En temel gündelik faaliyetlerimiz, zeminin ayaklarımızın altında sabit kalacağı varsayımına dayanır. Bunun olmadığı her durum korku, panik ve güvensizlik sebebidir. Ancak bir güç mücadelesinin, savaşın, çatışma ve kutuplaşmaların olduğu durumlarda yaşanan depremler, geniş kapsamlı ve kalıcı değişimleri de beraberinde getirmiştir. Anadolu’da ve dünyada, tarihin akış yönünü değiştiren sarsıntılar.
Charles Darwin, Şili’de 20 Şubat 1835’te kenti haritadan silen Concepcion depremi üzerine “Şiddetli bir deprem bilinen en köklü zihinsel çağrışımları bir anda yok eder; kaya gibi bir sağlamlığın simgesi yeryüzü, su üzerindeki bir kabuk gibi kayar ayaklarımızın altından; bir saniyelik bir zaman, zihinde saatler süren derin düşünmenin üretemeyeceği, güçlü bir güvensizlik duygusu yaratmıştır” demişti.
Gerçekten de en temel gündelik faaliyetlerimiz, zeminin ayaklarımızın altında sabit kalacağı varsayımına dayanır. Bunun ortadan kalktığı her durum, haklı olarak korku, panik ve güvensizlik sebebidir. Ancak tarih bir yandan da, deprem gibi doğal afetlerin yarattığı korkunun kısa süreli olduğunu bize gösterir.
Yıkımın boyutu ve neden olduğu trajedi ne kadar büyük olursa olsun, felaketin dehşeti hafızalardan silinir; kentler yeniden inşa edilir; kayıplar zamanla yerine konur. İnsan evlatlarının öncelik sıralamasında deprem ihtimaline karşı hazırlık yapmak, giderek savaşların, ekmek derdinin, boşanmaların ve tatil planlarının arkasına itilir. Sanki biz bunlarla meşgulken felaket bizi bekleyecekmiş gibi yaşarız… Ancak depremler insanlık durumunu dikkate almaz; bize özel bir zamanlamayla hareket etmez ve en nihayetinde yeniden kapımızı çalar, kapımızı kırar.
Kimi tarihçiler uzun tarih çizgisine baktıklarında, doğal afetlerin toplum üzerinde pek az kalıcı etkisi olduğunu, kısa bir fasıladan sonra hayatın yeniden devam ettiğini düşünür. Siyasi ve ekonomik olarak istikrarlı bir toplumda, doğal afetlerin etkileri pekala geçici olabilir. Ancak bir güç mücadelesinin, savaşın, çatışma ve kutuplaşmaların olduğu durumlarda ani bir deprem, geniş kapsamlı ve kalıcı değişimleri de beraberinde getirebilir ya da en azından böyle yorumlanabilir. Örneğin kutsal kitaplarda rastlanan pek çok hikayede, Tanrı’nın yeryüzünü sallayarak bir orduya ya da diğerine yardım ettiği, günahkarları cezalandırdığı ya da iyileri zafere ulaştırdığı anlatılır. Bu örneklerde depremler, gerçekten tarihin akışını değiştirmiş midir, yoksa ne savaşların ne de depremlerin eksik olduğu coğrafyalarda onları çakıştıran salt tesadüf müdür? 3 büyük dinin kutsal kitaplarında da bu tür hikayelere rastlanması, depremlerin en azından bir dereceye kadar toplumu şekillendirdiğinin kanıtıdır.
Bunlardan yalnızca geçmişe değil, geleceğe de ışık tutan dersler çıkarmak bize düşer.
ANTIOCH (ANTAKYA-115)
Büyüklük: 7.5 / Can kaybı: 260.000
Tanrıların ve Roma’nın gazabı: Piskopos suçlandı, aslanlara atıldı
Roma İmparatorluğu’nun en ihtişamlı merkezlerinden, Doğu ile Batı arasındaki ticaret yolları üzerinde bulunan Antioch ya da bugün bilinen ismiyle Antakya’da 13 Aralık 115’te yaşanan 7.5 büyüklüğündeki deprem kenti yerlebir etti. Felakette, civar coğrafyalarla birlikte 260 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Petrol lambalarıyla aydınlatılan geniş caddeleri, mermer sütunları, süslü hamamları, amfitiyatrolarıyla ünlü olmasının yanında Hıristiyan isminin de ilk kez kullanıldığı bu şehir, neredeyse İmparator Trajanus ile halefi İmparatoru Hadrianus’a da mezar olacaktı. Trajanus, depremi Roma Tanrılarının Hıristiyanlara öfkesine bağlamış; Antakya piskoposunu Roma’ya götürerek vahşi hayvanların önüne attırmıştı. Kendisinin başlattığı ve halefi Hadrianus’un devam ettirdiği çalışmalarla kent yeniden toparlanacaktı.
ANTIOCH (ANTAKYA-526)
Büyüklük: 7.0 / Can kaybı: 250.000
Çok alametler belirdi kentin kötü talihi değişmedi
Antakya sokakları 29 Mayıs 526’da her zamankinden de canlıydı. Binlerce kişi bir sonraki gün kutlanacak olan Göğe Yükseliş Bayramı için şehre akın etmişti. Procopius’a göre, akşam saat 18.00’de “tüm şehri sarsan şiddetli bir deprem” oldu. 7 büyüklüğündeki ilk şoku bir artçı sarsıntı dalgası izledi, ardından yangınlar başladı. Tarihçi John Malalas, “Alevler sanki Tanrı’dan her şeyi yok etmek için bir emir almış gibiydi” diye anlatır o günü. Geride ne bir ev ne bir kilise kalmıştı. Büyük katedral de 5 gün boyunca “Tanrı’nın gazabı”na karşı durduktan sonra alev alarak yere yıkılmıştı. 250.000 kişi enkaz altında kalarak, yanarak ya da açlıktan ölmüştü.
Geride kalanlar da ölüleri soyan, karşı çıkmaya cesaret eden herkesi öldüren haydutların kurbanı olmuştu. En kötü şöhretli hırsızın, felaketi takip eden günlerde kölelerini kullanarak bir servet biriktiren bir hükümet yetkilisi olduğu söyleniyordu. Adamın bir anda yere yığılarak öldüğü söylentisi yayılmıştı. Ayrıca depremden 3 gün sonra gökyüzünde kutsal bir haç görüldüğü gibi bir dizi mucize de dilden dile dolaşıyordu.
Ancak bu “mucizeler”in hiçbiri Antakya’nın yerlebir olduğu gerçeğini değiştirmedi. İmparator Büyük Justinyen daha sonra büyük bir bağış ve yeniden inşa çalışması başlattı; hatta kentin adını “Tanrı’nın şehri” anlamına gelen Theopolis olarak değiştirmeyi denedi; ancak talihsizlikler devam etti. Kent iki yıl sonra 5 bin kişinin daha ölümüne neden olan bir başka depremin de aralarında yer aldığı artçı sarsıntılarla yıkıldı; 540’ta Persler tarafından yağmalandı. İki yıl sonra bir veba salgını ve dört depremin ardından 636’da Araplar tarafından fethedildi. Antik kentin gerçek ihtişamı, 1930’larda arkeologların keşifleriyle ortaya çıkacaktı.
MARAŞ (1114)
Büyüklük: 7.4 / Can kaybı: 40.000
Hıristiyanlar şehvete kapıldı, bu yüzden gazaba uğradılar!
Büyük bir deprem, 29 Kasım 1114’te, hac yortusunda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu sarstı. O sırada bölge, 1. Haçlı Seferi’yle gelip yerleşmiş Haçlılar ve yerel Hıristiyan halklarla Müslümanlar arasında çekişmelerin yaşandığı bir coğrafyaydı. “Biz mahluklar, Tanrı’nın gazabına uğradık” diye yazar Urfalı Mateos (öl. 1136?). “Derin bir uykuya daldığımız sırada aniden müthiş bir gürültü koptu ve bütün dünya sarsıldı…” Sonra devam eder: “O gece Frankların (Haçlıların) elindeki birçok şehir harap olurken Müslümanlara ait yerlerde hiçbir zarar olmadı. Samsat, Hısnımansur, Keysun, Raban ve Maraş şehirleri harap oldu. Maraş’ın akibeti o kadar feci olmuştu ki 40 bin insan telef oldu”. Urfalı Mateos, depremi Hıristiyanların işledikleri günahlara bağlamıştı; onlar cismani şehvete kapılmış, kutsal kitaplardaki uyarılara kulak asmamış, Tufan’dan önceki çılgınlığa dönmüş ve bu nedenle yok edilmişlerdi.
HALEP (1138)
Büyüklük: 7.1 / Can kaybı: 230.000
Halep kaosa sürüklendi, ticaret el değiştirdi
Tarihin en ölümcül depremlerinden biri olarak kaydedilen 1138 Halep Depremi, 11 Ekim’de yaşanmış; 230 bin kişi hayatını kaybetmişti. Bu deprem, güneye doğru seyrederek 10 yıllar sürecek çok şiddetli bir deprem serisinin de ilkini oluşturmuştu. 15. yüzyılda İbn Tağrıberdî tarafından verilen 230 bin can kaybı, büyük olasılıkla Kasım 1137’de El Cezire Ovası ve Eylül 1139’da Gence’de yaşanan depremlerde kaydedilen ölümlerin toplamıydı. Kent enkaza dönüşürken surların kuleleri yıkılmış, halk çöle sığınmıştı. Siyasi çatışmalar, işgal ve kuşatmalardan ötürü zaten istikrarsız olan bölge, bu depremle çok daha büyük bir kaos içerisine sürüklendi. Yüzde 60’ı yıkılan kentin yeniden imarı çok pahalıya mâlolmuş, kesilen gelirler nedeniyle çok uzun sürmüştü. Daha önce Afrika ve Asya’dan Avrupa’ya uzanan ticaret yollarının kesişiminde olduğu için zenginliğiyle bilinen Halep’te ticarete ara verilmiş; sonunda 4. Haçlı Seferi sırasında Kostantiniyye’nin yağmalanması; Venedik, Cenova gibi şehir devletlerinin ticaret sahnesine girmesinin nedenlerinden biri olmuştu.
GELİBOLU (1354)
Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: ?
‘Allah’ın iradesi kaleyi Türklere verdi’
14. yüzyılın ilk yarısı, Bizans’ın Anadolu’da Türkler, Balkanlar’da da Sırplar karşısında sürekli gerilediği bir dönemdi. Devletlerinin çökmekte olduğu bilinci zihinlerinde o kadar yer etmişti ki bunun nedenleri üzerine yazılanlar başlı başına bir literatür oluşturmuştu. Bu literatürde Ortaçağ zihniyetinin hâkim öğesi din başroldeydi. Çöküş, Tanrı’nın gazabı olarak görülüyor; bunun nedeninin de Bizans’ın türlü çeşitli günahları olduğu vurgulanıyordu. Gelibolu’nun 1354’te Osmanlıların eline geçmesi, bu açıklamaya güç kattı. Gelibolu yarımadasındaki Çimpe Kalesi’ni o sene fethetmişler, Gelibolu kalesini de kuşatmışlardı; ancak Gelibolu çetin ceviz çıkmış, direnmişti. 1-2 Mart 1354 gecesi büyük bir deprem oldu ve kalenin duvarları çöktü. Bunun üzerine Türkler Gelibolu’yu ele geçirdiler. Hadise, 1391 tarihli bir Bizans vekayinâmesinde şöyle tanımlandı: “Gelibolu’nun ve ötesindeki şehirlerin duvarları bile çöküyor ve bunlar Türklerin eline geçiyorsa, hangi günahların sonucuyla karşılaşıldığını artık Tanrı bilir”. Türklerin da bu hadiseyi yorumlamaları farklı değildi. 6. İoannis Kantakuzenos, Bizans tahtını ele geçirdikten sonra müttefiki Osmanlıları da Gelibolu Yarımadası’ndan çıkarmak istemiş; Orhan Gazi, Çimpe’yi 10 bin altın karşılığında geri vermeyi kabul etmiş; ama Gelibolu’dan vazgeçmemişti: Zira Gelibolu’yu kendisine “Allah vermişti”.
İZMİR (1688)
Büyüklük: 7.5 Can kaybı: 260.000
İzmir, 1688’de, 7.0 büyüklüğündeki bu depremle büyük ölçüde harap olmuş; 16 bin insanın hayatını kaybettiği felakette kıyı 60 cm. çökmüş; körfezde tsunami, ticari merkezde yangın yaşanmıştı. Avrupalı tüccarların büyük kısmı kenti terketmiş, kale yıkılmıştı. 18. yüzyıl başındaki bir gezgin, depremdeki zarara büyük oranda evlerin taştan yapılmasının neden olduğunu; depremden sonra taşın çoğunlukla sadece yapıların temelleri için kullanıldığını; gerisinin ahşap karkas ve tuğladan yapıldığını; bu sayede sonraki depremlerin az hasarla atlatıldığını yazacaktı.
BURSA (1855)
Büyüklük: 7.5 / Can kaybı: 300
‘Artık ecnebilerden utanır olduk’
Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde 28 Şubat 1855’te meydana gelen 7.5 şiddetindeki depremden şehrin tamamı ve komşu kentler etkilenmişti. Depremde en az 300 kişi ölmüş, hemen ardından başlayıp Bursa’nın birçok mahallesine yayılan yangınla can kaybı yükselmişti.
Dönemin resmî devlet tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, depremin ardından başkent İstanbul’da yaşananları önemli eseri Tezâkir’de şöyle anlatıyor:
“Bursa’nın ahvalini tahkik için bir memur gönderilemedi. Çünki biz Rusya muharebesiyle ve daha doğrusu Mehmet Ali Paşa tarafından Sarraf Mıgırdıç’a verilmiş senedlerin tatbik mührü meselesiyle meşgul idik… Bursa’daki halk ise can ve başları kaygısına düşerek vaktiyle İstanbul’a kağıt yazamayıp dokuz gün sonra tahrirat-ı resmiyye gelebildi. Halbuki İngilizler Bursa ahalisine yardım için derhal iki gemi ekmek ile bir hayli akçe göndermiş olduklarını on gün sonra Bursa vücuhundan Dersaadet’e gelen Tahir Ağa maâ-tessüf haber verdi. Artık ecnebilerden utanır olduk… Biz ne vakit gaflet uykusundan uyanacağız? Rusya muharebelerinde atılan topların sadaları bizi utandırmadı. Acaba Bursa’nın kudret topları da uyandırmayacak mı? Hayır. Cenab-ı Hak bizleri ikaz ve ıslah eyleye”.
Şubat depreminden 1.5 ay sonra, Bursa 7 şiddetinde ikinci bir depremle sarsıldı. Bu kez asıl yıkım Mudanya-Gemlik civarında olmuş, ilk depremde ayakta kalan ama yıpranan binalar da çökünce en az 1300 kişi hayatını kaybetmişti.
Murat Toklucu
ERZİNCAN (1939)
Büyüklük: 7.8 / Can kaybı: 32.968
İletişim koptu aşırı soğuk vurdu
Erzincan şehri 26/27 Aralık (Birincikanun) 1939 gecesi saat 01.57’de cumhuriyet tarihinin en ölümcül depremlerinden biriyle sarsıldı. Kandilli Rasathanesi Müdürü M. Fatin Gökmen, 50 saniye süren deprem hakkında yaptığı ilk açıklamada “Beş seneden beri kullandığımız sismograf aleti, bugüne kadar memleketimiz dahilinde bu kadar şiddetli bir zelzele kaydetmiş değildir” diyordu. Üstelik kar ve korkunç bir soğuk vardı. Kış şartlarında dış dünyayla bağlantısı kesilen Erzincan’da tam anlamıyla bir can pazarı yaşanmış, iletişim ağlarının kopmasıyla yardımların ulaştırılması gecikmişti. Bazı bölgelerde barınma sorunu günlerce çözülememişti. Memleketin ekonomik zorluklarının ve 2. Dünya Savaşı kaynaklı askerî ve siyasi risklerin eşiğinde durması da durumu güçleştirmişti.
Bununla birlikte deprem haberi Ankara’da duyulunca ilgili Bakanlıklar ve müfettişlikler harekete geçerek alınacak tedbirleri deprem bölgesindeki görevlilere iletecek; Meclis toplanarak acil ihtiyaçların karşılanması için yapılabilecekleri tespit edecek; Cumhurbaşkanı İsmet İnönü deprem bölgesine hareket edecekti. Basın da bölgeden muhabirlerin verdiği haberlerle kentin durumunu ve halkın tepkisini duyurmuştu. Meclis Başkanı başkanlığında kurulan Millî Yardım Komitesi’ne yapılan yardımlar Kızılay aracılığıyla deprem bölgesine gönderilmiş; yurtdışından da pek çok yardım bölgeye ilerleyen günlerde ulaştırılmıştı. İngiltere, Fransa ve Yunanistan başta olmak üzere yurtdışından ve komşu ülkelerden gönderilen yardımlar, diplomatik ilişkilerde de etkili olmuştu. Halkın yanısıra askerlerin, mahkumların, sağlık çalışanlarının, Diyanet İşleri’nin, milletvekillerinin ve üniversitelerin depremde yaptığı yardımlar da halkın hafızasında yer etmişti. Özellikle askerî birlikler güvenliğin sağlanması, arama kurtarma çalışmaları ve ekmek üretilmesi gibi konularda önemli görevler üstlenmişlerdi. Türkiye’de hem yasal çerçeve hem de deprem risk belirleme çalışmaları, bu felaketten sonra büyük ivme kazandı. Depremin en önemli etkilerinden biri, bugün İstanbul’un kapılarına dayanan ve enerji aktarımını tetikleyen deprem dizisini başlatmış olmasıydı.
GEREDE (1944)
Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: 3.959
Türkiye matem içinde binlerce kişi enkaz altında
Büyük bir deprem, 1 Şubat 1944’te sabah saat 06.23’de Gerede başta olmak üzere, Bolu’nun bütün ilçelerinde, Ankara’nın bir bölümünde, Zonguldak ve Çankırı’da şiddetli bir biçimde hissedilmişti. 7.2 büyüklüğünde depremin artçı sarsıntıları, haftalarca sürmüştü. BBC’nin Türkiye’de bulunan muhabiri Philips Yordan depremin boyutunu radyoda şu şekilde anlatıyordu: “Türkiye matem içindedir. Zelzele sahasında binlerce evladı enkaz altında kalmıştır. Cephelerde harbeden müttefikler bile, tabiatın göndermiş olduğu bu felaket yüzünden müttefikimizin 1 gün zarfında gömdüğü miktarda asker kaybetmemiştir”.
2. Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde, kış mevsiminin karla kapladığı bir bölgede yaşanan deprem, 4 bine yakın can kaybıyla birlikte çok ağır hasar da bırakmıştı. Yardımların ulaşmasında sıkıntılar yaşanmış; ancak ülke çapında düzenlenen destek faaliyetleri çalışmalara ciddi katkı sağlamıştı. Gerede ve hemen öncesinde yaşanan depremler, mevzuat açısından da bir kırılma oluşturmuştu. Gerede’den birkaç ay sonra deprem riskinin belirlenmesi ve yapılaşmanın denetlenmesine dair ilk yasal düzenleme hazırlanmıştı. Ertesi yıl ise ilk resmî “yersarsıntıları bölgeleri haritası” oluşturuldu.
VARTO (1966)
Büyüklük: 6.9 / Can kaybı: 2.394
Evlerini göremeden bu hayattan gidenler
Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu fay hatlarının kesiştiği bölgede yer alan Muş’un Varto ilçesi, 1966’da iki deprem yaşadı. 5.6 büyüklüğündeki ilk deprem 7 Mart’ta 14 kişinin ölümüne neden olurken, asıl felaket 19 Ağustos’ta kapıda bekliyordu. 6.9 büyüklüğündeki bu depremde 2.394 kişi hayatını kaybetti, neredeyse tüm yapılar harap oldu. Sonraki dönemde Varto, dışarıya çok ciddi göç verdi. Deprem, 10 yıllar sürecek konut inşatı probleminin de başlangıcını oluşturdu. Afet konutlarının yapımına ancak 1985’te başlanabildi. İnşaatlar o kadar uzun sürdü ki çok sayıda hak sahibi daha sıra kendilerine gelemeden hayatını kaybetti. 2009’da dahi sıralarını bekleyen 1.500 depremzede bulunuyordu.
ŞAMUHA (MÖ 13. YÜZYIL)
Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: 3.959
Taht kavgası çıktı, Tanrılar surları yıktı
Hititlerin başkenti Hattuşa’da (Boğazköy) bulunan bir tablette, kral 3. Hattuşili’nin (MÖ 1267-1237) taht kavgasına tutuştuğu yeğeni Urhi-Teşup’u ele geçirmek istediği anlatılır. Kral, yeğeninin bulunduğu kutsal kent Şamuha’yı kuşatır. Kente girdiği anda Tanrılar surları yıkar. Olay gerçekte bir depremi anlatmaktadır. Şamuha’nın, Sivas-Yıldızeli yakınlarındaki Kayalıpınar Höyüğü olduğu arkeolojik çalışmalarla anlaşılmıştır.
SPARTA (MÖ 464)
Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: 20.000
Yıkıntılar içinde köleleri bastırmak
Depremle savaşın aynı zamana denk geldiği en erken örneklerden biri, Peloponez Savaşı’nın yazarı ünlü Yunan tarihçi Thucydides (MÖ 4. yüzyıl) tarafından kayda alınmıştı. Bu kayıtta, Spartalıların (Atina’nın bilgisi dışında) Attika’yı işgal eden Thasoslulara yardım sözü verdikten sonra Sparta ve çevresini harap eden korkunç bir depremin sözlerini tutmalarını nasıl engellediği anlatılır. Bu sırada Sparta’nın egemenliği altındaki Lakonya ve Messinya bölgelerindeki halkın çoğunluğunu, özgür olmayan Helotlar oluşturmaktadır. MÖ 464’teki büyük depreme işaret ettiği düşünülen bu sarsıntının ardından Sparta’nın yarısının yıkılmış olmasını, çok sayıda Spartalının da ölmüş olmasını fırsat bilen Helotlar ve Messinyalılar ayaklanır, ortak bir savaş başlatırlar.
Plutharkos’un anlattığına göre: “Sparta’da Kral Arkhidamos’un zamanına denk gelen depremde kent karışıklık içine düştü. Arkhidamos, böyle bir durumda asıl korkulacak şeyin ne olduğunun hemen farkına vararak, sanki düşman kentin kapılarına dayanmışçasına tehlike işaretini verdi ve yurttaşlarının vakit yitirmeden silahlı olarak yanına koşmalarını istedi. İsyancılar, Spartalıların silahlı olduğunu ve savaş düzenine girdiğini görünce komşu kentlere çekildiler. Bu, 10 yıl sürecek 3. Messinya Savaşı’nın başlangıcı oldu”.
Bu deprem, Peloponez Savaşı sırasında meydana gelen tek deprem değildi. Bu afetler dolaylı olarak savaşın 27 yıl süren benzersiz uzunluğunda etkili olmuştu.
APAMEİA (MÖ 88)
Büyüklük: 6.9 Can kaybı: 2.394
İlahi işaret ve teslim
Pontus Kralı 6. Mithradates Eupator, MÖ 88’de Apameia’ya (Dinar) doğru yürüyüşe geçti. Kente yaklaştığı sırada şiddetli bir deprem meydana geldi. Bunu Tanrılar tarafından gönderilen bir işaret olarak kabul eden Apameialılar, Mithradates kente ulaştığında, hiç direnmeden kralın egemenliğini kabul ettiler. Strabon’un bildirdiğine göre Apameia’nın yeniden imarı için büyük bir miktar para (100 Talanta) bağışlandı.
LONDRA (1750)
Büyüklük: 2.6 / Can kaybı: 0
Sismolojinin başlaması ve kıyamet senaryoları
İngilte’nin başkenti Londra, 8 Şubat 1750 tarihinde, bugün sadece 2.6 büyüklüğünde olduğu tahmin edilen küçük bir depremle sarsıldı. Depremin hissedildiği bölge oldukça küçüktü, pek hasara da yolaçmamıştı. Leadenhall Caddesi’nde bir bacanın parçaları düşmüş, Thames Nehri’nin güneyindeki Southwark’ta bulunan saz damlı bir mezbaha çökmüştü. Londralılar henüz bilmiyorlardı ama, o yılın “Depremler Yılı” diye tarihe geçmesine neden olan ilk depremi yaşamışlardı. Yer sarsıntılarına pek alışık olmadıklarından fena hâlde huzursuz olmuşlardı.
Aslında Londra’nın sarsıldığı ne ilk ne son seferdi bu. 1580’de Manş Denizi’nin altında meydana gelen bir deprem, Dover’daki kayalıkların bir kısmını çökertmiş; Westminster Sarayı’nın çanları çalarken iki çocuğun ölümüne neden olmuş; sonradan da Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde anılmıştı. 1692’de bir başka deprem, kent sakinlerinin kendilerini sokağa atmasına neden olmuştu.
Ancak bu depremlerin anıları, 1750’de hatırlanamayacak kadar uzakta kalmıştı; sarsıntının deprem yüzünden olduğu başta kimsenin aklına bile gelmedi. Bir dinamit patlatılmış olabilirdi ya da belki de Isaac Newton’ın tahmini gerçekleşmiş, Jüpiter’in Dünya’ya yaklaşırken yaratacağı düşünülen sarsıntı hissedilmişti.
Londralılar iki-üç hafta bu gündemle meşgul olduktan sonra tam olayı unutmaya başlamışlardı ki 8 Mart günü saat 5.30’da ikinci bir şok yaşadılar. Bu deprem, bir öncekinden daha şiddetliydi; daha büyük bir alanda hissedilmişti. Whitechapel’da iki ev çökmüş, Westminster Abbey’in yeni kulelerindeki taşlar ve birkaç baca yıkılmıştı. Bir gün sonra bir artçı sarsıntı daha yaşandı.
Üçüncü depremin ardından ortada bir söylenti dolaşmaya başladı: Tam 4 hafta sonra bir deprem Londra’yı yutacaktı. Söylenti, daha sonra Londra’daki akıl hastanesi Bedlam’a gönderilecek olan bir asker tarafından başlatılmıştı.
Kıyamet günü
4 Nisan gelip çattığında, “kıyamet günü” bir şekilde ertesi güne sarkmış ve panik başgöstermişti. Sükunet çağrılarına rağmen bunu yapabilecek gücü olanlar (tahminen şehrin üçte biri) arabalarına binip taşraya akın ediyor; kadınlar bütün gece dışarıda otururken onları sıcak tutacak “deprem elbiseleri” dikiyor; insanlar kayıklarda yatıyordu. Kiliseden her zaman olduğu gibi felaketin sebebinin insanların günahları olduğuna dair sesler yükseliyor; bunun dünyanın sonunun yaklaştığına dair bir alamet olduğu söyleniyordu. Londra Piskoposu Thomas Sherlock’un yazdığı A Letter From the Lord Bishop of London, to the Clergy and People of London and Westminster; on Occasion of the Late Earthquakes kitabı, altı ayda 100.000’in üzerinde satmıştı. Sherlock herkesi tövbe etmeye çağırıyordu.
Bilindiği üzere Londra sonunda bir deprem tarafından yutulmadı. Ancak batıl inançlar ve hızla yayılan dedikodularla birlikte Londralıların sismik aktivitelere olan takıntıları da bu dönemde ayyuka çıktı. Öyle ki sismolojinin bir bilim dalı olarak ortaya çıkışı ne İngiltere’nin tarihindeki daha büyük depremlere ne de Japonya, Kaliforniya gibi deprem ülkelerine değil, zar-zor hissedilen minyatür sarsıntıların yaşandığı “Depremler Yılı” İngiltere’sine nasip oldu. O zamana kadar Aristo gibi eski Yunan filozoflarının teorilerinden öteye gidemeyen yerbilimi hakkında Royal Society’de yıl sonuna gelmeden 50 makale okunmuş; bunlar Philosophical Transactions’ın eki olarak yayımlanmıştı. 1760’da bu depremlerin üzerine 1755 Lizbon Depremi’nden öğrendiklerini de ekleyen John Michell’ın makaleleri, depremler hakkında ilk ciddi bilimsel çalışmalar oldu.
LİZBON (1755)
Büyüklük: 9.0 / Can kaybı: 100.000
Rousseau Voltaire’e devlet kiliseye karşı
Takvimler 1 Kasım 1755’i gösterirken, Portekiz’in Lizbon kentinde oturan 275 bin kişiden çoğu Azizler Yortusu’nu kutlamak üzere kiliselerde toplanmış, dualar etmeye, ilahiler söylemeye hazırlanıyordu. Saat 09.30’da yer zangır zangır titremeye başladı. 20’den fazla kilise ve katedral, ellerini göğe açmış insanların başına çöktü; yüksek tavanlardan düşen kemer ve tonozlar çok büyük bir felakete sebep oldu. Henüz depremin büyüklüğünü ve şiddetini belirlemek için kullanılan ölçüm metotlarının geliştirilmesine çok vardı; ama daha sonra yapılan analizlere göre jeologlar bu depremin 9 Richter ölçeğinde olduğu tahmininde bulunacaklardı.
Yıkılan kiliselerin enkazının altında olmayanlar, kendilerini Tagus Nehri üzerindeki limana atıp kentten kaçmaya çalıştı. Ne var ki sarsıntı sırasında deniz tabanının hareket etmesi bir tsunamiyi tetiklemiş; büyük dalgalar gürleyerek 5-6 metreye yükseldikten sonra yüzlerce insanı kıyılardan sürükleyerek içine çekmişti. Limandaki hafif yapıların tamamı yıkılmış, gemilerin çoğu parçalanarak batmıştı. Lizbon’un başına gelen felaket bununla da bitmemiş; depremde mumların, ocakların devrilmesiyle şehrin farklı noktalarında yüzlerce yangın başlamıştı. Takip eden 6 gün boyunca bu yangınlar, depremden kendini kurtaran her şeyi, sanat eserlerini, mimari yapıları, tarihî belgeleri yakıp kül etmişti. Yangınlar günler sonra söndüğünde, geride 100 bine yakın cansız insan bedeni kalmıştı.
Deprem sırasında Lizbon, Avrupa’nın ekonomik başkentlerinden biriydi; ticari, sanatsal, askerî ve finansal alanlarda özellikle güçlüydü. Roma Katolik Kilisesi ve Engizisyonu altında muazzam bir dinî nüfuza sahip olan şehir, yıkılmaz gibi görünüyordu. Halkı o dönemde tüm Avrupa’nın en varlıklı ve dindar kesimiydi. Aynı zamanda gelişen bir tekstil ticaretine, çok sayıda sanat koleksiyonuna, görkemli kilise ve katedrallerin de dahil olduğu kültürel hazinelere evsahipliği yapıyordu.
Ancak özellikle yıkılan kiliselerde o kadar çok insan ölmüştü ki “neden” diye sormamak imkansız hâle gelmişti. Neden Tanrı, iman edenlere böylesi dehşetli bir cezayı layık görmüştü? Neden böyle kutsal bir günü seçmişti ki bu kadar insan ibadet sırasında ölmüştü? Bu derece helak edilmeden önce gönderilebilecek ilahi uyarılar olamaz mıydı?
Deprem, uzun süre halkın hayalgücünü esir aldı; sayısız resim ve çizime konu oldu. Ardından başlayan tartışmalar köklü dinî, siyasi ve toplumsal dönüşümlere kapı açtı.
Dramın başrol oyuncularından Sebastião José de Carvalho e Mello, 1770’de Pombal Markisi oldu (tarihe de Pombal ismiyle geçti). Deprem sırasında Kral 1. José’nin Savaş ve Dışişleri Bakanlığı’nı yürütüyordu; depremden sonra kral onu fiilen diktatör ilan etti ve Pombal, duruma hâkim olarak felaketin toplumsal etkilerini ciddi ölçüde azalttı. İlk iş, hayatta kalanların beslenme sorununu çözdü; onlar için kamplar kurdu. Daha sonra şehirdeki 10 binlerce cansız bedeni kaldırmak için kolları sıvayarak salgın hastalıkların önünü aldı. Kardinal’in izniyle (ama yine de gizlilik içinde) ölü bedenlerin bir mavnaya yüklenip okyanus açıklarında batırılmasını emretti.
Şehrin acil ihtiyaçları karşılandıktan sonra sıra yeniden yapılanma planlarına gelmişti.
Pombal insanları vatandaşlık görevlerini yapmak için eyleme çağırırken, din adamları da itaat, kefaret ve dua tavsiyesinde
Gabriel Malagrida’nın bu dönemde bastırdığı bir broşür “Ey Lizbon, evlerimizi, saraylarımızı, kiliselerimizi yokedenin, senin iğrenç günahların olduğunu bil. Tüm gücünle tövbe et” diyordu. Laik devletle kilise arasında, deprem öncesinde de varolan gerilim giderek derinleşti. Bu gerilim Cizvitlerin Portekiz’den kovulmasıyla sonuçlanacak; Malagrida ise Engizisyon’a teslim edilerek idam edilecekti. Devlet, kilise karşısında ilk defa bu denli büyük zafer kazanmıştı. Batı’da modern siyasi dönemi başlatan dönüm noktalarından biriydi bu.
İyimserliğe darbe
Lizbon depreminin acımasızlığı, Leibniz ve Alexander Pope gibi düşünürlerin başını çektiği iyimserlik felsefesine de büyük bir darbe vurdu. Voltaire, 24 Kasım 1755’te banker M. Tronchin’e yazdığı mektupta trajedinin getirdiği matemin de etkisiyle iyimserliği taşa tuttu: “100 bin karıncanın, komşularımızın yuvalarında bir solukta ezildiği; yarısının kurtulmaları imkansız enkazların altında tarifsiz acılar içinde can verdiği; Avrupa’nın dörtbir yanındaki ailelerin dilenciliğe mahkum edildiği; sizin gibi yüzlerce İsviçreli tüccarın servetinin Lizbon’un yıkıntıları tarafından yutulduğu mümkün dünyaların en iyisinde, hareket yasalarının böylesine korkunç felaketlere nasıl yolaçtığını kavramakta zorlanacağız. İnsan hayatı ne berbat bir kumar! Vaizler ne diyecek -özellikle de Engizisyon Sarayı hâlâ ayaktaysa! O saygıdeğer papazların da tıpkı diğer insanlar gibi ezilmiş olduklarını düşünerek kendimi avutuyorum. Bu, insanlara birbirlerine zulmetmemeyi öğretmelidir; çünkü birkaç budala sofu, birkaç fanatiği yakarken yeryüzü yarılıp hepsini yutuyor”.
Voltaire bu mektubun ardından belki en kötümser eserlerinden olan “Lizbon felaketi üzerine şiir” ile de iyimserlerin argümanlarını alaya almaya, sözde “mümkün dünyaların en iyisi”ni yaratmış olan sevecen Tanrı imgesine itiraz etmeye devam etti: “Özgür ve adildir O, değil asla öfkeli / Böylesi adaletli bir efendinin emrinde, bu acı neden peki? / Budur işte ölümcül düğüm, çözülmesi gereken” diyor, “Acıları inkarınız, olur mu derde derman?” diye soruyordu. “Daha çok mu batmıştı ahlaksızlığa, şimdi yok olmuş Lizbon / Sefahat içinde yaşayan Londra’dan, Paris’ten? / Lizbon yerlebir şimdi, oysa Paris’te dans ediyorlar” yazmıştı. Ya çocuklar, onların ne günahı vardı?
Voltaire’in şiiri, Aydınlanma’nın diğer önemli figürü Rousseau’yu rahatsız etmişti. 18 Ağustos 1756’da Voltaire’e yazdığı mektupta şiirin “insana layık etkiler yaratmaması” nedeniyle şikayet ediyordu. Rousseau’ya göre Voltaire, Pope ve Leibniz’i kötülüğü küçümsemekle eleştirmiş, ama kendisi de kötülüklerin varlığını abartmıştı. Bu da insanlığa teselli yerine endişe veriyordu. Rousseau ayrıca kötülüğün kaynağını insandan başka bir yerde aramaya ve felaketleri ilahi referanslarla açıklamaya da karşı çıkmıştı. “Talihsizliğimizin çoğu bizim eserimizdir. Lizbon’da altı-yedi katlı 20 bin evi yanyana getirenin doğa olmadığını kabul edin. Eğer bu büyük kentin sakinleri daha dengeli bir şekilde dağılmış olsalardı, kayıplar daha az olur ya da belki de hiç olmazdı. İlk anda herkes kaçardı. Ama birçoğu inatla kaldı. Çünkü geride bırakmak zorunda kalacakları şey daha değerliydi. Bu felakette, kaç talihsiz insan kıyafetlerini, evraklarını ya da paralarını alma arzusuyla can verdi?” diyordu. Lizbon’da Tanrı ile doğanın düzeni insan hırsıyla çarpışmış ve tabii birincisi galip gelmişti.
Rousseau ile Voltaire arasında, bu mektubun da etkisiyle yükselen kişisel husumet bir yana, kamuoyunda iyimserliğin desteğinin sürmesi, birkaç yıl sonra Voltaire’i Candide adlı kara hicvini yazarak iyimserliğin tabutuna son çiviyi çakmaya yöneltti. Candide’in iyimser hocası Dr. Pangloss, “mümkün dünyaların en iyisinde yaşadığımız” argümanınına rağmen linçle öldürülüyordu. Voltaire, kötülüğün ilahi nedenlerle gerekçelendirilmesinin insanlara bir teselli sunabileceğini ama zorbalık ve bağnazlık için de kullanılabileceğini göstermeye çalışmıştı.
VENEZUELA (1812)
Büyüklük: 7.7 / Can kaybı: 15-20 bin
Latin Amerika’nın kaderi 211 yıl önceki felaketle değişti
26 Mart 1812’de Venezuela’yı vuran, 7.7’lik büyük deprem, halkın büyük çoğunluğunun ayinlere katılmak üzere kiliseye gittiği Paskalya haftasının Kutsal Perşembe günü meydana geldi; en iyimser tahminlere göre bile 15-20 bin insanın ölümüne, hesaplanamayan bir maddi zarara yol açtı. O gün aynı zamanda Venezuela’nın İspanya’dan bağımsızlık mücadelesinde de bir dönüm noktasıydı; tam iki yıl önce Caracas Kent Meclisi İspanyol valiyi resmen görevden almış ve İngiltere’ye yardım çağrısında bulunmuştu. Deprem sırasında İspanya kuvvetlerinin başındaki General Juan Domingo de Monteverde, ülkede İspanyol hakimiyetini yeniden tesis etmek için aktif bir kampanya yürütüyordu.
Depremde, devrimcilerin (kendilerine “Vatanseverler” diyorlardı) kalesi olan Caracas şehri neredeyse yerle bir oldu. Sarsıntının ardından çıkan yangın da birçok yapıyı ve içeride mahsur kalan insanları kül etti. İspanya’ya bağlı Coro, Guayana, Maracaibo, Puerto Cabello ve Valencia’da ise hasar nispeten daha hafifti.
Tahmin edilebileceği gibi, bu orantısız yıkım halkta güvensizlik ve korku yaratmıştı. Hayatta kalanlar, bunun Tanrı’nın bağımsızlık hareketinden hoşnut olmadığına işaret ettiğine inanmaya hazır hâle gelmişti. İspanyollara yakın duran Kilise de bu görüşü destekliyor; yıkımı İspanyol kralını kabul etmeyen devrimcilere karşı Tanrı’nın intikamı olarak sunuyor; İncil’den Sodom ve Gomorra’nın cezalandırılma sahnelerini hatırlatıyorlardı.
Vatanseverler arasında da moral bozukluğu yükseliyordu. Yaklaşık 1.500 devrimcinin Barquisimeto’da derin bir yarığın içine düştüğünü söylentileri yayılıyordu. Bu sırada Latin Amerika’nın “El Libertador”u Simón Bolívar, deprem sonrası enkaz hâline gelen evinden çıkmış, arkadaşlarıyla birlikte depremzedelerin yardımına koşmuştu. San Jacinto’nun merkez meydanında vaaz veren İspanyol yanlısı bir keşişle karşılaşmıştı. Keşiş onunla “Nasıl gidiyor Bolivar? Görünüşe bakılırsa, doğa İspanyollardan yana tavır koymuş” diye alay etmişti. Bolivar ise “Eğer doğa bize karşıysa, onunla savaşır, bize itaat etmesini sağlarız” cevabını vermişti.
Ancak Nisan ayına gelindiğinde, Kilise’nin söylemlerinin de etkisiyle devrimcilere halk desteği azalmış; İspanyol deniz subayı Juan Domingo de Monteverde komutasındaki kraliyetçi ordu, neredeyse hiçbir direniş olmadan batı Venezuela’yı ele geçirmişti. Sürgüne giden Bolivar, orada diğer Latin Amerika ülkelerini İspanya’ya karşı örgütlemişti. Kimbilir belki Caracas depremi, onun Venezuela’nın bağımsızlığı yönündeki ilk girişimini başarısızlıkla sonuçlandırmasaydı, Kolombiya, Ekvador, Peru ve Bolivya’nın kurtuluşuna öncülük edemeyebilirdi.
SAN FRANCISCO (1906)
Büyüklük: 7.8 / Can kaybı: 3.000
Felaketle gelen ‘yaratıcı yıkım’
Bundan 117 yıl önce, 1906’da üç gün boyunca San Francisco’nun dörtte üçünü yok eden yangın, şehrin su kaynağını devredışı bırakan bir depremle başlamıştı. 18 Nisan’da sabaha karşı 05.12’de yaşanan bu deprem 7.8 büyüklüğündeydi; arkasından başlayan yangınla birlikte 3 bin civarında can kaybına neden oldu. Ancak felaketin tarihteki yeri, sonrasında başlatılan toparlanma çabalarıyla belirlenecekti.
Şehir yetkilileri, yerel işletmeler ve sigorta endüstrisi, felaketi deprem olarak değil yangın olarak değerlendirmiş, böylece kent sakinleri yangın sigortalarını talep edebilmişti. Sonuçta yatırımcılar da, gelecekteki depremlerden korkarak kentin yeniden inşaını finanse etmekten vazgeçmemişti. 10 yıl içinde San Francisco yeniden inşa edildi. 1950’lerde bugün Silikon Vadisi olarak bilinen ve yine San Andreas Fayı üzerinde yer alan sanayi bölgesi ortaya çıktı. 1906 depremi, büyük bir doğal afetin bir şehrin “yaratıcı yıkımı”nı nasıl tetikleyebileceğinin tarihteki en önemli örneği oldu. Bugün benzer bir felaketin meydana gelmesi hâlinde, can kaybının bin ila 5 bin arasında olacağı tahmin ediliyor.
TOKYO (1923)
Büyüklük: 7.9 / Can kaybı: 100-140 bin
Afetin sorumlusu: Koreli göçmenler!
Deprem kuşağında yer alan Japonya, bugün sismik tehditler konusunda en hazırlıklı ülkelerden biri olarak anılıyor; ancak 1 Eylül 1923’te 7.9 büyüklüğündeki Büyük Kanto Depremi ülkeyi vurduğunda henüz durum böyle değildi. O gün deprem, Tokyo ve Yokohama’yı enkaz hâline getirmiş; tarihin en yıkıcı yer sarsıntılarından biri olarak kaydedilen olayda 100-140 bin arası insan hayatını kaybetmiş, 2 milyon insan evsiz kalmıştı. Asıl felaketi getiren, depremin ardından başkenti saran ve şiddetli rüzgarın da etkisiyle tam 42 saat süren büyük yangınlar olmuştu. Enkazların kapattığı yollara itfaiye girememiş, ahşap ve kağıt binaların dörtte üçü hızla küle dönüşmüştü.
Alevler daha sönmeden inanılmaz dedikodular kenti sarmıştı bile: Bunda birilerinin “parmağı” vardı. Korelilerin bombalar attığı, ayakta kalan mahalleleri kundakladığı söylentisi kulaktan kulağa yayıldı. Ertesi gün üç gazetede şu başlıklar okunuyordu: “Koreliler kuyuları zehirliyor”, “3000 vahşi Koreli, Kanawaga’dan Tokyo’ya saldırmak üzere yola çıktı”, “Sosyalistler kundaklıyor”. Bu atmosferi anlamak için, Kore’nin 1910’dan beri Japon işgali altında olduğunu, “pan-Asyacılık” denilen emperyalist ve militarist akımın ülkeyi etkisi altına aldığını hatırlatmakta fayda var. Ülkedeki Koreli göçmenlerin intikam almak istediklerine inanmak Tokyolular için zor değildi.
Böylece başlayan Koreli kıyımında öldürülenlerin sayısı hâlâ tartışma konusu. Ev baskınları ve linçlerde öldürülenler için verilen rakam 2.500- 6.000 arasında değişiyor. Bazı yerlerde polis ve ordunun da söylentilerin yayılmasına katkıda bulunduğu, hatta cinayetlere iştirak ettiği bildiriliyor. Korelilerle birlikte Çinliler ve Japonların da öldürüldüğü ise raporlarla belgelenmiş.
Halkın, depremden sonra gelebilecek yangın gibi büyük felaketler konusunda önceden bilgilendirilmesinin önemi, bu hadiseyle ortaya çıkmıştı. Depremden önce bir acil durum planının olması da deprem sonrasında paniği azaltabilirdi.
1960’da Kanto depreminin yıldönümü, Afetten Korunma Günü ilan edildi. Japonya hükümeti bu tarihten sonra halkı deprem tehlikesi konusunda eğitmeye yönelik adımlar attı. Şehir, her yıl 1 Eylül’de büyük çaplı bir deprem tatbikatı düzenlemeye devam ediyor. Tokyo ise felaketin ardından 7 yıl içinde daha geniş caddeler, yangına ve depreme dayanıklı yapılarla yeniden inşa edildi.
Ancak Ocak 1995’te meydana gelen daha küçük bir deprem (Kobe depremi), bu hazırlıkları bir teste tabi tuttuğunda, Japonya’nın tüm imar kurallarına ve halkın deprem bilincine rağmen düşünüldüğü kadar hazırlıklı olmadığı da ortaya çıktı. Depremde sokaklardaki insan kalabalığı ve binaların molozları kurtarma çalışmalarını engelledi; ölü sayısı 5 bine, evsiz kalan insanların sayısı da 300 bine ulaştı. Tokyo Teknoloji Enstitüsü profesörlerinden Katsuki Takiguchi, “Neredeyse 50 yıldır Japonya’nın kentsel bölgeleri sismik açıdan daha sakin bir dönemden geçiyordu; bu yıllar deprem mühendisliğinin ilerlemesi için altın bir fırsattı, ama Japonya pek çok altyapı sistemini başarıyla inşa ettikten sonra yarattığı güvenlik efsanesine fazlaca güvendi; mühendisler ise doğaya karşı alçakgönüllü davranmayı bir kenara bıraktı” demişti.
ŞİLİ (1960)
Büyüklük: 9.5 / Can kaybı: 3.000
Af dilemek için 5 yaşında çocuğu kurban ettiler
Tarihte kaydedilen en büyük deprem, 22 Mayıs 1960’ta Şili’de yaşandı. 9.5 şiddetindeki Valdivia depreminin ardından, Lago Budi kıyı kasabasında yaşayan Mapuche yerlileri 5 yaşında bir çocuğun kollarını ve bacaklarını kestikten sonra denize attılar. İnançlarına göre deprem ve tsunami Tanrı’nın bir cezasıydı ve ancak bir insan kurban edilirse affedileceklerdi. Olayın sorumluları arasında çocuğun büyükbabası da vardı. Suçlular hapse atıldı, ancak birkaç yıl sonra af ilan edilince serbest bırakıldılar. 20 yıl sonra bir Mapuche yerlisiyle yapılan röportajda, 85 yaşındaki adam, öksüzlerin kurban edildiği günlerde daha az tsunami ve deprem olduğunu söylüyor, artık yasaklanan bu geleneği savunuyordu!