelimesini anmamış. Dikkat edilirse bunlar yazılanlarda yoktur. Tabii o zamanki devlet adamlarının da bir esnekliği elde etmeleri sözkonusu: Kânûn-ı Esâsî her ne kadar askıya alınsa da, imparatorluğa yeni bir biçim vermişti.
Kızıl Sultan denir; evet “kızıl” tarafı da var. Taif’teki hadise de Yıldız’daki mahkeme de tam bir cinayettir. II. Abdülhamid’in bunları yapması, kendinden önceki padişahların yaşadığı olaylara bağlamasındandır: Ortada “Hal’ ve Akd Ekibi” denen 3-4 kişilik bir vezir-komutan grubu vardı. Hüseyin Avni Paşa, Rüştü Paşa, Mithat Paşa… Padişah Abdülaziz ve V. Murat hal, olaylarını düzenleyen, kendinden önceki iki padişahı alaşağı eden bu ekip onun ilk döneminde iş başında, iktidarda idi. Rüştü Paşa, Abdülaziz tahttan indirilirken, V. Murat’ın üç aylık saltanatında ve II. Abdülhamid’in tahta geçişinde sadrazamdı.
II. Abdülhamid eğitime özel bir önem vermişti. Zamanında açılan mektepler, kalıcı kurumlar olarak korunamadı. Hukuk Mektebi, Muallim Mektebi, Baytar Mektebi, Ziraat Mektebi, Ticaret Mektebi, Mülkiye Mektebi… Bunlar ad değiştirdi, program değiştirdi ve neticede üniversite içerisinde kayboldu. Onun döneminde yazılmış yığınla kitap vardır, sade dille yazılmıştır, o zamanki okuma yazma bilen herkes okur, anlardı. Ben Haydarpaşa’daki Tıbbiye-i Şahane’yi gezmişimdir; şimdi orası Sağlık Bilimleri Üniversitesi olmuş. O kadar mükemmel tasarlanmış bir yapıdır ki, örneğin bütün pencerelerinde yanlarında bayrak takmak için halkalar bile düşünülmüş. Türkiye’de öğretmen yetiştirmeye önem veren, ortaokullara yabancı dil dersi koyduran odur. Tıp eğitimine verdiği önem ortadadır. Kendi 40 kişilik ailesini çok az kayıp vererek büyük ölçüde sağlıklı tutabilmiş tek padişahtır.
Türk ve dünya tarihi yazıldıkça II. Abdülhamid mutlaka geçecektir; ama yüceltilerek ama yerilerek… Keşke hakkında bu kadar kötüleme olmasaydı. Bu söylediklerimiz doğal karşılanırdı. Şimdi diyecekler ki bu adam da ne kadar Abdülhamidciymiş! Abdülhamid’i kötüleme kampanyası bana kalırsa Türkiye’ye ithal edilmiş bir olgudur. Yabancılar da bunu daha ziyade Ermeni-Yahudi lobilerinden ya da elçiliklerdeki temsilcilerden etkilenmişlerdir.