Kasım
sayımız çıktı

Türkiye’de ve dünyada insanlığı sarsan depremler

TARİHİN FAY HATLARINI DEĞİŞTİREN SARSINTILAR

En temel gündelik faaliyetlerimiz, zeminin ayaklarımızın altında sabit kalacağı varsayımına dayanır. Bunun olmadığı her durum korku, panik ve güvensizlik sebebidir. Ancak bir güç mücadelesinin, savaşın, çatışma ve kutuplaşmaların olduğu durumlarda yaşanan depremler, geniş kapsamlı ve kalıcı değişimleri de beraberinde getirmiştir. Anadolu’da ve dünyada, tarihin akış yönünü değiştiren sarsıntılar.

Charles Darwin, Şili’de 20 Şubat 1835’te kenti haritadan silen Concepcion dep­remi üzerine “Şiddetli bir deprem bi­linen en köklü zihinsel çağrışımları bir anda yok eder; kaya gibi bir sağlamlığın simgesi yeryüzü, su üzerindeki bir kabuk gibi kayar ayaklarımızın altından; bir saniyelik bir za­man, zihinde saatler süren derin düşünmenin üretemeyeceği, güçlü bir güvensizlik duygusu yaratmıştır” demişti.

Gerçekten de en temel gündelik faaliyetleri­miz, zeminin ayaklarımızın altında sabit kalaca­ğı varsayımına dayanır. Bunun ortadan kalktığı her durum, haklı olarak korku, panik ve güven­sizlik sebebidir. Ancak tarih bir yandan da, dep­rem gibi doğal afetlerin yarattığı korkunun kısa süreli olduğunu bize gösterir.

Yıkımın boyutu ve neden olduğu trajedi ne kadar büyük olursa olsun, felaketin dehşeti hafı­zalardan silinir; kentler yeniden inşa edilir; ka­yıplar zamanla yerine konur. İnsan evlatlarının öncelik sıralamasında deprem ihtimaline karşı hazırlık yapmak, giderek savaşların, ekmek der­dinin, boşanmaların ve tatil planlarının arkasına itilir. Sanki biz bunlarla meşgulken felaket bizi bekleyecekmiş gibi yaşarız… Ancak depremler insanlık durumunu dikkate almaz; bize özel bir zamanlamayla hareket etmez ve en nihayetinde yeniden kapımızı çalar, kapımızı kırar.

Türkiye’de ve dünyada insanlığı sarsan depremler
1906 San Francisco depremi ve enkaza dönüşmüş şehir

Kimi tarihçiler uzun tarih çizgisine baktıkla­rında, doğal afetlerin toplum üzerinde pek az ka­lıcı etkisi olduğunu, kısa bir fasıladan sonra ha­yatın yeniden devam ettiğini düşünür. Siyasi ve ekonomik olarak istikrarlı bir toplumda, doğal afetlerin etkileri pekala geçici olabilir. Ancak bir güç mücadelesinin, savaşın, çatışma ve kutup­laşmaların olduğu durumlarda ani bir deprem, geniş kapsamlı ve kalıcı değişimleri de berabe­rinde getirebilir ya da en azından böyle yorumla­nabilir. Örneğin kutsal kitaplarda rastlanan pek çok hikayede, Tanrı’nın yeryüzünü sallayarak bir orduya ya da diğerine yardım ettiği, günahkar­ları cezalandırdığı ya da iyileri zafere ulaştırdığı anlatılır. Bu örneklerde depremler, gerçekten ta­rihin akışını değiştirmiş midir, yoksa ne savaşla­rın ne de depremlerin eksik olduğu coğrafyalar­da onları çakıştıran salt tesadüf müdür? 3 büyük dinin kutsal kitaplarında da bu tür hikayelere rastlanması, depremlerin en azından bir derece­ye kadar toplumu şekillendirdiğinin kanıtıdır.

Bunlardan yalnızca geçmişe değil, geleceğe de ışık tutan dersler çıkarmak bize düşer.

ANTIOCH (ANTAKYA-115)

Büyüklük: 7.5 / Can kaybı: 260.000

Tanrıların ve Roma’nın gazabı: Piskopos suçlandı, aslanlara atıldı

Roma İmparatorluğu’nun en ihtişamlı merkezlerinden, Doğu ile Batı arasındaki ticaret yolları üzerinde bulunan Anti­och ya da bugün bilinen ismiyle Antakya’da 13 Aralık 115’te ya­şanan 7.5 büyüklüğündeki dep­rem kenti yerlebir etti. Felaket­te, civar coğrafyalarla birlikte 260 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Petrol lambalarıyla ay­dınlatılan geniş caddeleri, mer­mer sütunları, süslü hamamları, amfitiyatrolarıyla ünlü olması­nın yanında Hıristiyan isminin de ilk kez kullanıldığı bu şehir, neredeyse İmparator Trajanus ile halefi İmparatoru Hadria­nus’a da mezar olacaktı. Traja­nus, depremi Roma Tanrılarının Hıristiyanlara öfkesine bağla­mış; Antakya piskoposunu Ro­ma’ya götürerek vahşi hayvanla­rın önüne attırmıştı. Kendisinin başlattığı ve halefi Hadrianus’un devam ettirdiği çalışmalarla kent yeniden toparlanacaktı.

Türkiye’de ve dünyada insanlığı sarsan depremler

ANTIOCH (ANTAKYA-526)

Büyüklük: 7.0 / Can kaybı: 250.000

Çok alametler belirdi kentin kötü talihi değişmedi

Antakya sokakları 29 Mayıs 526’da her zamankinden de canlıydı. Binlerce kişi bir son­raki gün kutlanacak olan Göğe Yükseliş Bayramı için şehre akın etmişti. Procopius’a göre, akşam saat 18.00’de “tüm şehri sarsan şiddetli bir deprem” oldu. 7 bü­yüklüğündeki ilk şoku bir artçı sarsıntı dalgası izledi, ardından yangınlar başladı. Tarihçi John Malalas, “Alevler sanki Tan­rı’dan her şeyi yok etmek için bir emir almış gibiydi” diye anlatır o günü. Geride ne bir ev ne bir ki­lise kalmıştı. Büyük katedral de 5 gün boyunca “Tanrı’nın gaza­bı”na karşı durduktan sonra alev alarak yere yıkılmıştı. 250.000 kişi enkaz altında kalarak, yana­rak ya da açlıktan ölmüştü.

Geride kalanlar da ölüleri so­yan, karşı çıkmaya cesaret eden herkesi öldüren haydutların kur­banı olmuştu. En kötü şöhret­li hırsızın, felaketi takip eden günlerde kölelerini kullanarak bir servet biriktiren bir hükümet yetkilisi olduğu söyleniyordu. Adamın bir anda yere yığılarak öldüğü söylentisi yayılmıştı. Ay­rıca depremden 3 gün sonra gök­yüzünde kutsal bir haç görüldü­ğü gibi bir dizi mucize de dilden dile dolaşıyordu.

Türkiye’de ve dünyada insanlığı sarsan depremler

Ancak bu “mucizeler”in hiç­biri Antakya’nın yerlebir olduğu gerçeğini değiştirmedi. İmpara­tor Büyük Justinyen daha sonra büyük bir bağış ve yeniden inşa çalışması başlattı; hatta kentin adını “Tanrı’nın şehri” anlamına gelen Theopolis olarak değiştir­meyi denedi; ancak talihsizlikler devam etti. Kent iki yıl sonra 5 bin kişinin daha ölümüne neden olan bir başka depremin de ara­larında yer aldığı artçı sarsıntı­larla yıkıldı; 540’ta Persler tara­fından yağmalandı. İki yıl sonra bir veba salgını ve dört depremin ardından 636’da Araplar tara­fından fethedildi. Antik kentin gerçek ihtişamı, 1930’larda ar­keologların keşifleriyle ortaya çıkacaktı.

MARAŞ (1114)

Büyüklük: 7.4 / Can kaybı: 40.000

Hıristiyanlar şehvete kapıldı, bu yüzden gazaba uğradılar!

Büyük bir deprem, 29 Ka­sım 1114’te, hac yortusun­da Doğu ve Güneydoğu Anado­lu’yu sarstı. O sırada bölge, 1. Haçlı Seferi’yle gelip yerleş­miş Haçlılar ve yerel Hıris­tiyan halklarla Müslümanlar arasında çekişmelerin ya­şandığı bir coğrafyaydı. “Biz mahluklar, Tanrı’nın gazabına uğradık” diye yazar Urfalı Ma­teos (öl. 1136?). “Derin bir uy­kuya daldığımız sırada aniden müthiş bir gürültü koptu ve bütün dünya sarsıldı…” Sonra devam eder: “O gece Frankla­rın (Haçlıların) elindeki bir­çok şehir harap olurken Müs­lümanlara ait yerlerde hiçbir zarar olmadı. Samsat, Hıs­nımansur, Keysun, Raban ve Maraş şehirleri harap oldu. Maraş’ın akibeti o kadar feci olmuştu ki 40 bin insan telef oldu”. Urfalı Mateos, depremi Hıristiyanların işledikleri gü­nahlara bağlamıştı; onlar cis­mani şehvete kapılmış, kutsal kitaplardaki uyarılara kulak asmamış, Tufan’dan önceki çılgınlığa dönmüş ve bu ne­denle yok edilmişlerdi.

HALEP (1138)

Büyüklük: 7.1 / Can kaybı: 230.000

Halep kaosa sürüklendi, ticaret el değiştirdi

Türkiye’de ve dünyada insanlığı sarsan depremler

Tarihin en ölümcül depremlerinden biri olarak kaydedilen 1138 Halep Depremi, 11 Ekim’de yaşanmış; 230 bin kişi hayatını kaybetmişti. Bu deprem, güneye doğru seyrederek 10 yıllar sü­recek çok şiddetli bir deprem serisinin de ilkini oluşturmuştu. 15. yüzyılda İbn Tağrıberdî tara­fından verilen 230 bin can kaybı, büyük olasılık­la Kasım 1137’de El Cezire Ovası ve Eylül 1139’da Gence’de yaşanan depremlerde kaydedilen ölüm­lerin toplamıydı. Kent enkaza dönüşürken surla­rın kuleleri yıkılmış, halk çöle sığınmıştı. Siyasi çatışmalar, işgal ve kuşatmalardan ötürü zaten is­tikrarsız olan bölge, bu depremle çok daha büyük bir kaos içerisine sürüklendi. Yüzde 60’ı yıkılan kentin yeniden imarı çok pahalıya mâlolmuş, ke­silen gelirler nedeniyle çok uzun sürmüştü. Daha önce Afrika ve Asya’dan Avrupa’ya uzanan ticaret yollarının kesişiminde olduğu için zenginliğiyle bilinen Halep’te ticarete ara verilmiş; sonunda 4. Haçlı Seferi sırasında Kostantiniyye’nin yağma­lanması; Venedik, Cenova gibi şehir devletlerinin ticaret sahnesine girmesinin nedenlerinden biri olmuştu.

GELİBOLU (1354)

Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: ?

‘Allah’ın iradesi kaleyi Türklere verdi’

14. yüzyılın ilk yarısı, Bi­zans’ın Anadolu’da Türkler, Balkanlar’da da Sırplar karşısında sürekli gerilediği bir dönemdi. Devletlerinin çök­mekte olduğu bilinci zihinlerin­de o kadar yer etmişti ki bunun nedenleri üzerine yazılanlar başlı başına bir literatür oluş­turmuştu. Bu literatürde Orta­çağ zihniyetinin hâkim öğesi din başroldeydi. Çöküş, Tan­rı’nın gazabı olarak görülüyor; bunun nedeninin de Bizans’ın türlü çeşitli günahları olduğu vurgulanıyordu. Gelibolu’nun 1354’te Osmanlıların eline geç­mesi, bu açıklamaya güç kattı. Gelibolu yarımadasındaki Çim­pe Kalesi’ni o sene fethetmişler, Gelibolu kalesini de kuşatmış­lardı; ancak Gelibolu çetin ce­viz çıkmış, direnmişti. 1-2 Mart 1354 gecesi büyük bir deprem oldu ve kalenin duvarları çök­tü. Bunun üzerine Türkler Ge­libolu’yu ele geçirdiler. Hadise, 1391 tarihli bir Bizans veka­yinâmesinde şöyle tanımlan­dı: “Gelibolu’nun ve ötesindeki şehirlerin duvarları bile çökü­yor ve bunlar Türklerin eline geçiyorsa, hangi günahların sonucuyla karşılaşıldığını ar­tık Tanrı bilir”. Türklerin da bu hadiseyi yorumlamaları farklı değildi. 6. İoannis Kantakuze­nos, Bizans tahtını ele geçirdik­ten sonra müttefiki Osmanlıla­rı da Gelibolu Yarımadası’ndan çıkarmak istemiş; Orhan Gazi, Çimpe’yi 10 bin altın karşılı­ğında geri vermeyi kabul etmiş; ama Gelibolu’dan vazgeçme­mişti: Zira Gelibolu’yu kendisi­ne “Allah vermişti”.

Türkiye’de ve dünyada insanlığı sarsan depremler

İZMİR (1688)

Büyüklük: 7.5 Can kaybı: 260.000

İzmir, 1688’de, 7.0 büyüklü­ğündeki bu depremle bü­yük ölçüde harap olmuş; 16 bin insanın hayatını kaybet­tiği felakette kıyı 60 cm. çök­müş; körfezde tsunami, ticari merkezde yangın yaşanmış­tı. Avrupalı tüccarların büyük kısmı kenti terketmiş, kale yı­kılmıştı. 18. yüzyıl başındaki bir gezgin, depremdeki zarara büyük oranda evlerin taştan yapılmasının neden olduğunu; depremden sonra taşın çoğun­lukla sadece yapıların temel­leri için kullanıldığını; gerisi­nin ahşap karkas ve tuğladan yapıldığını; bu sayede sonraki depremlerin az hasarla atlatıl­dığını yazacaktı.

BURSA (1855)

Büyüklük: 7.5 / Can kaybı: 300

‘Artık ecnebilerden utanır olduk’

Bursa’nın Mustafakemal­paşa ilçesinde 28 Şubat 1855’te meydana gelen 7.5 şid­detindeki depremden şehrin tamamı ve komşu kentler etki­lenmişti. Depremde en az 300 kişi ölmüş, hemen ardından başlayıp Bursa’nın birçok ma­hallesine yayılan yangınla can kaybı yükselmişti.

Dönemin resmî devlet ta­rihçisi Ahmet Cevdet Paşa, depremin ardından başkent İstanbul’da yaşananları önem­li eseri Tezâkir’de şöyle anla­tıyor:

“Bursa’nın ahvalini tahkik için bir memur gönderileme­di. Çünki biz Rusya muhare­besiyle ve daha doğrusu Meh­met Ali Paşa tarafından Sarraf Mıgırdıç’a verilmiş senedle­rin tatbik mührü meselesiyle meşgul idik… Bursa’daki halk ise can ve başları kaygısına düşerek vaktiyle İstanbul’a ka­ğıt yazamayıp dokuz gün sonra tahrirat-ı resmiyye gelebildi. Halbuki İngilizler Bursa aha­lisine yardım için derhal iki gemi ekmek ile bir hayli ak­çe göndermiş olduklarını on gün sonra Bursa vücuhundan Dersaadet’e gelen Tahir Ağa maâ-tessüf haber verdi. Artık ecnebilerden utanır olduk… Biz ne vakit gaflet uykusundan uyanacağız? Rusya muharebe­lerinde atılan topların sada­ları bizi utandırmadı. Acaba Bursa’nın kudret topları da uyandırmayacak mı? Hayır. Cenab-ı Hak bizleri ikaz ve ıs­lah eyleye”.

Şubat depreminden 1.5 ay sonra, Bursa 7 şiddetinde ikin­ci bir depremle sarsıldı. Bu kez asıl yıkım Mudanya-Gem­lik civarında olmuş, ilk dep­remde ayakta kalan ama yıpra­nan binalar da çökünce en az 1300 kişi hayatını kaybetmişti.

Murat Toklucu

ERZİNCAN (1939)

Büyüklük: 7.8 / Can kaybı: 32.968

İletişim koptu aşırı soğuk vurdu

Erzincan şehri 26/27 Aralık (Birincikanun) 1939 gecesi saat 01.57’de cumhuriyet tarihi­nin en ölümcül depremlerinden biriyle sarsıldı. Kandilli Rasat­hanesi Müdürü M. Fatin Gök­men, 50 saniye süren deprem hakkında yaptığı ilk açıklama­da “Beş seneden beri kullandı­ğımız sismograf aleti, bugüne kadar memleketimiz dahilinde bu kadar şiddetli bir zelzele kay­detmiş değildir” diyordu. Üstelik kar ve korkunç bir soğuk vardı. Kış şartlarında dış dünyayla bağ­lantısı kesilen Erzincan’da tam anlamıyla bir can pazarı yaşan­mış, iletişim ağlarının kopma­sıyla yardımların ulaştırılması gecikmişti. Bazı bölgelerde ba­rınma sorunu günlerce çözüle­memişti. Memleketin ekonomik zorluklarının ve 2. Dünya Savaşı kaynaklı askerî ve siyasi riskle­rin eşiğinde durması da durumu güçleştirmişti.

Bununla birlikte deprem ha­beri Ankara’da duyulunca ilgili Bakanlıklar ve müfettişlikler ha­rekete geçerek alınacak tedbirle­ri deprem bölgesindeki görevli­lere iletecek; Meclis toplanarak acil ihtiyaçların karşılanma­sı için yapılabilecekleri tespit edecek; Cumhurbaşkanı İsmet İnönü deprem bölgesine hare­ket edecekti. Basın da bölgeden muhabirlerin verdiği haberler­le kentin durumunu ve halkın tepkisini duyurmuştu. Meclis Başkanı başkanlığında kurulan Millî Yardım Komitesi’ne yapı­lan yardımlar Kızılay aracılığıyla deprem bölgesine gönderilmiş; yurtdışından da pek çok yardım bölgeye ilerleyen günlerde ulaş­tırılmıştı. İngiltere, Fransa ve Yunanistan başta olmak üzere yurtdışından ve komşu ülkeler­den gönderilen yardımlar, diplo­matik ilişkilerde de etkili olmuş­tu. Halkın yanısıra askerlerin, mahkumların, sağlık çalışanları­nın, Diyanet İşleri’nin, millet­vekillerinin ve üniversitelerin depremde yaptığı yardımlar da halkın hafızasında yer etmişti. Özellikle askerî birlikler güvenli­ğin sağlanması, arama kurtarma çalışmaları ve ekmek üretilmesi gibi konularda önemli görevler üstlenmişlerdi. Türkiye’de hem yasal çerçeve hem de deprem risk belirleme çalışmaları, bu felaketten sonra büyük ivme ka­zandı. Depremin en önemli etki­lerinden biri, bugün İstanbul’un kapılarına dayanan ve enerji ak­tarımını tetikleyen deprem dizi­sini başlatmış olmasıydı.

GEREDE (1944)

Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: 3.959

Türkiye matem içinde binlerce kişi enkaz altında

Büyük bir deprem, 1 Şubat 1944’te sabah saat 06.23’de Gerede başta olmak üzere, Bo­lu’nun bütün ilçelerinde, An­kara’nın bir bölümünde, Zon­guldak ve Çankırı’da şiddetli bir biçimde hissedilmişti. 7.2 büyüklüğünde depremin artçı sarsıntıları, haftalarca sürmüş­tü. BBC’nin Türkiye’de bulunan muhabiri Philips Yordan dep­remin boyutunu radyoda şu şe­kilde anlatıyordu: “Türkiye ma­tem içindedir. Zelzele sahasın­da binlerce evladı enkaz altında kalmıştır. Cephelerde harbeden müttefikler bile, tabiatın gön­dermiş olduğu bu felaket yüzün­den müttefikimizin 1 gün zar­fında gömdüğü miktarda asker kaybetmemiştir”.

2. Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde, kış mevsimi­nin karla kapladığı bir bölgede yaşanan deprem, 4 bine yakın can kaybıyla birlikte çok ağır ha­sar da bırakmıştı. Yardımların ulaşmasında sıkıntılar yaşan­mış; ancak ülke çapında düzen­lenen destek faaliyetleri çalış­malara ciddi katkı sağlamış­tı. Gerede ve hemen öncesinde yaşanan depremler, mevzuat açısından da bir kırılma oluş­turmuştu. Gerede’den birkaç ay sonra deprem riskinin belirlen­mesi ve yapılaşmanın denetlen­mesine dair ilk yasal düzenleme hazırlanmıştı. Ertesi yıl ise ilk resmî “yersarsıntıları bölgeleri haritası” oluşturuldu.

VARTO (1966)

Büyüklük: 6.9 / Can kaybı: 2.394

Evlerini göremeden bu hayattan gidenler

Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu fay hatlarının ke­siştiği bölgede yer alan Muş’un Varto ilçesi, 1966’da iki deprem yaşadı. 5.6 büyüklüğündeki ilk deprem 7 Mart’ta 14 kişinin ölümüne neden olurken, asıl felaket 19 Ağustos’ta kapıda bekliyordu. 6.9 büyüklüğünde­ki bu depremde 2.394 kişi ha­yatını kaybetti, neredeyse tüm yapılar harap oldu. Sonraki dö­nemde Varto, dışarıya çok cid­di göç verdi. Deprem, 10 yıllar sürecek konut inşatı problemi­nin de başlangıcını oluştur­du. Afet konutlarının yapımı­na ancak 1985’te başlanabildi. İnşaatlar o kadar uzun sürdü ki çok sayıda hak sahibi daha sıra kendilerine gelemeden hayatı­nı kaybetti. 2009’da dahi sıra­larını bekleyen 1.500 deprem­zede bulunuyordu.

ŞAMUHA (MÖ 13. YÜZYIL)

Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: 3.959

Taht kavgası çıktı, Tanrılar surları yıktı

Hititlerin başkenti Hattu­şa’da (Boğazköy) bulu­nan bir tablette, kral 3. Hattu­şili’nin (MÖ 1267-1237) taht kavgasına tutuştuğu yeğeni Urhi-Teşup’u ele geçirmek istediği anlatılır. Kral, yeğe­ninin bulunduğu kutsal kent Şamuha’yı kuşatır. Kente gir­diği anda Tanrılar surları yı­kar. Olay gerçekte bir depremi anlatmaktadır. Şamuha’nın, Sivas-Yıldızeli yakınlarında­ki Kayalıpınar Höyüğü olduğu arkeolojik çalışmalarla anla­şılmıştır.

SPARTA (MÖ 464)

Büyüklük: 7.2 / Can kaybı: 20.000

Yıkıntılar içinde köleleri bastırmak

Depremle savaşın aynı za­mana denk geldiği en er­ken örneklerden biri, Peloponez Savaşı’nın yazarı ünlü Yunan tarihçi Thucydides (MÖ 4. yüz­yıl) tarafından kayda alınmıştı. Bu kayıtta, Spartalıların (Ati­na’nın bilgisi dışında) Attika’yı işgal eden Thasoslulara yardım sözü verdikten sonra Sparta ve çevresini harap eden korkunç bir depremin sözlerini tutma­larını nasıl engellediği anlatılır. Bu sırada Sparta’nın egemenliği altındaki Lakonya ve Messinya bölgelerindeki halkın çoğunlu­ğunu, özgür olmayan Helotlar oluşturmaktadır. MÖ 464’teki büyük depreme işaret ettiği dü­şünülen bu sarsıntının ardından Sparta’nın yarısının yıkılmış ol­masını, çok sayıda Spartalının da ölmüş olmasını fırsat bilen Helotlar ve Messinyalılar ayak­lanır, ortak bir savaş başlatırlar.

Plutharkos’un anlattığına göre: “Sparta’da Kral Arkhida­mos’un zamanına denk gelen depremde kent karışıklık içine düştü. Arkhidamos, böyle bir durumda asıl korkulacak şeyin ne olduğunun hemen farkına vararak, sanki düşman kentin kapılarına dayanmışçasına teh­like işaretini verdi ve yurttaş­larının vakit yitirmeden silahlı olarak yanına koşmalarını iste­di. İsyancılar, Spartalıların si­lahlı olduğunu ve savaş düze­nine girdiğini görünce komşu kentlere çekildiler. Bu, 10 yıl sürecek 3. Messinya Savaşı’nın başlangıcı oldu”.

Bu deprem, Peloponez Sava­şı sırasında meydana gelen tek deprem değildi. Bu afetler do­laylı olarak savaşın 27 yıl süren benzersiz uzunluğunda etkili olmuştu.

APAMEİA (MÖ 88)

Büyüklük: 6.9 Can kaybı: 2.394

İlahi işaret ve teslim

Pontus Kralı 6. Mithradates Eupator, MÖ 88’de Apa­meia’ya (Dinar) doğru yürüyü­şe geçti. Kente yaklaştığı sırada şiddetli bir deprem meydana geldi. Bunu Tanrılar tarafından gönderilen bir işaret olarak ka­bul eden Apameialılar, Mithra­dates kente ulaştığında, hiç di­renmeden kralın egemenliğini kabul ettiler. Strabon’un bildir­diğine göre Apameia’nın yeni­den imarı için büyük bir miktar para (100 Talanta) bağışlandı.

LONDRA (1750)

Büyüklük: 2.6 / Can kaybı: 0

Sismolojinin başlaması ve kıyamet senaryoları

İngilte’nin başkenti Londra, 8 Şubat 1750 tarihinde, bugün sadece 2.6 büyüklüğünde oldu­ğu tahmin edilen küçük bir dep­remle sarsıldı. Depremin hisse­dildiği bölge oldukça küçüktü, pek hasara da yolaçmamıştı. Le­adenhall Caddesi’nde bir baca­nın parçaları düşmüş, Thames Nehri’nin güneyindeki South­wark’ta bulunan saz damlı bir mezbaha çökmüştü. Londralılar henüz bilmiyorlardı ama, o yılın “Depremler Yılı” diye tarihe geç­mesine neden olan ilk depremi yaşamışlardı. Yer sarsıntılarına pek alışık olmadıklarından fena hâlde huzursuz olmuşlardı.

Aslında Londra’nın sarsıldığı ne ilk ne son seferdi bu. 1580’de Manş Denizi’nin altında meyda­na gelen bir deprem, Dover’daki kayalıkların bir kısmını çökert­miş; Westminster Sarayı’nın çanları çalarken iki çocuğun ölümüne neden olmuş; sonra­dan da Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde anılmıştı. 1692’de bir başka deprem, kent sakinlerinin kendilerini sokağa atmasına ne­den olmuştu.

Ancak bu depremlerin anıla­rı, 1750’de hatırlanamayacak ka­dar uzakta kalmıştı; sarsıntının deprem yüzünden olduğu başta kimsenin aklına bile gelmedi. Bir dinamit patlatılmış olabilir­di ya da belki de Isaac Newton’ın tahmini gerçekleşmiş, Jüpiter’in Dünya’ya yaklaşırken yaratacağı düşünülen sarsıntı hissedilmişti.

Londralılar iki-üç hafta bu gündemle meşgul olduktan son­ra tam olayı unutmaya başlamış­lardı ki 8 Mart günü saat 5.30’da ikinci bir şok yaşadılar. Bu dep­rem, bir öncekinden daha şid­detliydi; daha büyük bir alanda hissedilmişti. Whitechapel’da iki ev çökmüş, Westminster Ab­bey’in yeni kulelerindeki taşlar ve birkaç baca yıkılmıştı. Bir gün sonra bir artçı sarsıntı daha ya­şandı.

Üçüncü depremin ardın­dan ortada bir söylenti dolaş­maya başladı: Tam 4 hafta sonra bir deprem Londra’yı yutacaktı. Söylenti, daha sonra Londra’daki akıl hastanesi Bedlam’a gönde­rilecek olan bir asker tarafından başlatılmıştı.

Bir söylentiyle taşraya kaçanlar Londra’da büyük bir deprem olacağı söylentisinin yayılmasıyla apar topar şehri terk eden Londralıları gösteren çizim ve altında durumu eleştiren şiir.

Kıyamet günü

4 Nisan gelip çattığında, “kıya­met günü” bir şekilde ertesi güne sarkmış ve panik başgöstermiş­ti. Sükunet çağrılarına rağmen bunu yapabilecek gücü olanlar (tahminen şehrin üçte biri) ara­balarına binip taşraya akın edi­yor; kadınlar bütün gece dışarıda otururken onları sıcak tutacak “deprem elbiseleri” dikiyor; in­sanlar kayıklarda yatıyordu. Ki­liseden her zaman olduğu gibi felaketin sebebinin insanların günahları olduğuna dair sesler yükseliyor; bunun dünyanın so­nunun yaklaştığına dair bir ala­met olduğu söyleniyordu. Lond­ra Piskoposu Thomas Sherlo­ck’un yazdığı A Letter From the Lord Bishop of London, to the Clergy and People of London and Westminster; on Occasion of the Late Earthquakes kitabı, altı ay­da 100.000’in üzerinde satmıştı. Sherlock herkesi tövbe etmeye çağırıyordu.

Bilindiği üzere Londra so­nunda bir deprem tarafından yutulmadı. Ancak batıl inanç­lar ve hızla yayılan dedikodular­la birlikte Londralıların sismik aktivitelere olan takıntıları da bu dönemde ayyuka çıktı. Öyle ki sismolojinin bir bilim dalı ola­rak ortaya çıkışı ne İngiltere’nin tarihindeki daha büyük deprem­lere ne de Japonya, Kaliforni­ya gibi deprem ülkelerine değil, zar-zor hissedilen minyatür sar­sıntıların yaşandığı “Depremler Yılı” İngiltere’sine nasip oldu. O zamana kadar Aristo gibi eski Yunan filozoflarının teorilerin­den öteye gidemeyen yerbilimi hakkında Royal Society’de yıl so­nuna gelmeden 50 makale okun­muş; bunlar Philosophical Tran­sactions’ın eki olarak yayımlan­mıştı. 1760’da bu depremlerin üzerine 1755 Lizbon Depremi’n­den öğrendiklerini de ekleyen John Michell’ın makaleleri, dep­remler hakkında ilk ciddi bilim­sel çalışmalar oldu.

LİZBON (1755)

Büyüklük: 9.0 / Can kaybı: 100.000

Rousseau Voltaire’e devlet kiliseye karşı

Takvimler 1 Kasım 1755’i gös­terirken, Portekiz’in Lizbon kentinde oturan 275 bin kişiden çoğu Azizler Yortusu’nu kutla­mak üzere kiliselerde toplanmış, dualar etmeye, ilahiler söyleme­ye hazırlanıyordu. Saat 09.30’da yer zangır zangır titremeye baş­ladı. 20’den fazla kilise ve kated­ral, ellerini göğe açmış insanla­rın başına çöktü; yüksek tavan­lardan düşen kemer ve tonozlar çok büyük bir felakete sebep oldu. Henüz depremin büyüklü­ğünü ve şiddetini belirlemek için kullanılan ölçüm metotlarının geliştirilmesine çok vardı; ama daha sonra yapılan analizlere gö­re jeologlar bu depremin 9 Rich­ter ölçeğinde olduğu tahmininde bulunacaklardı.

Yıkılan kiliselerin enkazının altında olmayanlar, kendilerini Tagus Nehri üzerindeki lima­na atıp kentten kaçmaya çalış­tı. Ne var ki sarsıntı sırasında deniz tabanının hareket etmesi bir tsunamiyi tetiklemiş; büyük dalgalar gürleyerek 5-6 metre­ye yükseldikten sonra yüzlerce insanı kıyılardan sürükleyerek içine çekmişti. Limandaki hafif yapıların tamamı yıkılmış, gemi­lerin çoğu parçalanarak batmış­tı. Lizbon’un başına gelen felaket bununla da bitmemiş; deprem­de mumların, ocakların devril­mesiyle şehrin farklı noktala­rında yüzlerce yangın başlamış­tı. Takip eden 6 gün boyunca bu yangınlar, depremden kendini kurtaran her şeyi, sanat eserleri­ni, mimari yapıları, tarihî belge­leri yakıp kül etmişti. Yangınlar günler sonra söndüğünde, geride 100 bine yakın cansız insan be­deni kalmıştı.

Deprem sırasında Lizbon, Avrupa’nın ekonomik başkent­lerinden biriydi; ticari, sanatsal, askerî ve finansal alanlarda özel­likle güçlüydü. Roma Katolik Kilisesi ve Engizisyonu altında muazzam bir dinî nüfuza sahip olan şehir, yıkılmaz gibi görü­nüyordu. Halkı o dönemde tüm Avrupa’nın en varlıklı ve dindar kesimiydi. Aynı zamanda gelişen bir tekstil ticaretine, çok sayıda sanat koleksiyonuna, görkem­li kilise ve katedrallerin de dahil olduğu kültürel hazinelere evsa­hipliği yapıyordu.

Ancak özellikle yıkılan kili­selerde o kadar çok insan ölmüş­tü ki “neden” diye sormamak imkansız hâle gelmişti. Neden Tanrı, iman edenlere böylesi dehşetli bir cezayı layık görmüş­tü? Neden böyle kutsal bir günü seçmişti ki bu kadar insan ibadet sırasında ölmüştü? Bu derece helak edilmeden önce gönderi­lebilecek ilahi uyarılar olamaz mıydı?

Deprem, uzun süre halkın hayalgücünü esir aldı; sayısız re­sim ve çizime konu oldu. Ardın­dan başlayan tartışmalar köklü dinî, siyasi ve toplumsal dönü­şümlere kapı açtı.

Dramın başrol oyuncuların­dan Sebastião José de Carvalho e Mello, 1770’de Pombal Markisi oldu (tarihe de Pombal ismiyle geçti). Deprem sırasında Kral 1. José’nin Savaş ve Dışişleri Ba­kanlığı’nı yürütüyordu; deprem­den sonra kral onu fiilen dikta­tör ilan etti ve Pombal, duruma hâkim olarak felaketin toplum­sal etkilerini ciddi ölçüde azalt­tı. İlk iş, hayatta kalanların bes­lenme sorununu çözdü; onlar için kamplar kurdu. Daha sonra şehirdeki 10 binlerce cansız be­deni kaldırmak için kolları sıva­yarak salgın hastalıkların önünü aldı. Kardinal’in izniyle (ama yi­ne de gizlilik içinde) ölü beden­lerin bir mavnaya yüklenip ok­yanus açıklarında batırılmasını emretti.

Şehrin acil ihtiyaçları karşı­landıktan sonra sıra yeniden ya­pılanma planlarına gelmişti.

Pombal insanları vatandaş­lık görevlerini yapmak için eyle­me çağırırken, din adamları da itaat, kefaret ve dua tavsiyesinde

Gab­riel Malagrida’nın bu dönemde bastırdığı bir broşür “Ey Lizbon, evlerimizi, saraylarımızı, kilise­lerimizi yokedenin, senin iğrenç günahların olduğunu bil. Tüm gücünle tövbe et” diyordu. Laik devletle kilise arasında, deprem öncesinde de varolan gerilim gi­derek derinleşti. Bu gerilim Ciz­vitlerin Portekiz’den kovulma­sıyla sonuçlanacak; Malagrida ise Engizisyon’a teslim edile­rek idam edilecekti. Devlet, ki­lise karşısında ilk defa bu denli büyük zafer kazanmıştı. Batı’da modern siyasi dönemi başlatan dönüm noktalarından biriydi bu.

João Glama Strobërle, “1755 Depremi Alegorisi” tablosunda kendisini sağ alt köşede bir moloz yığınının üzerinde dururken resmetmişti. Sol üst köşede elinde ateşli bir kılıç tutan melek ilahi yargıyı temsil ediyordu

İyimserliğe darbe

Lizbon depreminin acımasız­lığı, Leibniz ve Alexander Pope gibi düşünürlerin başını çektiği iyimserlik felsefesine de büyük bir darbe vurdu. Voltaire, 24 Ka­sım 1755’te banker M. Tronc­hin’e yazdığı mektupta trajedi­nin getirdiği matemin de etki­siyle iyimserliği taşa tuttu: “100 bin karıncanın, komşularımızın yuvalarında bir solukta ezildiği; yarısının kurtulmaları imkansız enkazların altında tarifsiz acılar içinde can verdiği; Avrupa’nın dörtbir yanındaki ailelerin di­lenciliğe mahkum edildiği; sizin gibi yüzlerce İsviçreli tüccarın servetinin Lizbon’un yıkıntıları tarafından yutulduğu mümkün dünyaların en iyisinde, hareket yasalarının böylesine korkunç felaketlere nasıl yolaçtığını kav­ramakta zorlanacağız. İnsan ha­yatı ne berbat bir kumar! Vaizler ne diyecek -özellikle de Engizis­yon Sarayı hâlâ ayaktaysa! O say­gıdeğer papazların da tıpkı diğer insanlar gibi ezilmiş olduklarını düşünerek kendimi avutuyorum. Bu, insanlara birbirlerine zul­metmemeyi öğretmelidir; çünkü birkaç budala sofu, birkaç fanati­ği yakarken yeryüzü yarılıp hep­sini yutuyor”.

Voltaire bu mektubun ar­dından belki en kötümser eser­lerinden olan “Lizbon felaketi üzerine şiir” ile de iyimserlerin argümanlarını alaya almaya, söz­de “mümkün dünyaların en iyi­si”ni yaratmış olan sevecen Tan­rı imgesine itiraz etmeye devam etti: “Özgür ve adildir O, değil asla öfkeli / Böylesi adaletli bir efendinin emrinde, bu acı neden peki? / Budur işte ölümcül dü­ğüm, çözülmesi gereken” diyor, “Acıları inkarınız, olur mu derde derman?” diye soruyordu. “Da­ha çok mu batmıştı ahlaksızlığa, şimdi yok olmuş Lizbon / Sefa­hat içinde yaşayan Londra’dan, Paris’ten? / Lizbon yerlebir şim­di, oysa Paris’te dans ediyorlar” yazmıştı. Ya çocuklar, onların ne günahı vardı?

Voltaire’in şiiri, Aydınlan­ma’nın diğer önemli figürü Rousseau’yu rahatsız etmişti. 18 Ağustos 1756’da Voltaire’e yazdı­ğı mektupta şiirin “insana layık etkiler yaratmaması” nedeniy­le şikayet ediyordu. Rousseau’ya göre Voltaire, Pope ve Leibniz’i kötülüğü küçümsemekle eleştir­miş, ama kendisi de kötülüklerin varlığını abartmıştı. Bu da insan­lığa teselli yerine endişe veriyor­du. Rousseau ayrıca kötülüğün kaynağını insandan başka bir yerde aramaya ve felaketleri ilahi referanslarla açıklamaya da kar­şı çıkmıştı. “Talihsizliğimizin ço­ğu bizim eserimizdir. Lizbon’da altı-yedi katlı 20 bin evi yanyana getirenin doğa olmadığını kabul edin. Eğer bu büyük kentin sa­kinleri daha dengeli bir şekilde dağılmış olsalardı, kayıplar daha az olur ya da belki de hiç olmaz­dı. İlk anda herkes kaçardı. Ama birçoğu inatla kaldı. Çünkü geri­de bırakmak zorunda kalacakları şey daha değerliydi. Bu felakette, kaç talihsiz insan kıyafetlerini, evraklarını ya da paralarını alma arzusuyla can verdi?” diyordu. Lizbon’da Tanrı ile doğanın dü­zeni insan hırsıyla çarpışmış ve tabii birincisi galip gelmişti.

Rousseau ile Voltaire ara­sında, bu mektubun da etkisiy­le yükselen kişisel husumet bir yana, kamuoyunda iyimserli­ğin desteğinin sürmesi, birkaç yıl sonra Voltaire’i Candide adlı kara hicvini yazarak iyimserli­ğin tabutuna son çiviyi çakmaya yöneltti. Candide’in iyimser ho­cası Dr. Pangloss, “mümkün dün­yaların en iyisinde yaşadığımız” argümanınına rağmen linçle öl­dürülüyordu. Voltaire, kötülü­ğün ilahi nedenlerle gerekçelen­dirilmesinin insanlara bir teselli sunabileceğini ama zorbalık ve bağnazlık için de kullanılabilece­ğini göstermeye çalışmıştı.

Lizbon depreminin ardından bir yanda kenti saran yangınlar, öbür yanda limandakileri içine çeken dev dalgalar…

VENEZUELA (1812)

Büyüklük: 7.7 / Can kaybı: 15-20 bin

Latin Amerika’nın kaderi 211 yıl önceki felaketle değişti

26 Mart 1812’de Venezue­la’yı vuran, 7.7’lik büyük deprem, halkın büyük çoğunlu­ğunun ayinlere katılmak üzere kiliseye gittiği Paskalya hafta­sının Kutsal Perşembe günü meydana geldi; en iyimser tah­minlere göre bile 15-20 bin in­sanın ölümüne, hesaplanama­yan bir maddi zarara yol açtı. O gün aynı zamanda Venezue­la’nın İspanya’dan bağımsızlık mücadelesinde de bir dönüm noktasıydı; tam iki yıl önce Ca­racas Kent Meclisi İspanyol valiyi resmen görevden almış ve İngiltere’ye yardım çağrı­sında bulunmuştu. Deprem sı­rasında İspanya kuvvetlerinin başındaki General Juan Do­mingo de Monteverde, ülkede İspanyol hakimiyetini yeniden tesis etmek için aktif bir kam­panya yürütüyordu.

Depremde, devrimcilerin (kendilerine “Vatanseverler” diyorlardı) kalesi olan Caracas şehri neredeyse yerle bir ol­du. Sarsıntının ardından çıkan yangın da birçok yapıyı ve içe­ride mahsur kalan insanları kül etti. İspanya’ya bağlı Coro, Gu­ayana, Maracaibo, Puerto Ca­bello ve Valencia’da ise hasar nispeten daha hafifti.

Caracas halkı şehirlerinin yıkıntıları arasında hayatta kalanları arıyor.

Tahmin edilebileceği gibi, bu orantısız yıkım halkta gü­vensizlik ve korku yaratmıştı. Hayatta kalanlar, bunun Tan­rı’nın bağımsızlık hareketin­den hoşnut olmadığına işaret ettiğine inanmaya hazır hâle gelmişti. İspanyollara yakın duran Kilise de bu görüşü des­tekliyor; yıkımı İspanyol kralı­nı kabul etmeyen devrimcilere karşı Tanrı’nın intikamı olarak sunuyor; İncil’den Sodom ve Gomorra’nın cezalandırılma sahnelerini hatırlatıyorlardı.

Vatanseverler arasında da moral bozukluğu yükseliyor­du. Yaklaşık 1.500 devrimcinin Barquisimeto’da derin bir yarı­ğın içine düştüğünü söylentile­ri yayılıyordu. Bu sırada Latin Amerika’nın “El Libertador”u Simón Bolívar, deprem sonra­sı enkaz hâline gelen evinden çıkmış, arkadaşlarıyla birlik­te depremzedelerin yardımı­na koşmuştu. San Jacinto’nun merkez meydanında vaaz ve­ren İspanyol yanlısı bir keşiş­le karşılaşmıştı. Keşiş onunla “Nasıl gidiyor Bolivar? Görü­nüşe bakılırsa, doğa İspanyol­lardan yana tavır koymuş” diye alay etmişti. Bolivar ise “Eğer doğa bize karşıysa, onunla sa­vaşır, bize itaat etmesini sağla­rız” cevabını vermişti.

Ancak Nisan ayına gelindi­ğinde, Kilise’nin söylemlerinin de etkisiyle devrimcilere halk desteği azalmış; İspanyol deniz subayı Juan Domingo de Mon­teverde komutasındaki krali­yetçi ordu, neredeyse hiçbir direniş olmadan batı Venezu­ela’yı ele geçirmişti. Sürgüne giden Bolivar, orada diğer Latin Amerika ülkelerini İspanya’ya karşı örgütlemişti. Kimbilir belki Caracas depremi, onun Venezuela’nın bağımsızlığı yö­nündeki ilk girişimini başarı­sızlıkla sonuçlandırmasaydı, Kolombiya, Ekvador, Peru ve Bolivya’nın kurtuluşuna öncü­lük edemeyebilirdi.

SAN FRANCISCO (1906)

Büyüklük: 7.8 / Can kaybı: 3.000

Felaketle gelen ‘yaratıcı yıkım’

Bundan 117 yıl önce, 1906’da üç gün boyunca San Francis­co’nun dörtte üçünü yok eden yangın, şehrin su kaynağını devredışı bırakan bir depremle başlamıştı. 18 Nisan’da sabaha karşı 05.12’de yaşanan bu deprem 7.8 büyüklüğündeydi; arka­sından başlayan yangınla birlikte 3 bin civarında can kaybına neden oldu. Ancak felaketin tarihteki yeri, sonrasında başlatı­lan toparlanma çabalarıyla belirlenecekti.

Şehir yetkilileri, yerel işletmeler ve sigorta endüstrisi, fela­keti deprem olarak değil yangın olarak değerlendirmiş, böylece kent sakinleri yangın sigortalarını talep edebilmişti. Sonuç­ta yatırımcılar da, gelecekteki depremlerden korkarak kentin yeniden inşaını finanse etmekten vazgeçmemişti. 10 yıl içinde San Francisco yeniden inşa edildi. 1950’lerde bugün Silikon Vadisi olarak bilinen ve yine San Andreas Fayı üzerinde yer alan sanayi bölgesi ortaya çıktı. 1906 depremi, büyük bir do­ğal afetin bir şehrin “yaratıcı yıkımı”nı nasıl tetikleyebileceği­nin tarihteki en önemli örneği oldu. Bugün benzer bir felaketin meydana gelmesi hâlinde, can kaybının bin ila 5 bin arasında olacağı tahmin ediliyor.

TOKYO (1923)

Büyüklük: 7.9 / Can kaybı: 100-140 bin

Afetin sorumlusu: Koreli göçmenler!

Deprem kuşağında yer alan Japonya, bugün sismik tehditler konusunda en hazır­lıklı ülkelerden biri olarak anı­lıyor; ancak 1 Eylül 1923’te 7.9 büyüklüğündeki Büyük Kanto Depremi ülkeyi vurduğunda henüz durum böyle değildi. O gün deprem, Tokyo ve Yoko­hama’yı enkaz hâline getirmiş; tarihin en yıkıcı yer sarsıntıla­rından biri olarak kaydedilen olayda 100-140 bin arası insan hayatını kaybetmiş, 2 milyon insan evsiz kalmıştı. Asıl fela­keti getiren, depremin ardın­dan başkenti saran ve şiddet­li rüzgarın da etkisiyle tam 42 saat süren büyük yangınlar olmuştu. Enkazların kapattı­ğı yollara itfaiye girememiş, ahşap ve kağıt binaların dörtte üçü hızla küle dönüşmüştü.

Alevler daha sönmeden inanılmaz dedikodular kenti sarmıştı bile: Bunda birileri­nin “parmağı” vardı. Korelile­rin bombalar attığı, ayakta ka­lan mahalleleri kundakladığı söylentisi kulaktan kulağa ya­yıldı. Ertesi gün üç gazetede şu başlıklar okunuyordu: “Ko­reliler kuyuları zehirliyor”, “3000 vahşi Koreli, Kanawa­ga’dan Tokyo’ya saldırmak üzere yola çıktı”, “Sosyalist­ler kundaklıyor”. Bu atmos­feri anlamak için, Kore’nin 1910’dan beri Japon işgali al­tında olduğunu, “pan-Asya­cılık” denilen emperyalist ve militarist akımın ülkeyi etkisi altına aldığını hatırlatmak­ta fayda var. Ülkedeki Koreli göçmenlerin intikam almak istediklerine inanmak Tokyo­lular için zor değildi.

Böylece başlayan Koreli kı­yımında öldürülenlerin sayısı hâlâ tartışma konusu. Ev bas­kınları ve linçlerde öldürülen­ler için verilen rakam 2.500- 6.000 arasında değişiyor. Bazı yerlerde polis ve ordunun da söylentilerin yayılmasına kat­kıda bulunduğu, hatta cinayet­lere iştirak ettiği bildiriliyor. Korelilerle birlikte Çinliler ve Japonların da öldürüldüğü ise raporlarla belgelenmiş.

1923 Kanto depreminin ardından şehirden geriye kalanlar…

Halkın, depremden sonra gelebilecek yangın gibi büyük felaketler konusunda önce­den bilgilendirilmesinin öne­mi, bu hadiseyle ortaya çık­mıştı. Depremden önce bir acil durum planının olması da deprem sonrasında paniği azaltabilirdi.

1960’da Kanto depreminin yıldönümü, Afetten Korunma Günü ilan edildi. Japonya hü­kümeti bu tarihten sonra halkı deprem tehlikesi konusunda eğitmeye yönelik adımlar at­tı. Şehir, her yıl 1 Eylül’de bü­yük çaplı bir deprem tatbika­tı düzenlemeye devam ediyor. Tokyo ise felaketin ardından 7 yıl içinde daha geniş caddeler, yangına ve depreme dayanıklı yapılarla yeniden inşa edildi.

Ancak Ocak 1995’te mey­dana gelen daha küçük bir deprem (Kobe depremi), bu hazırlıkları bir teste tabi tut­tuğunda, Japonya’nın tüm imar kurallarına ve halkın deprem bilincine rağmen dü­şünüldüğü kadar hazırlıklı olmadığı da ortaya çıktı. Dep­remde sokaklardaki insan ka­labalığı ve binaların molozları kurtarma çalışmalarını en­gelledi; ölü sayısı 5 bine, evsiz kalan insanların sayısı da 300 bine ulaştı. Tokyo Teknolo­ji Enstitüsü profesörlerinden Katsuki Takiguchi, “Neredey­se 50 yıldır Japonya’nın kent­sel bölgeleri sismik açıdan daha sakin bir dönemden ge­çiyordu; bu yıllar deprem mü­hendisliğinin ilerlemesi için altın bir fırsattı, ama Japon­ya pek çok altyapı sistemini başarıyla inşa ettikten sonra yarattığı güvenlik efsanesine fazlaca güvendi; mühendisler ise doğaya karşı alçakgönüllü davranmayı bir kenara bırak­tı” demişti.

ŞİLİ (1960)

Büyüklük: 9.5 / Can kaybı: 3.000

Af dilemek için 5 yaşında çocuğu kurban ettiler

Tarihte kaydedilen en büyük deprem, 22 Mayıs 1960’ta Şili’de yaşandı. 9.5 şiddetindeki Valdi­via depreminin ardından, Lago Budi kıyı kasabasın­da yaşayan Mapuche yerlileri 5 yaşında bir çocuğun kollarını ve bacaklarını kestikten sonra denize attı­lar. İnançlarına göre deprem ve tsunami Tanrı’nın bir cezasıydı ve ancak bir insan kurban edilirse af­fedileceklerdi. Olayın sorumluları arasında çocuğun büyükbabası da vardı. Suçlular hapse atıldı, ancak birkaç yıl sonra af ilan edilince serbest bırakıldılar. 20 yıl sonra bir Mapuche yerlisiyle yapılan röpor­tajda, 85 yaşındaki adam, öksüzlerin kurban edildiği günlerde daha az tsunami ve deprem olduğunu söy­lüyor, artık yasaklanan bu geleneği savunuyordu!