Yaklaşık 100 yıldır sosyal hayata damgasını vuran futbol, siyasi iktidarların ve devlet başkanlarının en çok “oynadığı” spor faaliyeti oldu. Franco’dan Mussolini’ye, Nazilerden Çavuşesku’ya, Salazar’dan Peron’a siyasi liderler tarafından politikanın yörüngesine sokulmaya çalışılan futbol, her şeye rağmen direnmeye devam ediyor. “Faullü müdahaleler” taraftarları ayağa kaldırsa da, sonuçta top hâlâ yuvarlak…
Spor, upuzun süredir iktidarların en önemli propaganda araçlarından biri. Olimpiyat Oyunları, dünya şampiyonaları ulusların meşru savaşlarına sahne oluyor. Özellikle bir branş var ki, bir asırdır belli coğrafyalarda, belli zamanlarda 22 adamın bir topu kovaladığı oyundan çok daha fazlasını ifade ediyor.
Liderlerin bir futbol takıma gönül vermesi elbet şaşırtıcı olmasa gerek. Energie Cottbus’a gönül veren Angela Merkel, doğduğu St. Petersburg’un takımı Zenit’i destekleyen Vladimir Putin, Marsilya meftunu Emmanuel Macron… Ama bazıları sevmekten çok daha ileri gitmişti…
Futbolun bir “aygıt” olabileceğini belki de ilk kez İspanya Kralı 8. Alfonso farketmişti. Taç giymesi şerefine tarihte ilk El Clasico oynanan (1902) hükümdar, içsavaşa doğru koşan topraklarında birçok kulübü himayesine almış, kraliyet manasına gelen “Real” birçok kulübün adına eklenmişti. Betis, Celta de Vigo, Deportivo de La Coruna, Espanyol, Sociedad ve Zaragoza tahtı sahalarda temsil eden ekiplerin en bilindikleri olsa gerek. Tabii hepsini toplasanız bir Real Madrid etmiyor ya neyse…
1920’de ezeli rakipleri Barcelona, isimlerinin Katalanca’sını kullanmaya başlarken başkentliler de resmen himayeye girmişti. Artık kraliyete aittiler; onu sahada temsil edecekler, logolarında tacı bulunduracaklardı. Başarı alınyazılarıydı. Ötekiler ise Katalan milliyetçiliğinin kalesiydiler; kültürel bir kimliğin futbol sahasındaki karşılığıydılar. Onlar da kazanmak zorundaydı.
İçsavaşın ilk günlerinde Barcelona Başkanı Josep Sunyol, Francisco Franco taraftarlarınca öldürülmüştü. 1939’da harbi kazanan Franco hayatı normale döndürmeye çalışıyordu. Aynı yıl ligler yeniden demir alıyordu. Başta Atletico Madrid’i destekleyen lider, kısa sürede kentin diğer takımını seçmişti. 1943’te dünün General, bugünün Kral Kupası’nda oynanan bir maça diktatör damgasını vurmuş, tevatüre göre deplasmana gelen oyunculara reddedemeyecekleri bir teklif yapmıştı. Yarı finalin ilk ayağını 3-0 kazanan Barcelona, rövanşı 11-1’lik skorla kaybetmişti!
Topun canı istemezse…
Franco’nun açık desteğine rağmen 1953’e kadar şampiyon olamayan Real Madrid’in yazgısı bir oyuncuyla değişmişti. El Clasico’nun her iki tarafıyla da anlaşan Alfredo Di Stefano’nun transferi, ortalığı kızıştırmıştı. Sonunda bordo-mavililer masadan kalkmış, olaylar gelişmişti. O güne kadar 22 sezonda sadece iki kez ligde mutlu sona ulaşan eflatun-beyazlılar, gol makinesinin sahne aldığı 11 sezonun 8’inde şampiyon olmuş, beş de Şampiyon Kulüpler Kupası kazanmıştı. Hanedanı diktatör değil, aslında bir futbolcu yaratmıştı!
Franco’nun verdiği krediler İspanya’nın kalkınmasını sağlarken, bu sayede büyüyen işadamlarından biri olan Josep Lluis Nunez 22 yıl Barcelona başkanlığını yapmıştı. Onun zamanında Johan Cruyff takımın başına geçirilmiş, Lionel Messi ve sayısız yıldızın yetiştiği altyapı tesisleri açılmıştı. Kimbilir, Nunez kulübü hiç yönetmese belki de aralarındaki rekabet çok daha sıradan olacaktı.
1960’daki ilk Avrupa Futbol Şampiyonası’nı Sovyetler Birliği kazanırken, Franco elemelerde onlarla eşleşen ülkesini sahaya çıkarmamıştı. Dört yıl sonra turnuvayı İspanya düzenliyor, iki takım bu sefer finalde buluşuyordu. İçlerinde faşist liderin de bulunduğu 80 bini aşkın taraftar Santiago Bernabeu Stadyumu’nun tribünlerinde zafere şahitlik ediyordu.
Devir değişmişti. Topun nereye gideceğini tayin etmek oldukça zorlaşmıştı. Ama bir zamanlar böyle değildi…
Yenilmez İtalya
İspanya’da kralın futbola dokunmaya başladığı yıllarda, İtalyan bir lider daha da ileri gidiyordu. 1922’de iktidara gelen Benito Mussolini, kısa sürede ülkesinde nefes almayı bile zorlaştırıyordu. Partilerin kapatıldığı, sansürün hayatın vazgeçilmezlerinden biri olduğu günlerde Il Duce, başkentte güçlü bir futbol takımının kurulması için emir verdi. Üç minik ekibin birleşmesiyle Roma doğarken, bir takım emre itaatsizlik ediyordu: Lazio! Sonradan aşırı sağcı ve ırkçıların kalesi haline gelecek kulüp, Giorgio Vaccaro adındaki faşist bir general sayesinde ayakta kalıyordu. Fanatik bir taraftar olan Vaccaro, Lazio’nun o birleşmede erimesini engellemişti. Bir de hatırlatma; bugüne dek Roma sadece üç, Lazio ise iki defa şampiyon olabildi!
Peki Mussolini Lazio’yu mu destekliyordu? Hayır. Il Duce’nin gönlünün sultanı Bologna’ydı. Tarihinde yedi defa şampiyonluğa ulaşan camia, bunların altısını diktatörün 21 yıl süren iktidarında kazanmıştı. Ama onun yüzünü asıl millî takım güldürmüştü.
1934’te Dünya Kupası’nı düzenleme onuru Çizme’ye bahşediliyordu. Faşist iktidar kendi propagandası için mutlaka zafer bekliyor, yaslarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. O zamanlar vatandaşlık değiştirmek çok kolaydı. Bir millî takım için ter dökmüş bir futbolcu, sonradan rahatça bir başkası için sahne alabiliyordu. Gök-mavililer böylece vakti zamanında gemilerle Güney Amerika’ya gönderdiklerini geri almıştı. 1930 Uruguay Dünya Kupası’nın ikincisi Arjantin’in oyuncularından Raimundo Orsi ile Luis Monti dışında ayrıca Enrique “Enrico” Guiata ve Attilio Demaria da adeta İtalya tarafından “transfer” edilmişti.
Çeyrek finale rahat gelen ev sahibi, İspanya’yla berabere kalınca olaylar gelişti. Seri penaltı atışlarının icadına daha yıllar olduğundan, maç ertesi gün tekrarlanıyor, çaktırmadan hakem değiştiriliyordu. 1 Haziran 1934’te kıyamet kopuyordu. Bugün adına Milano’da dev bir stadyum olan Giuseppe Meazza’nın golüyle Vittorio Pozzo’nun talebeleri öne geçiyordu. Kaleciye yapılan faul es geçilmişti. İspanyollar, hakeme çılgın boğalar gibi saldırsalar da nafileydi. İspanya tek kale oynuyor, İtalya tekmelerle savunuyordu. Verilmeyen penaltı, sayılmayan gol derken evsahibi yarı finaldeydi! René Mercet o kadar taraflı bir karşılaşma yönetmişti ki bağlı olduğu İsviçre Futbol Federasyonu tarafından ömür boyu futboldan men edilmişti.
İtalya, tarihin ilk harika takımı kabul edilen Avusturya’yı devirerek final biletini almıştı. Matthias Sindelar ve arkadaşları oynamış, evsahibi tartışmalı bir golle kazanmıştı. Fileleri havalandıran işte o Arjantinlilerden Guiata’ydı.
Finalde Çekoslovakya karışısında geriye düşen gök-mavililer, Arjantinlilerden Orsi’yle mücadeleyi uzatmaya taşımış, yine Guiata’nın ortasında Schiavio, İtalya’ya Noel’i erken getirmişti. İster Pozzo’nun taktik zekası diyin, ister Mussolini’nin hakemlerle sohbetleri; zafer, iktidarın da daha önceden biçtiği gibi onların olmuştu!
Berlin olimpiyatı
İki yıl sonra tarihin en politize spor organizasyonu, Berlin’de verilen Nazi selamlarının gölgesinde başlıyordu. Adolf Hitler, iktidarının gücünü tüm dünyaya göstermek istiyordu. Devrin tüm imkanlarını seferber eden Führer, Leni Riefenstahl’den bir film çekmesini rica etmişti. Böylece propaganda tarihinin başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Olympia doğmuştu.
Jesse Owens’ın damgasını vurduğu Olimpiyat’ta futbol biraz gölgede kalıyordu. Ülkeler en iyi oyuncularıyla organizasyona katılmıyordu. Hitler’in gittiği bilinen tek Almanya maçını Norveç kazanınca evsahibi erken elenmişti. İki yıl önceki Dünya Kupası’nın yarı finalistleri, bu sefer final oynamış; o güçsüz kadrolarla da kazanan değişmemişti.
Nazilere kafa tutmak
Herkes iki futbol gücünün bir sonraki gerçek randevusunu bekliyor, 1938 Dünya Kupası için gün sayıyordu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştı. 12 Mart’ta Almanya Avusturya’yı ilhak edince, harika takım sadece bağımsızlıklarını değil, ülkelerinin adını bile kaybetmişti. Hitler’in III. Reich’ı kurduğu yıllarda, “Reich’ın doğusu” manasına gelen Avusturya ismi gitmiş, yerine Ostmark gelmişti.
İşte bu ahval ve şerait içinde futbolun birleştirici gücünden yararlanmak isteyen komutanlar, iki ülkenin millî takımı arasında bir dostluk maçı oynanmasını istemişti. Fakat bir ricaları vardı, karşılaşma berabere bitecekti. Tarihin ilk harika takımının düpedüz şike yapması gerekiyordu. Yıldızları Sindelar olan biteni kabullenemiyordu. Üzerindeki baskı nedeniyle kötü oynayan maestro yine de golünü atmış, galibiyet kutlamasıyla zamanın ileri gelenlerini delirtmişti.
3 Nisan 1938’deki maç, dünün Ostmark’ı, bugünün Avusturya’sının bir süreliğine oynadığı son karşılaşmaydı. Ülke, ilhak sonrası Dünya Kupası’na katılamasa da futbolcuları Alman millî takımında yerlerini almışlardı. Genç teknik adam Sepp Herberger’e yetkililer tarafından sihirli bir formül fısıldanmıştı; altı Alman, beş Avusturyalı oynatacaktı. Sindelar o formayı giymeyi reddederken, arkadaşları bu cesareti gösterememişti. Birbirlerinden hiç hazzetmeyen, iki farklı ülke ve mezhepten mürekkep takım, turnuvaya ilk turda veda etmişti. Şampiyon yine değişmemiş, İtalya unvanını korumuştu.
O günlerde Viyana’nın en güzel yerlerinden birinden bir café satın alan Sindeler, gelecek planları yapıyordu.1938’in son günlerinde de bu sefer Hertha Berlin karşısında emirlere uymayan maestro, yine ağları havalandırıyordu. Yine o kazanmış, Naziler kaybetmişti. Bir ay geçmemişti ki bir pazar sabahı sevgilisiyle birlikte ölü bulundu. Birçokları cinayet dedi, kimi intihar. Kimbilir, belki de sadece bir kazaydı. Ancak bu karbonmonoksit zehirlenmesi, onu adeta ölümsüzleştirmişti.
Devlet töreniyle gömülen unutulmaz forvet, 23 Ocak 1939’da öldüğü günden beri ülkesinin ilahlarından biri. Belki o da herkes gibi olsa, 1938’de Almanya formasını giyip ülkesini işgal edenlere bir kupa kazandırabilirdi. Dünya Kupası’nı kazanmış yüzlerce futbolcudan biri olmaktansa Nazilere kafa tutmuş, kim bilir bu yüzden de 36’sını bile bitirmeden ölüme koşmuştu.
Peki Hitler bir takım tutuyor muydu? Bilindiği kadarıyla hayır. Gittiği tek maçta da Almanya kaybetmişti. Futbolun gücünün farkındaki liderin bir şanssızlığı vardı; o tarihlerde takımı çantada keklik kıvamındaydı. Uzun süre oyunculara sahip çıkıp onları savaşa yollamadıysa da bir tarihten sonra onları cepheye sürmüştü.
Hitler’in 1933-1945 arasındaki iktidarında en başarılı olan kulüp Schalke’ydi. Gelsenkirchen’in köklü ekibi bu sayede onlarla ilişkilendirilmişti. Aslına bakacak olursanız, Naziler gayrıresmî başkentleri Nürnberg’in takımının şampiyon olmasını daha çok istemişlerdi. Ama meşin yuvarlağın da canı vardı; çok da nazlıydı!
Macaristan mucizesi
2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte Avrupa’da taşlar yerine oturuyordu. Sovyetler Birliği’nin himayesine giren Macaristan’ın başındaki Mátyás Rákosi muhalifleri silindir gibi ezedursun, verdiği bir kararla dünya futbolunu etkilemişti. İstihbaratçıların takımını kıskanan ordu, liderlerinden bir kulüp istiyordu. Ferencvaros sağcı bulunuyor, ihale Ferenc Puskas ve Jozsef Bozsik’in formasını giydiği Kispest’e kalıyordu. “Yurt savunması” anlamına gelen Honved böylece doğmuştu.
Ülkenin en iyi futbolcuları, istisnaları dışında tek bir adreste toplanmıştı. Her gün yanyana idmana başlamışlar; önce kulüpler, ardından millî takım düzeyinde yenilmez olmuşlardı. O efsane kadronun 32 maçlık namağlubiyet serisi, 1954 Dünya Kupası finalinde son bulmuştu. Almanya hüsranından sonra yine kaybetmek nedir unutmuşlar; 1956’da bir Şubat günü İstanbul’dan boynu bükük ayrılmışlardı.
1956 sonbaharında Macaristan ayaklanıyor, kısa sürede Sovyet tankları ülkede cirit atıyordu. Bilanço ağırdı; binler ölmüş, çok daha fazlası kaçmıştı. İşte o günlerde Honved, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Athletic Bilbao’yla eşlemişti. Rövanş Budapeşte’de oynanamamış, Brüksel’deki karşılaşmadan sonra takım dağılmıştı. Bazıları vatanlarına dönerken, yıldızlar Puskas, Sandor Kocsis ve Zoltan Czibor İspanya’ya iltica ediyordu. Millî takım sıradanlaşırken, onların büyük yeteneklerini kapan Real Madrid ile Barcelona boyut değiştirip Avrupa futbolunu tahakküm altına alacaklardı.
Rejimin doğurduğu mucize, yine rejim yüzünden son bulmuştu.
Çavuşesku ve futbol
Macaristan’da Honved’in kurulduğu günlerde, doğu sınırındaki Romanya’da da devleti yönetenler boş durmuyordu. 1947’de subaylar Steaua Bükreş’i kuruyor, ertesi yılda da içişleri bakanlığının çatısı altında Dinamo Bükreş dünyaya merhaba diyordu. İki takım arasındaki rekabet kısa süre içinde kızışacak; devletin iki güçlü bileşeni “meşru” bir düzlemde kozlarını paylaşacaktı.
1965’ten 1989’a kadar ülkeyi yöneten Nicolay Çavuşesku, Steaua taraftarıydı. Polisler ve muhaliflerin kalbi daha çok Dinamo için atıyordu. Onun iktidarında her iki ekip şampiyonlukları paylaşmış, sekizer defa mutlu sona ulaşmıştı. 1980’lerde yakalanan altın jenerasyonla birlikte ülke futbolu çağ atlıyordu.
1986’da Şampiyon Kulüpler Kupası’nda finale yükselen Steaua, Barcelona karşısında dört penaltı kurtaran Helmuth Duckadam sayesinde zafere ulaşmıştı. Tüm dünya onu konuşurken, başarılı kaleci bir anda kaybolmuştu. 27 yaşındaki oyuncunun çok nadir görülen bir kan hastalığından muzdarip olduğu söylense de Çavuşesku’nun oğullarından Nicu tarafından dövdürüldüğü iddia edilmişti. Çok sonraları sahalara dönse de futbol onu çoktan bırakmıştı.
Ertesi yıl takıma katılan Gheorghe Hagi ile birlikte takım şaha kalkmıştı. Fakat oynanan bir maç aradan geçen 30 yıla rağmen hâlâ konuşuluyor. 1988’de Romanya Kupası finalinde yine Bükreş’in iki tarafı kozlarını paylaşıyordu. Sonradan Galatasaray formasını giyecek Gheorghe Popescu, Hagi ve Iosif Rotariu’nun da oynadığı Steaua favoriydi. Mircea Lucescu’nun talebeleri son anlarda skoru eşitlemeyi başarmıştı. Son dakikada yaşananlar inanılmazdı.
Gabi Balint’in Steaua adına attığı gol, yan hakem tarafından ofsayt olduğu gerekçesiyle iptal edilince, Çavuşesku’nun büyük oğlu Valentin takımı sahadan çekmişti. Kupa Dinamo Bükreş’e verilmiş, ertesi gün basına haber yasağı getirilmişti. Sonradan toplanan federasyon hakemin saymadığı golü sayarak kupayı Steaua’ya vermişti. Ülkede iklimin değişmesinden sonra Steaua kupayı iade ettiyse de Dinamo bu teklifi reddedetmişti!
1989’da Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Galatasaray’ı geçip finale yükselen Steaua Bükreş, Milan karşısında paramparça olmuştu. O yılın sonunda Çavuşesku idam edilmiş, İtalya’da düzenlenen 1990 Dünya Kupası’ndan sonra da oyuncular Avrupa’ya açılmıştı.
PORTEKİZ
Salazar rejimi ve Kara Panter Eusebio
1932’den 1968’e kadar Portekiz’i yöneten Antonio de Oliveira Salazar, 3 F’ye sığınmıştı. Fado (müzik), fatima (din), futbol. İki -f’si cebindeki diktatör, futbolu uzun süre “ihmal” etmişti. Fakat Afrika sömürgelerinden gelen yetenekli gençlerin farkına varmış, hemen onlara vatandaşlık vermişti. Ne de olsa başarı için her yol mubahtı. Bu çocukların bir şeyler yapacağı aşikârdı.
Komşusu Franco’dan ilham alarak Benfica için Luz Stadı’nı inşa ettirdiğinde tarihler 1954’ü gösteriyordu. Onun yeni devlet anlayışı kısa süre içinde futbol sahasına yansıyordu. Takımın başına geçen Bela Guttmann kendi oyun anlayışını kısa sürede öğrencilerine ezbetletmiş, yakalanan altın kuşakla başarılar gelmişti. Biraz olaylı bir şekilde transfer ettikleri Eusebio ile de halka tamamlanmıştı.
İşte bu Mozambik asıllı genç önce ülke, ardından Avrupa futboluna damgasını vurmuştu. O atıyor, zaferler dur durak bilmiyordu. Dört defa Şampiyon Kulüpler’de final oynamışlar, bir kez de kazanmışlardı. Kısa sürede Kara Panter’i renklerine bağlamak isteyen kıtanın devlerinin karşısına Salazar dikiliyordu. Santrfor millî hazine ilan edilmiş, yurtdışına transferi yasaklanmıştı.
ARJANTİN
Arjantin cuntasının dünya kupası hesabı
Dünya Kupası organizasyonu 1978’de Arjantin’e verilmişti. Bu onur bahşedildiğinde, Juan Peron koltuğunda oturuyordu. 1976’da askerî cunta yönetime el koyunca, bazı ülkeler endişelerini dile getirmişti. FIFA verilen taahütleri yeterli görmüş, generaller de organizasyon için hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Şampiyona için 1974’te hazırlanan logo, Peron’un bir figüründen esinlenerek tasarlandığı için değiştirilmek istense de askerler bir adım atamamıştı, zira ürünler çoktan piyasadaydı. Fakat kadro yapılırken, teknik direktör Cesar Luis Menotti’nin kulağına bazı şeyler fısıldanıyor, Peron ile bir şarkıda da beraber anılan ülkenin en büyük takımlarından Boca Juniors’tan kimse millî takıma alınmıyordu.
Turnuvada iyi giden evsahibinin finale çıkabilmesi için Peru’ya en az dört fark atması gerekiyordu. Maç 6-0 bitmişti. Tesadüf bu ya, yarım düzine gol yiyen Peru’nun kalecisi Ramon Quiroga Arjantin’de doğmuştu. O gün soyunma odasını ziyaret eden cuntanın başı Jorge Rafael Videla istediğini almıştı. Tevatüre göre Henry Kissinger da yanındaydı…
Bir tarafta sokak ortasında sırra kadem basanlar, gün ışığında buharlaşanlar, işkencede kaybedilenler, bir tarafta tribünlerden yükselen “ole”ler… Arjantin, ilk Dünya Kupası’na böyle ulaşmıştı. Videla çok değil, yedi sene sonra ömür boyu hapis cezasına çarptırılacaktı.