“İnsan nerede oturuyorsa, dünyanın merkezi orası” denir, ama insanlarımızın çoğu oturduğu sokağa adını veren kişilerin bile kim olduğundan habersiz yaşayıp gidiyor. Teşvikiye’de bir sokağa ismini veren Hacı Emin Efendi Sokak’ın ardında hem besteci hem de nota yayıncısı bir musiki adamının hikayesi var. Bir sokak isminden kültür tarihimizden kısa bir kesite…
İnsanımız merak duymamayı örf değilse âdet sayıyor. Bir söyleşide, kendi oturduğum sokakta yaşayanların ezici çoğunluğunun sokağa ismini veren zâtın kimliğinden habersiz olduklarını, inatçı anketim sonucu farkettiğimi dile getirmiştim. Halbuki bu “Nerede (oturu)yaşıyorsam dünyanın merkezi orası” sözünde büyüklenmeden eser yok: Düzayak bir durum saptaması bu; ben buradaysam başka bir yerde/yeri olamaz merkezin; her canlı için -ama servi ama kirpi- geçerli konum tanımı bana kalırsa; insan açısından haydi haydi. Böyle bir sokak isminden yola çıkarak Teşvikiye’deki Hacı Emin Efendi Sokak’ın arkasındaki hikayenin peşine düştüm.
Bir musikî adamı Emin Efendi… 1845’de Beylerbeyi’nde doğmuş, 1907’de ölmüş. Hem besteci, hem nota yayıncısı olarak bir yeri var kültür tarihimizde. Nota Muallimi kitabını 1885’te yayımlamış (Bu konuda, Merih Erol’un -Cem Behar destekli- Müteferrika’nın 23. sayısında çıkan makalesinden ayrıntılı bilgi elde edilebilir; 2003). Emin Efendi, Guatelli Paşa’dan el almış (ikisinin de nerede gömülü olduklarını henüz öğrenemedim). Taşbaskısı matbaası kurmuş. Servet-i Fünûn’da şairlerden şikâyetçi olduğu yazısı 16 Ağustos 1895 sayısında (9. Cilt/231) çıkmış; varolsun Emin Nedret İşli metnin çevrimyazısını oyalanmadan yaptı ve gönderdi, ekte geniş bir parçayı sunuyorum.
Emin Efendi, sanatlararası bir diyalog arayışında, hayli modernist bir yaklaşım içinde. Gel gör ki, şairler pek anlamamış hâlisane niyetini, giderek küt kafalılara özgü bir baştan savmacılıkları sözkonusu olmuş -aynı dönemde Satie ve Picasso ve Cocteau yanyana ne işler çeviriyorlardı oysa.
Emin Nedret, “köftehor yalıdan ahkâm kesip sağa sola esiyor” yorumuyla göndermiş adaşının makalesini. Evet biraz bindirme var işin içinde, ama olacak o kadar. Gönül Paçacı’nın Osmanlı Müziğini Okumak (Neşriyat-ı Musikî) eserine (Kültür-Turizm Bakanlığı yayını) dikkatimi de Nedret çekti. Oradan, Ahmet Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat’ın iki ayrı sayısında (2603-2718 no’lar) bir Hacı Emin Efendi biyografisi yayımladığını öğrendim. Nefis nota tıpkıbasımlarına yer vermiş Paçacı; matbaası Fincancılar Yokuşu’nda Rıza Han’daymış.
Hacı Emin Efendi’nin ismi sokağa ne zaman verildi? 1934 İstanbul rehberine bakarak, 1927’den başlayarak sokak isimleri konusuna el attığı için Osman Nuri Bey’i göstermek yanıltıcı olabilir. Jacques Pervititch’in (nerede gömülü olduğunu biliyorum o eski Saint-Joseph’linin: Feriköy Latin Mezarlığı’nda aile kabri hemşerimizin) 1924 tarihli (ve 5 no’lu) Nişantaşı kadastro planı, sokağın isminin bu sigorta çizimlerinin yapıldığı sırada aynı olduğunu gösteriyor. İşin ilginci Orhan Ersek sokağı Gülistan sokak, Şakayık ise Çınar Sokağı adıyla geçmiş kayıtlara.
Besteci ve nota yayıncısı
Teşvikiye’de bir sokakta ölümsüzleşen Hacı Emin Efendi, besteciliğinin yanında müzik neşriyatı için de çok önemli bir isimdi.
Pervititch paftaları başka canalıcı bilgiler de içerir. Abdülhamid’in oğluna ait bir konak da bu sokakta. İntihar eden veliaht Yusuf İzzeddin’in konağı iki sokak aşağıda görünüyor. Teşvikiye Caddesi’ne çıkınca zaten Abdülhamid’e, Sait Paşa’ya, Şadiye Sultan’a ait konaklar ve köşkler sıralanıyor.
Hacı Emin Efendi Sokağı’nın tarihsel boşluklarına irili ufaklı huzmeler düşürüyor Pervititch’in notları. Sonraki dönemde Fethi Gemuhluoğlu’nun ömrünün son yıllarını sokağın Vali Konağı Caddesi’ne yakın kesitinde yaşadığı biliniyor; 2017 sonunda, Nabi Avcı öncülüğünde bir heyet plaket koymuştu evin cephe duvarına.
Sakallı Celâl’in yaşamöyküsünde Orhan Karaveli, öldüğü gece Hacı Emin Efendi Sokak’ta bir dost evine davetli olduğunu yazar: İcabet etmemesi üzerine ertesi sabah yoklamaya gidilmiş, durum anlaşılmış. Esra Ermert, bir duyuru haberini gönderdi, cumhuriyetin ilk yıllarından: Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği adına, Ankara’dan açılacak bir sergiye katılmak isteyen sanatkarların eserlerini “Nisanın 23üncü ve 24üncü günleri saat 4’den 9’a kadar Nişantaş Hacı Emin Sokağı’nda 6 numaraya getirmeleri rica olunur. Tramvay istasyonu: Teşvikiye Karakolu”. Kaynağı(mı) anımsayamıyorum; yanlış kalmadıysa aklımda, bu adres Muhittin Sebati’ye ait olmalı -malûm Birliğin ilk “reis”i oydu.
Hacı Emin Efendi Sokağı ile ilgili, yakın dönemine ilişkin nefis bir “portre denemesi”ni Ülkü Tamer kaleme almıştı kolektif bir kitap çalışması için. Tanıdığı herkesten -başta isimleriyle cisimleriyle kediler- bahseden Ülkü, aynı denemede “Sokak kedisi olsam Hacı Emin’de yaşamak isterdim” demişti. Hem de nasıl doğru: Hepsi cins kedi sanır kendini, öylesine şımartılırlar.
Hacı Emin Efendi ve şairlerden şikâyeti
Bu nüshamızda bir zatın resmini görüyorsunuz: Notacı Emin Efendi. Bir musikişinas için elzem olan uzvu şimdi haiz-i kuvvet değil. Lakin sanayi-i nefiseden madud bulunan musiki cebhesinde nur-ı zekâ pertevbâr olan o zatın dimağına tekmil-i (…) ve nikatile-i menkuş o dimağda ihtisasat-ı musikiyeye mahsus olan hücrelerin fevkalade kuvvet-i izhârı bu kuvvete müftekir bulunan irfan-ı musiki-şinâsanesiyle müsbit. Bu zât fıtraten bir sanatkârdır. Asarını gösterelim mi?
Musikiden asla behresi bulunmayanlar bile lisan-ı musiki ile bedayi-i tabiiyeye ve ahval-i aleme dair tanzim ettikleri neşidelerinin hayranı kalırlar. Bir vaziyyet-i nefiseden maksad nedir? Tabiiatın en şirin, en dilpezir nüktelerini fark etmek bunu adi gözlerle değil kalb gözüyle yani ihtisasât-ı dimağiyye ile temyiz eylemek ve tabiâttan iktibâs eylediği bu levhaları, bu tasvirleri pertev-i zekâ ile şûle-bâr ederek göstermek değil mi?
Bir ressamın mahareti neden ibaret bir şairin kudreti neye müftekir? Biri bedâyii tabiaatı nazar-ı deha ile görüyor. En dakik, en nazik, en âli, en müzeyyen cihetlerini fark ediyor. Bu farkları keşf ettiği bedayiaları levha-i dimağına aldıkdan ve bunu ecza-yı irfanıyla (develope) ettikden sonra bir biz parçası üzerine bir kaç süfli boyanın yardımıyla aks ettirmek değil mi?
Şairin de bundan farkı yok o da levha-i fikr ve tasavvurunda bedayi-i tabiatı resm ediyor. Ancak bunları bir meşmua yerine bir kağıd-pâreye, boya ve fırçanın yardımıyla değil hokka kalemin muavenet-i adiyesiyle aks ettiriyor. Ressam ile şair böyledir. Yahud Hacı Emin Efendi böyle anlıyor.
Bu zât musiki-şinası da bu haslette ve bu meziyette görüyor ve ihtisasatını ve ihtisasatının inikâsâtı olan asarını böyle vücuda getirdiğini söylüyor.
- Balıkçı havasını nasıl yaptın? diye bana sorun diyor.
Sorduk, dedi ki:
Yalımda pencerenin kenarında olta ile balık tutan bir gencin hareketine iki eliyle gah oltasını salıvermesine gah deniz dibinde idame-i hayatı için lokma arayarak gezen balığın dane-i cüdasına düşüp düşmemesini dikkat etmesine kezalik balığını az tutan diğer bir ihtiyar ile eğlenmesine mütehayyırane bakıyordum. Bütün hissiyatım bu levha-i tabiiye üzerinde müctemi’ oldu. O anda benim sevdazadem o idi. Balıkçının kol kaldırmasına balık tutulduğunu hiss edince oltayı bir hareket-i raksiye icra ederek çekmesine, simasında bir beşaşet göstermesine şübhesiz bir sada-yı meserret ezhar eylemesine, arkadaşına “aman bak benimki Lüfer!” demesine ben meczub ve meftun kalmış idim. Bu levha her noktasıyla, her hareketiyle belki bir ressam için tablo, bir şair için bir şiirdir. Lakin benim için bir musikidir. Balıkçının her tavrı, simasının her tebdil-i meserretkâranesi, elinin her hareket-i ihtizaziyesi bir ahenktir. Bu ahenk benim bilmem yüreğime mi, beynime mi nereme tesir ediyor. O temaşada sanıyorum ki bir güzel ve hiç tanımadığım bir hava dimağımda tanin-endâz oluyor. Vecde geliyor. Vaktiyle eski Yunan itikadına göre bilmem hangi ilahın başından bir peri doğmuş. Yeri değil ama bir musiki parçası kuvve-i tevlidiyesi benim dimağımda da var hissediyorum… O vecd ve istiğrak içinde lisanımda bir hava terennüm ediyor. Zihnimi böylece ahenkdâr olduğu halde beş çizgili kağıd üzerine işaretler koyuyorum… İşte benim balıkçı güzeline! Parmakları arasında oltasını nasıl tutuyor. Balığı tutu… nasıl kahkaha koparıyor… işte çekiyor… fa ra mi mi… fa ra do do.
Emin Efendi sözü unuttu. Teralalaya başladı. Lakin ona sorun: en beliğ bir lisanile en ziyade feshâtle söz söylüyor. Kendini mütessir eden levha-i nefiseyi ta’rif için bizim huruf ve kelimâtımızdaki belağata vâkıf değil. Anın lisan-ı belağatı odur.
Emin Efendi balıkçısından harman savuran ihtiyarına etrafında dolaşan çocuklarına geçti. O bizim anladığımız ve şuraya yalan yanlış kayd ettiğimiz lisanı hatırlamıyordu. Onun teralalasında harmancıyı, seyirciyi anlamağa vabeste.
Vay anlamadınız mı? Bakın bu marşı nasıl yapdım? Birgün harmanı seyr ediyordum. Harmancının döğeni savurması, beygirlerin dönmesi, samanların kalkıp inmesi, arada bir çocuğun kahkahası. Bir saman çöpü çekmesi. İhtiyar harmancının hayvanları şevke getirmek için haykırması, İşte şu manzara yavaş yavaş bir bizim tarba tahvil etti. Ne hikmet ne his! Şu hareket ve ihtizazatın her biri bir suretle ahenkdâr, her biri nokta, her nükte asla falso etmeden demdeme-sâz oluyor. Ben bir levha-i tabiiyye seyr etmiyorum. En mükemmel bandoların çaldığı havalardan başka bir lezzette harikulade bir san’at da bir musiki-i tabiiye dinliyorum. Ben de bu ahenke katıldım. Bu ahenk ben oldum. İstedim ki bu lezzeti gaib etmeyeyim. İşte zabt ettim. İşte şu uçları sivri beş çizgi ki arasına sıkışmış pirinç kadar siyah yuvarlaklar yok mu? Bunlar odur!
Bu ihtisasât-ı musiki şinasâne add olunabilir mi? Musiki üstadânı ta’yin etsinler lakin bizce bir dehâyı gösterir. Bir istidâd-ı san’atkâranedir. Teslim ederiz.
Eğer Emin Efendi’nin kendi musiki parçaları hakkında verdiği malumat sırf bundan ibaret olsa zatına aid bir keyfiyet olur. Lakin böyle değil. İstemiyor ki havayı yalnız çalsın. Hisde ve meslekte bir şairle arasında çok fark görmediğini için olmalı bir şairin de kendine refakatini arzu ediyor. Bu bedia-i tabiiyyeyi ben kendi lisanımla tasvir ediyorum. O da kendi lisanıyla söylesin. Çifte sazla bir ahenk yapalım diyor.
– Yazık değil mi! Benim balıkçı ile harmancı vesaire işte böyle yapayalnız kaldı. Şairlerimizden bildiklerime gittim. Yalvardım. Hatta o levhaları benimle beraber temaşa edenlerden bile tenezzülen refakat istedim. Bir ikisi benimle birkaç adım geldiler ama durdular. Hem ahenk de olamadık. Ben anlamam lakin balıkçının halinin şöyle böyle ile tasvir edilmesi hissime ve benim ahengime muvafık düşmedi.
Ben yazdım ahenğe koydum. Balıkçı arkadaşına karşı mütefahir saydıyla mesrur.
Her bediâ-i tabiat, her şirin hareket benim ahenğin musikime uyar da niçün şairlerimizin (failâtün failâtün) ne uymuyor diye üzülüyorum.
Şairlerimiz bir çok şarkı güftesi yaptılar. Ben besteledim. Canım onların dediğine geliyorum. Ne lur birazda onlar benim zemzememe uysunlar!
Şairlerimiz Emin Efendi’ye ne derler?
Notacı Hacı Emin Efendi
Hacı Emin Efendi 1261 sene-i Hicriyesi şevvalinin 20inci günü İstanbul’da Beylerbeyi’nde Buhurdancı Hacı Yusuf Efendi merhumun sulbünden tevellüd etmiştir.
Mekâtib-i ibtidaiyye’de tahsil eyledikten sonra 1271 senesinde Muzika-i Hümâyun’a dahil olmuş, 1279’da Hicaz’a azimet eylemiş 1281’den 1292’ye kadar tecaretle dehi tevagil eyledikten sonra işbu senede alaturka musikiye merak eylemiştir. Alaturka musikiye merakını müteakib Emin Efendi o zamana kadar mevcud olmayan bir şeyi yani alaturka nağamatı nota ile ifadeyi arzu ederek evvela bir arkadaşından on fasıl nota yazmasını rica etmiş. O zat ise buna mukabil tamam ikiyüz lira istediği cihetle Emin Efendi fasılları nota ile yazmağa bizzat çalışarak şimdi görülen muvaffakiyeti hâsıl etmiştir. İşte şu iştigal sebebiyle 1290 da bir taş matbaası küşad eylemiştir ve 1294 senesinde Matbaa-i Osmaniye’nin küşad ve tesisine şerik olarak çalışmış bilahare 1297 senesinde Matbaa-i Osmaniye’den müşareketi Kat’ı eyleyerek o zamandan beri notacılık da devam etmişdir ki şu devam ve gayretin semeresi olarak meydana dört yüze karib matbu nota getirmiştir.