Fatma Girik’le Memduh Ün’ün yarım asırlık efsane aşkı, onuncu yılının sonunda kısa bir ayrılıkla kesintiye uğradı. Bu kısa ayrılık, başka bir efsane aşkın başlangıcı olmuştu; Fatma Girik ve birlikte sahneye çıktığı Durul Gence birbirlerine tutulmuşlar, alelacele nişanlanmışlardı. Ozan Sağdıç’ın ilk elden tanığı olduğu bu kısa ama tatlı hikaye, başladığı gibi yıldırım hızıyla bitecekti.
Henüz amatör fotoğrafçıyken, 1955’te Sultanahmet civarında çektiğim bir fotoğrafımı Milliyet gazetesine götürüp rahmetli Abdi İpekçi’ye göstermiştim. Haber değeri olduğu için beğenmiş, ertesi gün yayımlanmak üzere odanın ortasındaki camlı bölmenin öbür tarafında oturan Turan Aytul’a vermiş ve “Arkadaşımızı muhasebeye götür de telifini versinler” demişti. O gün, benim sadece ünlü bir gazetecinin elinden aldığım ilk telif hakkının anısı olarak kalmadı; aynı zamanda büyük ustayla giderek gelişecek bir dostluğun başlangıcı da oldu. Takipçi ve dikkatli bir insandı.
Nişan günlerinde, Durul Gence ve Fatma Girik.
Gazetenin idarehanesi Molla Fenari Sokağı’ndan Nurosmaniye Caddesi’ne taşındığı zamanlar ben de Hayat mecmuasında mesleğe başlamıştım. Abdi Bey’in odası birinci kattaydı. Kıvrımlı bir merdivenden çıkar çıkmaz hemen karşınıza çıkardı. Hem merdiven boşluğuna hem de yazıişleri salonuna açılan iki kapısı da genellikle açık olurdu. Milliyet’te arkadaşlarım vardı. Onları ziyarete gittiğimde açık kapıdan gözüne çarparsam, işaretle yanına çağırırdı. Kimi konularda fikrimi sorardı. Ben işin başlarında çok genç bir gazeteciydim. Onun engin deneyimi karşısında benim düşüncemin ne değeri olabilirdi ki… Bu tutumu bana garip gelirdi. Kimbilir, belki de beni sınıyordu.
Dergimizin Ankara bürosunun açıldığı 1960’ta, gönüllü olarak Ankara’ya atanmıştım. Hayat dergisinin yanında ona kardeş bir dergi daha yayın hayatına girmişti. Hayat bir aile magazini kimliğini korurken, Ses dergisi daha önce Türkiye Yayınevi’nin yıllardır yayınladığı Yıldız dergisinin konularını, yani sinema, tiyatro ve diğer eğlence dünyasının, şehirdeki gece hayatının aktüalitesini işleyecekti. Bize bu alemle daha çok ilgilenmek için bir alan açılacaktı. Böyle bir meşgaleden hoşlananlar için bulunmaz bir fırsattı.
O günlerde ben şehirde konu avına çıktığımda peşimi bırakmayan meraklı bir arkadaş türemişti. Gittiğim her yerde bana eşlik ediyor; sorular sorup duruyordu. Ben Ankara’ya gideceğim için yerim boşalacaktı. Bizimkilere bu meraklı arkadaşı tavsiye ettim. Erol Dernek adındaki bu genç arkadaş, tam da bu işlerin adamı çıktı. Öylesine bu aleme daldı ki kendisini helak etti. Ve sonunda genç yaşında ölüverdi zavallı.
Gelelim bizim Ankara’daki yaşamımıza… Ankara’da büro açma fikri, o zamanlar iktidarda olan Menderes yönetiminin basın üzerindeki baskısı yüzünden onlara yakın olma politikasının sonucu olduğu kadar, o zamanın koşullarında Başkent’te yeni bir sosyetenin de yeşermesindendi. Opera, Devlet Tiyatrosu ve Cumhurbaşkanlığı Orkestrası sadece Ankara’daydı. Balolar, galalar gırla… Öyle ki, şaşaalı yılbaşı balolarında boygöstermek üzere tuvalet diktirenler iki ay öncesinden sıraya giriyorlardı. Hatta Paris’te tuvalet diktiren Bakan hanımlarından bahsedilir olmuştu. Henüz televizyon yoktu. Gazinoların altın çağıydı, pıtrak gibi çoğalmışlardı.
Birden “27 Mayıs İhtilali” oldu. Bazı oluşumların önü kesildi, bazıları şekil değiştirip devam etti. Gazino kültürünün sürdürülebilmesi için sahneye çıkaracak yeni elemanlara ihtiyaç vardı. Bunlar ya radyo sanatçılarından ya da sinema dünyasında parlamış artistlerden devşiriliyorlardı.
Türk sinemasının zirve yaptığı 1960’ların Türkan Şoray, Neriman Köksal, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Muhterem Nur gibi starlarının yanına yeni bir isim daha katılmıştı: Fatma Girik. Aslında genç bir sinema yıldızı olan Fatma Girik’i uzun boylu anlatmaya gerek yok. Henüz 16 yaşındayken figüran olarak katıldığı bu kafilede, sanat hayatı boyunca 180 civarında filmde rol alarak sevilen bir sanatçı olmuştu. Filmlerinin önemli bir bölümü köy filmleri idi. 1960 yapımı “Ölüm Peşimizde” rol aldığı ilk ciddi filmdi. Bu filmin yönetmeni Memduh Ün’dü. Bu olay aynı zamanda hayat boyu sürecek bir beraberliğin başlangıcı olmuştu. Memduh Ün, eski eşinden ayrılmamıştı ama Fatma Girik’le olan beraberliği 50 yılı aşan bir süre büyük bir bağlılıkla sürecekti. Bunun tek bir istisnası olmuştu. Talihin bir cilvesi olarak bunun yakın tanıklarından biri de ben olmuştum. O sıralarda Hayat – Ses grubundan kopmuştum. Ankara’daki gazetecilik hayatımda, iki kişiyle sıkı-fıkı arkadaşlığım oluşmuştu. Bunlardan birisi Örsan Öymen, diğeri Mete Akyol’du. Ne yazık ki Örsan’ı pek genç bir yaşta yitirmiştik. Sessiz sedasız Mete’ye magazin malzemesi yardımı yapıyordum. Siyah-beyaz televizyon yeni başlamıştı. İlk kez Milliyet gazetesi bağımsız bir dergi niteliğinde radyo-televizyon eki vermeye başlamıştı. Tek televizyon stüdyosu Ankara’daydı. En güçlü radyo merkezi de oradaydı. Daha önce belirttiğim gibi, Abdi İpekçi ile özel bir tanışıklık içindeydik. Abdi Bey bu ilavenin hazırlanmasını Mete ile ikimize havale etmişti. O tarihlerde teknoloji, bir yayının bir şehirde hazırlanıp başka bir şehirde basılmasını sağlayacak kadar gelişme göstermişti.
Yine daha önce söylediğim gibi gazinocular, ünlü oyunculara el atmıştı. Fatma Girik artık sahnelere de çıkıyordu. Bir süreliğine de Ankara’daki bir gazinonun konuğu olmuştu. “Kızı boş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya” derler ya, Fatma Hanım da bu kısa süre içinde kendisine uygun bir davulcu bulmuştu! İş ortamında tanıştığı Durul Gence’yle birbirlerine kanları ısınmış ve alelacele evlenmeye karar vermişler. İlk etap da Durul’un babasının evinde gerçekleşecek nişan töreniydi.
Hem ben hem de Mete Akyol, son derece sevimli bir insan olan Durul Gence’nin iyi arkadaşıydık. Onu o günlerde Ankara’nın yıldızı olarak parlayan Alpay’a eşlik eden müzik topluluğunun bateristi olarak tanımıştık. Nişan töreninin doğal konuklarıydık. Olayı olabildiği ölçüde fotoğraflayabildiğimi sanıyorum. Nişandan sonra Maltepe’deki bir gece kulübüne gidildi. Genç çift bol bol dans ettiler.
Ertesi gün yine baba evindeydik. Bu kez konuk olarak sadece üç kişiydik. Biri bendim o konuklardan, biri Mete, biri de Öztürk Serengil… Vakit muhabbetle geçerken telefonun zili çaldı. O zamanlar cep telefonunun hayali bile kurulamazdı. Şehirlerarası görüşmeler santrala yazdırılır; uzun bir bekleyişten sonra sıra gelirdi. Gelen telefon, şehirlerarası bir aramaydı. Kimdi acaba, haberi duyan bir dost tebrik mi edecekti?
Arayan, Fatma ile görüşmek istiyordu. Fatma Girik ahizeyi eline aldı. Evet arayan bir dosttu, ama arama nedeni çok farklıydı. Oldukça sert bir dille ona “Bu saçmalığı bırak, hemen İstanbul’a dön” ihtarını çekti. Tahmin edileceği üzere sesin sahibi Memduh Ün’dü. O an akan sular durmuştu. Gerisini anlatmaya gerek olmayacak sanırım. Bir tatlı rüya bitmiş; herkes kendi dünyasına çekilmişti.
Yıllar sonra Durul ile bir sohbet sırasında o günleri anımsadık. Güleç bir yüzle “Ama çok güzel bir şeydi yahu” dedi sadece.