İnsan olarak o kadar tuhaf bir türüz ki nedense hep dünyamızın başına gelecek felaketler için şevkleniyor, dünyanın yaşanmaz bir yer hâle geldiği senaryoları daha bir tutkuyla takip ediyoruz… Geleceğimize dair bir umut ışığı varsa o da gençler sayesinde olacak, matematik bunu emrediyor. Bu bakımdan her ne kadar artık yavaş yavaş gençlerden umudu kesme yaşına doğru ilerlesem de öyle Sokrates gibi bir kalemde harcayamıyorum kardeşlerimi.
Ne kadar da uzak geliyordu bize 2023. 1960’larda Arthur C. Clark bizi 2001’deki evrenin diğer köşelerine gönderirken, 70’lerde “Uzay 1999” diye diziler çekiliyor, ay üssü Alfa’da fink atılıyordu. E 80’lerde de 2015’te havada uçuşan arabalar falan olacağını öngörmüşlerdi. John Carpenter abimiz 1997’de Manhattan adasını bir açık cezaevine çevirmiş, “Sınıf 1999”da okulların savaş alanına döneceğini tasavvur etmişti.
Ha misal, “Uzay Yolu” 22. yüzyılın ortalarında başlayıp 24. yüzyılın sonlarına kadar sürerek gayet akıllılık etmiş. Meşhur diziyle “ehehe, hani galaksiler arası seyahat olacaktı” diye dalga geçmek için nereden baksan bir 150 yılımız var daha. Zaten ben buradan felaket tellalı arkadaşlara önemli bir tavsiyede bulunmak isterim: Felaket tahminlerinizi mümkün mertebe rezil olmayacağınız geleceğe öteleyin. Sonra ciddi 2012’de dünyanın sonu gelecek” diye gezinen Serdar Turgut ve Engin Ardıç gibi olursunuz. Allah oldurmasın. Hayır, hiç değilse “Uzay Yolu” olmadı, Nostradamus’tan örnek alın anacağım. Nostradamus keriz gibi gidip “1560 yılında dünya tarumar olacak” dememiş. Abinin ne dediği zaten çok net de değil ya, efendi efendi belirsiz bir gelecekte Avrupa’da şu olacak, yok Deccal inecek falan yazmış da yazmış. Tam tarih de vermediği ya da tarihi de hesapta gizlediği için kafası rahat.
Tabii gelecekle ilgili bu tip tahminlerin tutanı oluyor, tutmayanı oluyor ama eğri oturup doğru konuşalım; bunların en heyecanlıları, en ilgi çekenleri geleceğe dair umutsuz, hatta distopik felaket senaryoları oluyor. İnsan olarak o kadar tuhaf bir türüz ki nedense hep dünyamızın başına gelecek felaketler için şevkleniyor, dünyanın yaşanmaz bir yer hâle geldiği senaryoları daha bir tutkuyla takip ediyoruz. Misal ben bugüne kadar olumlu bir gelişmenin ardından “Nostradamus da bunu yazmıştı” diyen hiç kimseyi görmedim. Varsa yoksa deprem, yangın, suikast, felaket, soykırım.
Bu iş cennet-cehennem ikilisinde bile aynı şekilde. Dünyanın her yerinde resim galerilerinde insanlar cennet tasvirlerine şöyle bir bakıp geçerken cehennem tasvirlerinin önünde uzun uzun duruyor, resimleri en ince detayına kadar inceliyor. Bunda tabii cennet tasvirlerinde pek bir heyecan olmamasının da bir rolü olabilir; neticede cehennem, hele ki Bosch gibi ressamlar tasvir ettiğinde en “binge-worthy” Netflix dizilerinden 10 kat heyecanlı ve ilgi çekici oluyor. Cennet ise cennet işte. Her şey iyi, her şey güzel.
Geleceğin iyiden iyiye berbat zamanlar olacağına dair inanç, aklımda yanlış kalmadıysa milattan önce 5. yüzyıla kadar gidiyor. Tabii bir yandan bu inceden bir kıskançlık da olabilir; zira insanlar geleceğin çok kötü olacağına genellikle belli bir yaşa geldikten sonra inanmaya başlıyor ve pratikte haksız çıktıklarını görme ihtimalleri de bulunmuyor (Bir de tabii o zamanlar ortalama insan ömrü 35-40). İstisnalar hariç, “10 yıl sonra her şey çok kötü olacak” demiyor, büyük felaketleri hatta kıyameti hep kendi ölümlerinden sonraya havale edip genelde de bunun başlıca sorumlusu olarak “dönemin gençleri”ni gösteriyorlar.
Yanlış hatırlamıyorsam Sokrates, bundan 2500 yıl kadar önce, “bu zamane çocuklarından bir halt olmaz, hepsi mal değneği, bunlar bu gidişle Atina’yı batırır, benden söylemesi” demiş. Sokrates’ten 2500 yıl kadar sonra Bakırköy sahilde kayalıklarda iki kişi şarap içerken yakalandığımızda, polis memurları aynı şeyleri bizim için de söylemişlerdi. Polis memurlarını Sokrates’le aynı kefeye koymak istemem. Zira neticede Sokrates haklı çıkmadı; Atina İskender’e kadar ayakta kaldı ama polis memurlarının haklı çıkma ihtimali hâlâ var, orasını tam bilemem.
Tarihsel olarak gençlerin yaşadıkları ülkelerin kaderine çarpıcı bir şekilde etki ettiği hadiseler epey. Hattâ özellikle devrimler ancak gençlerin eseri olabiliyor. Başarılı ya da başarısız, geride kalan yüzyılın devrimcilerini bir gözden geçirirseniz, göreceksiniz ki çoğunun devrimciliklerinin zirve noktasında oldukları zaman, hâlâ aileleriyle yaşamaya devam ettikleri zaman. Devrim genç işi anlayacağınız, 40’ından sonra devrim yapan çok olmuyor.
Devrim dışında, bazı ülkelerde gençlerin sayıca çoğunluğa ulaştığı ve bu sayede ülkelerinin siyasetine yön verdiği dönemler olmuş. ABD’de mesela, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaşanan doğum patlamasıyla ülkedeki demografik yelpazenin en kalabalık grubu bebekler ve çocuklar oluyor. E bu bebek ve çocuklar, oy kullanacak yaşa gelir gelmez 1970’lerde falan ülkenin siyasetine ihtiyarları hiç de dikkate almadan yön vermeye başlıyorlar. Ancak burada ilginç bir durum var: Bu “boomer” kuşağı 70’li yıllarda ülke siyasetine ağırlığını koyuyor ve sonradan yaşlanınca iktidarı bırakmıyor. 70’lerde seçmenler içindeki en büyük grup da bunlardı, bugün de bunlar. 70’lerde gençler için daha iyi bir ülke talep ettiler, şimdi ise gençlerin işine gelmeyecek ama kendi çıkarlarına olan politikaları talep ediyorlar. E şimdiki gençler de bu arkadaşlara “boomer” diye kızıyor.
Tabii bu “boomer” tanımının bizde de kullanılması bir garip; zira bizim ülkemizde ülkenin bugününe de geleceğine de “zamane gençleri” karar veriyor. Bakın önümüz seçim; kimilerine göre 7 milyonun üzerinde kardeşimiz hayatında ilk defa oy kullanacak. Ülke kurulduğundan beri yapılan seçimlerde seçmenin yarısından fazlası hemen her zaman 40 yaş altında. Her şeyi belirleyecek olan gençler yani. Geleceğimize dair bir umut ışığı varsa o da gençler sayesinde olacak, matematik bunu emrediyor. Bu bakımdan her ne kadar artık yavaş yavaş gençlerden umudu kesme yaşına doğru ilerlesem de öyle Sokrates gibi bir kalemde harcayamıyorum kardeşlerimi. Ha bakın 1 yıl içinde çok pis yaşlanabilirim de, baştan uyarayım.