Kasım
sayımız çıktı

‘Kim ki iki ev-li olur o zaman aklından olur’

İki eve bölünen hayatlara sık rastlanıyor, özellikle “emekli”lerde: Yılı, biri kışlık ötekisi yazlık iki eve bölünerek geçiriyorlar. O tarz örneklerde bir ev ötekinin tamamlayıcısı belki; gene de bölünmenin ruh haritasında arızalara yol açma olasılığı düşük değil herhalde… Eric Rohmer’in atasözlerinden hareketle yaptığı filmlerden birine yol açan deyişi: “Qui a deux maisons, perd la raison”.

Taşınır, taşınabilir, taşınan yapılar, her vakit içimde bir filiz verme duygusu yarattı -en son, Rosa Parks’ın, o yaralı savaşçının Detroit’te(n) sökülüp Berlin’e getirilip bir bahçede yeniden dikilen iki katlı, ahşap evi. Geceleri, kapalı perdelerinin arkasında ışık yanıyor olması iyi buluş: Kimse yok mu sorusunun karşılığı ise “Kimse var”.

Böyle evler, aynı ağaç. Bir zamanlar bir yere dikilmişler, kesilecekken kökleriyle sökülüp bir başka yere neden götürülmesin, yeniden dikilmesin? Topraktan toprağa sürgün, tek unutulmasın, can suyu verilsin. Berlin’deki yerinde ışık o işlevi görüyor, görecektir.

Detroit’ten anılarını da yanında getirmiş midir? Rosa’dan kalan görünür görünmez izler gövdesine nasıl olsa nüfuz etmiştir. Hava ve Rüzgâr değişmiştir, doğru; kokular, sesler başkadır şimdi, doğru -aynı insan: Bir süre yadırgar, sonra alışır: Zaman bazan hasret ve gurbet haznelerini doldurur, taşırır, bazan boşaltır ve kurutur: Aynı insan.

Rosa Parks’ın evi kıtalararası taşındı Amerikalı insan hakları savunucusu Rosa Parks’ın üç yıl önce Detroit şehrinde yıkılma listesine alınan evini, Amerikalı sanatçı Ryan Mendoza bu yıl Şubat ayında Berlin’e taşıyarak ‘kurtardı’ (aşağıda).

Pek çok kişinin zihnini kurcaladığını sandığım bir konu beni sık düşündürmüştür: Adolf Hitler “ölçülü” bir saldırgan olsaydı, Avrupa’nın önemli bir bölümünü işgal ettikten sonra SSCB’ye yönelmese, İngiltere’yle masaya otursaydı, bir tek Avrupa’nın yazgısı mıydı kökten değişikliğe uğrayacak olan? Dünya dengesi de bundan payını alacaktı. İtalya ve İspanya’yı da içerecek geniş ve güçlü bir faşist coğrafyanın ömrü bugüne dek uzayabilir, karşısındaki öteki buyurgan küme de bu kalıcılıktan nasibini alabilirdi.

Bütün bunlar bereket gerçekleşmedi; ölçüsüz saldırganın ülkesi yakıp yıktığı ülkelerden daha da fazla yıkıma uğradı. Yukarıdaki senaryo gerçekleşseydi, yapıldığı ve tasarlandığı kadarıyla biliyoruz ki, ortaya insani değil de yücelik saplantısını esas alan yapılar, bulvarlar, kent dönüşümleri çıkacaktı: Speer yönetiminde hazırlanan, Türkçe dahil pek çok dilde bir propaganda aracı olarak basılıp dağıtılan “Führer’in tasavvur dünyası” kitabından Siyah Sert Berlin’de sözetmiştim.

Hitler-Speer ikilisinin, insanlık tarihinin ve hemen her uygarlığın bünyesinde ön replikalarına rastlanır: Yücelik hastalığının pençesinde mahkûm hükümranların yanına doludizgin taşkınlıklarını gerçekleştirmeye, olmadı onları iyiden iyiye azdırmaya yatkın birileri sokulur, onbinlerin yaşamına malolacak ‘çılgın proje’lerin uçan halısına birlikte binilirdi. Okumalarım bana çılgın ötesi bir tasarıyı, Büyük İskender’e mimar-heykeltraş, Stasicrates adıyla da tanınan Disnocratos’un açtığını gösterdi: Aynaroz’da, manastırlar yarımadasındaki en yüksek tepeyi yontarak, 2000 metre yüksekliğinde bir İskender figürü yaratılacak, ellerinden birinde 10 bin nüfuslu bir kent, ötekinde yağmur suları derlenerek bir ‘boşlukta asılı göl’ oluşturulacak bu kalkışıma Makedonyalının ömrü yetmemişti.

***

Taşınabilir yapılardan etkilendiğimi gizleyecek değilim; gene de taşınmaz sıfatı ve temsil ettiği durum öteden beri zihnimi meşgul eder durur. Bir yapının, hem topografik, hem coğrafî yerlemlerinden taştığı unutulmamalı ama: Los Angeles’ta oturan birinin aklına düştüğünde Taç Mahal’in “yer”i değişmez şüphesiz, gelgelelim imgesi “yer”inden oynamış demektir o an; dahası, bir yapının imgesi uzam ve zaman sınırı tanımayan bir varlıktır, karmaşık ağlar örer.

Ernst Jünger’in Savaş Günlükleri’nin (1941-45) odağını Paris günleri oluşturur. 22 Temmuz 1942 günü, öğle sonrası Picasso’nun Rue des Grands Augustins’deki atölyesini ziyaretini işlediği iki sayfayı derin ve dolgun bir yazı kateder, sanki ökenin fırçasına öykünmüştür: Birkaç dokunuşta mekânı canlandırır, Picasso’nun yapıtlarından sözediş biçimine de sinmiştir aynı imrendirici ustalık. Sahnenin savaş ortasında çatıldığını, Jünger’in Alman ordusunun subayı olduğunu unutamayız -“ikimize kalsa” dediğini aktarır ressamın, “barışı şu an tesis ederdik”.  Ne ikisine, ne birine kalacaktır.

Balzac’ın etkisiyle atölyesini taşıdı

Picasso, Balzac’ın Meçhul Şaheser’inden o kadar etkilenir ki, kitapta geçen Porbus’un Paris’te, Grands-Augustins, 7 numaradaki stüdyosuna taşınır. Sanatçı savaş karşıtı ünlü “Guernica” tablosunu burada resmetmiştir.

Rue des Grands Augustins’e ilk gidişim 1974’e iniyor, yaklaşık yirmi yıl sonrasında dostum Samih Rifat’ı götürdüydüm oraya, Ecekent’te birkaç satıra sığdırıp geçmişim –Perişey’in ilk basımının sırtındaki fotoğraf bende yok nicedir. O sokağı, o yapıyı Jünger’den aşağı kalır tarafı olmayan bir üslûpla ele alır Samih Rifat; Balzac’ın aynı mekânda geçen Meçhûl Şaheser’inin çevirisi için yazdığı önsözde. Jacques Rivette’in görkemli uyarlaması Les Belles Noiseuses’de, aynı ortamda bir başka Frenhofer çıkar karşımıza -hepimizde, az ya da çok payı olan bir karakter, duruş, belki yazgı okumuştur yönetmen.

Yapı bir sokakta, bir şehirde, bir ülkede, kıtada: Kaçıncı kez, “haritada bir nokta”. Sabitlenmiyor oysa, ait olduğu topografik zeminde: İmgesini taşıyor ziyaretçileri, taşınıyor böylece, “yer”inden taşarak.

***

“Kim ki iki ev-li olur, aklından olur” diye çeviriyorum, Eric Rohmer’in atasözlerinden hareketle yaptığı filimlerden birine yolaçan deyişi: “Qui a deux maisons, perd la raison”. Gerçekten de, aynı anda biri Paris’in içinde ötekisi banliyösünde iki ayrı evde yaşayan genç bir kadının mutsuz sona bağlanan hikâyesini anlatıyor Rohmer -genç kadını oynayan Pascale Ogier’nin 1984’de, filimle aynı yıl, 26’sına basmadan bir gün önce ölmesi atasözüne ayrıca bâtıl bir yük bindiriyor.

İki eve bölünen hayatlara sık rastlanıyor, özellikle “emekli”lerde: Yılı, biri kışlık ötekisi yazlık iki eve bölünerek geçiriyorlar. O tarz örneklerde bir ev ötekinin tamamlayıcısı belki; gene de bölünmenin ruh haritasında arızalara yolaçma olasılığı düşük değil herhalde. Buna karşılık, Rohmer’in üstüne eğildiği çift ev-lilik, çoğu kez ‘çift evlilik’ten (sic!) kaynaklanıyor. Jules ve Jim üçgenleri başka, oldukça sınırlı sayıda örneğine rastlanan ilişki formatı oradaki – toplumda asıl yaygın olan türü “metres” ilişkisine bağlı olarak devreye giren öteki evasıl ev’in düşmanı.

İki apayrı diyarda iki ev nedir, epeydir bilenlerdenim. “Bana evinizin yerini gösterin, size nasıl yaşadığınızı anlatayım”, bana kalırsa doğru ölçek konumlaması: Her durumda bir yarılma hikâyesi. Sabah Atina’daki evinde uyanmış, gece New York’takinde yatmış insanın vücut parametreleri, kan değerleri altüst olur; hele bir sonraki sabah ilk evden sokağa çıkış yok mu: Tarifsiz karmaşa.

Kişi, doğduğu evde mi yaşayıp ölmeli? Öylelerini tanıdığım oldu: Kendilerinde sıkışıktılar. Karşı kefede, durmadan ev değiştiren, kısa aralarla şehir değiştiren bir mutlak-göçmen-ruh tipi yeralır -her yerin geçicisi olmak. Rilke’nin ikizleri.

Gün geldi seçtiğim, ayırdığım, gönlümü çelmiş kulübelerin arasına Agnès Varda’nın “Mutluluk Serası” adını verdiği, 2018 ilkyazında Paris-Marais galerilerinden birinde sergilediği “iş”i katıldı. Iskalamış olduğum için şaşırdım; ilki 2006’dan, bu dördüncü kulübe girişimiymiş sinemacının.

Aynı yönteme dayanıyor “Sera”: 1964 yapımı “Mutluluk” filminin pelikülleriyle inşa edilmiş. Işığın gücü oranında, içeriden olduğu gibi dışarıdan da görülebilen duvarlardan ve çatıdan oluşuyor.

Dijital devrim pelikülleri, filim bobinlerini tarihe gömdü. Bu yakınlarda dinliyordum Varda’yı; ekrandan dokunmatik kurgu yapma işlemini hâlâ yadırgadığını ifade ediyordu: ‘Eski teknoloji’yi kullanmış, onun kimi unsurlarına bağlanmış son iki kuşağın temsilcileriyiz biz: Agnès ve Enis, sonrakilerin yadırgayabileceği nostaljik duygular taşıyoruz. O makaralara, ben sözgelimi tipobaskıya.

“Filmim için yeni bir yaşam biçimi bu” demiş: “Bir kulübe oluyor şimdi de”.

Bir benzerini kitaplarımı kullanarak yapmaya kalkışacak olsam, malûm “tuğla gibi kitap”larım da oldu (!), belki asıl kulübemi boşluğun ortasında, bir no man’s land kesitinde çoktan çatmış olduğumu hatırlatıyor bana Varda’nın kalkışımı.

Ne için ama, bu çabalamalar? Sinemacı-sanatçı ortak durumumuzu iki cümlede açığa vuruyor:

“Genel hatlarında bir şey gelmiyor elimizden; Dünya’nın daha iyi dönebilmesi için yapabileceğimiz fazla bir şey yok. Ben, yaptığım kulübenin içine girince sinemayı düşünüyorum, çünkü sinema yapmak paylaşmak da”.