19. yüzyılda İngilizlerin gambot (savaş gemisi) diplomasisi, Amerikalıların büyük sopa politikası adını verdikleri eski strateji, günümüzde özellikle ABD tarafından sandıktan yeniden çıkartılmış görünüyor. Amaç, ekonomik-siyasi yaptırımlarla “yola getirilmek” istenen devleti pazarlık masasına oturtmak, böylece gerçek bir savaşın maliyetinden kaçınmak. 19. yüzyılın büyük devletleri bu yöntemle bir taşla iki kuş vuruyordu: Güç gösteriyle muhataplarının gözünü korkutuyor, vatandaşlarının milliyetçi duygularını okşayarak kendi kamuoylarını hoş tutuyorlardı.
İngiliz İşçi Partisi tarihinin en parlak isimlerinden biri olan Aneurin Bewan, 1950’lerde Muhafazakâr Parti lideri Churchill için şöyle demişti: “Dünyanın herhangi bir yerinde İngiltere’nin başı sıkışsa, Churchill’in aklına gelen tek çözüm hemen oraya bir gambot (gunboat-savaş gemisi) yollamaktı”.
Churchill bu refleksi, İngiliz dış politika tarihinde “gambot diplomasisi” denilen bir gelenekten miras almıştı. Bugün uygulanan “ekonomik yaptırım diplomasisi”nin 19. yüzyıldaki bu versiyonunu inceleyen İngiliz tarihçi James Cable Gambot Diplomasisi (Gunboat Diplomacy) adlı kitabında bu uygulamayı şöyle tanımlıyor: “Topyekûn bir savaş ilan etmek yerine, sınırlı deniz gücü tehdidini kullanarak, uluslararası bir çatışmada veya yabancı ülkelerin kendi toprakları içinde bir avantaj elde etmeye veya kaybı önlemeye çalışmak”. Bu politikanın günümüzde “Amerika’yı yeniden (eskisi gibi) büyük yapmak” sloganıyla yola çıkan ABD Başkanı Trump’ın Meksika’dan İran’a, Kanada’dan Rusya’ya, AB ve Türkiye’den Çin’e kadar dünyanın çeşitli ülkelerine karşı uygulamaya çalıştığı ekonomik yaptırım, gümrük tarifelerini yükseltmek gibi yöntemlerle tehdit ederek müzakere masasına oturtma stratejisinden pek farkı yoktu.
İngiliz vakası
Gambot diplomasisi, stratejik bir bölgeye küçük bir savaş gemisi filosu göndererek bunu müzakere için kullanmaya dayanıyordu. İngiltere başta olmak üzere bu yöntem, Avrupalı büyük güçler tarafından özellikle Asya’da 19. yüzyıl boyunca defalarca kullanıldı. Buna ilk hedef olan ülkelerden biri de Osmanlı İmparatorluğu’ydu.
19. yüzyılın ilk yıllarında Avrupa, Napoléon savaşlarıyla sarsılıyordu. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun Napoléon yönetimindeki Fransa ile anlaşmasını engellemek için elinden geleni yapmaya kararlıydı. İstanbul’da o sıralarda Fransa’nın gönderdiği elçi Sebastiani çok faal olduğu gibi, pekçok Fransız teknokrat ve subay da III. Selim’in askerî ve eğitim reform programları için çalışıyordu. Ancak İstanbul’daki İngiliz elçisi Charles Arbuthnot, hükümetinden aldığı talimatı uygularken hiç de diplomatik davranmadı. Osmanlı hükümetinden, Fransız elçisi Sebastiani’nin sınırdışı edilmesini istedi; bu da Osmanlıları çok kızdırdı. Bunun üzerine, Şubat 1807’de tehdit diplomasisine geçmek isteyen İngiliz hükümeti, Amiral Sir John Duckworth komutasındaki 11 gemiden oluşan bir filoyu İstanbul’a yolladı. Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Kınalıada yakınında demir atan İngiliz filosu, toplarını İstanbul’a çevirdi.
11 İngiliz gemisi İstanbul’da Sör Duckworth’un komutasındaki 11 gemiden oluşan filo, Çanakkale’yi geçmiş Kınalıada’ya kadar ulaşmıştı. Kesin Osmanlı zaferiyle sonuçlanan bu atak, tarihe Vak’a-i İngiliz olarak geçti.
İstanbul halkının “Vak’a-i İngiliz” adını taktığı bu olay sırasında önce kentte bir panik yaşandı. İstihkâmları zayıf olan şehir, denizden gelecek bir saldırıya nasıl direnecekti? Bu arada Fransız elçisi General Sebastiani, padişah III. Selim’in huzuruna çıkarak, İstanbul’u çatışmaya hazırlamak için her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu belirtti. Bir hafta içinde İstanbul halkı, Fransız mühendisler, yeniçeriler, topçular ve denizciler olağanüstü bir faaliyete girişerek şehrin savunması için tabyalar inşa ettiler. Hatta o sırada İstanbul’da bulunan ve istihkâmlarda çalışan Fransız mühendis Antoine Juchereau de Saint-Denys, halkın heyecanının hükümeti de olumlu yönde etkilediğini ve cesaret verdiğini yazdı.
İstanbul’daki hazırlıklar Fransız ressam Jules Rigo’nun resminde, İngiliz vakası sırasında III. Selim, Fransız elçisi General Sebastiani ile birlikte İstanbul’da İngiliz filosunun muhtemel saldırısına karşı yapılan hazırlıkları denetliyordu.
İstanbul’da bu hazırlıklar devam ederken, Osmanlı hükümetiyle İngilizler arasında görüşmeler de başladı. İki taraf birbirini tehdit etti; İngilizler gemilerinin şehrin kıyılarına doğru ilerleyeceğini, Osmanlılar ise eğer gemiler yaklaşırsa, kentte yaşayan İngiliz uyruklarını halkın öfkesine karşı koruyamayacaklarını söyledi. Müzakereler 1 aya yakın sürdükten sonra, İngiliz filosu bir şey yapamadan 1 Mart’ta İstanbul’dan ayrıldı; hatta Çanakkale Boğazı’ndan geçip Ege’ye açılırken burada hazırlıklarını tamamlamış olan Osmanlı istihkâmlardan gelen bombardıman nedeniyle epeyce kayıp da verdiler.
İngiliz filosuna bombardıman
1 Mart 1807’de İstanbul’dan ayrılan İngiliz filosu, Çanakkale Boğazı’ndan geçip Ege’ye açılırken Osmanlı istihkâmlarından bombardıman yemişti.
Bu tarihten sonra 19. yüzyıl boyunca birkaç gemiden oluşan İngiliz filoları dünyanın çeşitli kentlerinin önünde demir atarak, bazen bombardımana da başvurarak ülkeleri pazarlığa ve taviz vermeye zorladı. Ancak bu işin aynı zamanda iç politikada da işe yarayacağı, güçlü bir ülkenin her yerde her istediğini yapabileceğini göstermek suretiyle propaganda aracı olarak da kullanılabileceği düşüncesini geliştiren, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston oldu.
Don Pacifico Olayı
Yakınlarının kısaca “Pam” dedikleri Lord Palmerston, İngiltere’deki liberal hükümetin dışişleri bakanıydı. Bir anlamda, bugünün ABD Başkanı Trump’ı andıran, popülist, şoke edici konuşmalar yapmayı seven, kendi başbakanı Lord Russell dahil kimseyi dinlemeyen, başına buyruk politikalar izleyerek İngiliz kurulu düzenini zaman zaman sarsan bir politikacıydı. Kraliçe Victoria, hatta başbakan bile onun davranışlarından şikâyetçiydi. İspanyol hükümetinin İngiliz elçisini ülkeden kovmasına, Sicilya Kralının İngiltere Kraliçesiyle arasının açılmasına neden olduğu için sık sık azar işitiyor ama kimseyi dinlemiyordu. Çeşitli ülkelerin hükümdarlarından şikâyet mektupları alan Kraliçe Victoria onun için “başka ülkelerin devlet başkanlarına yolladığı mektuplar bir centilmene layık değil. Üstelik bütün bunların sorumluluğu da benim üzerime yıkılıyor” diye yakınmıştı.
Ancak Palmerston’ın kariyerindeki en ünlü olay, 1850’de Yunanistan’ı karıştıran Don Pacifico vakası oldu.O sırada İki İngiliz vatandaşı, Yunanistan’dan tazminat talep ediyordu. Bunlardan George Finlay, Yunan hükümetinin Atina’daki mülkünün bir bölümünün Yunanistan kralına saray yapmak üzere kamulaştırıldığını, ancak ödenen paranın istediği kadar olmadığını öne sürüyordu. İkinci İngiliz ise, Cebelitarık doğumlu bir Büyük Britanya vatandaşı olan tüccar David Pacifico’ydu. Pacifico, Portekiz’in başkonsolosu olarak Atina’da yaşıyordu. 1847 yılının paskalyasında, Atinalı Rum Ortodokslar her yıl yaptıkları gibi sokaklarda Hz. İsa’ya ihanet eden Yahuda İskaryot’un kuklasını yakarak bayramı kutlamaya hazırlanırken, Yunan hükümeti bu gösteriyi yasakladı. Bunun üzerine kalabalık, David Pacifico’nun konağına hücum edip “ağır küfürler ederek” karısına ve çocuklarına saldırdı, mobilyaları kırıp döktü, parasını ve mücevherlerini çaldı. Pacifico, olayın yatışmasından sonra saldırının tazminatı olarak Atina hükümetinden tam 26 bin sterlin istedi ki, bu inanılmaz bir miktardı. Bugünkü satın alma gücüne göre, yaklaşık 3.5 milyon sterline yaklaşıyordu ve aynı yıllarda bu parayla değil Atina’da, Londra’da bile şaşaalı bir konak yaptırılabilirdi. Mantıklı bir tazminatı ödemeye hazır olan Yunan hükümetinin bu inanılmaz miktarı geri çevirmesinde şaşılacak bir şey yoktu.
Ancak İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston, olayı geçiştirmeye niyetli değildi. Büyük Britanya’nın gücünü dünyaya göstermek için bu olay iyi bir fırsattı. Yunanistan güçsüz bir ülke olduğu için yapılacak müdahalenin riski düşük, olay gazeteler aracılığıyla halka anlatılabilecek basitlikte olduğu için de propagandaya müsaitti.
Böylece dışişleri bakanının emriyle Akdeniz’deki İngiliz filosunun komutanı Sir W. Parker, 11 Ocak 1850’de Pire limanının karşısındaki Salamis adası açıklarına geldi. Sanki MÖ 480’de Pers ordusunun Atina şehir devletiyle karşılaştığı ünlü deniz muharebesi tekrarlanıyordu ama bu sefer herşey kontrollü ve risksizdi. 24 Ocak’ta İngiliz kraliyet donanması, Yunan kıyılarında “barışçıl” bir abluka başlattığını duyurdu. Amaç, Pacifico ve Finlay’e ödenecek tazminat taleplerinin karşılanmasıydı. Kraliyet donanması birkaç gemiye el koyarak Yunan hükümetine baskı uygulamaya karar verdi ancak Yunanlılar zaten az sayıda olan gemilerini vermeyi reddetti. Bunun üzerine Parker, Yunan ticaret gemilerine el koymaya başladı. Şubat ortasında İngiliz filosunun el koyduğu ticaret gemisi sayısı 40’ı aşmıştı.
İngilizler, Yunanlar karşı karşıya
1850 Don Pacifico olayında, Pire açıklarında İngiliz gemisi Yunan gemileriyle karşı karşıya gelmişti.
İstanbul’daki hazırlıklar Fransız ressam Jules Rigo’nun resminde, İngiliz vakası sırasında III. Selim, Fransız elçisi General Sebastiani ile birlikte İstanbul’da İngiliz filosunun muhtemel saldırısına karşı yapılan hazırlıkları denetliyordu.
Bu sert tedbirler diplomatik çevrelerde nihayet bir tepkiye yol açtı. Rusya’nın İngiltere elçisi Brünnov, “çok ciddi olduğu anlaşılan” bu uygulamanın açıklanmasını istedi. Yunan hükümetinin İngiliz taleplerine boyun eğmeyi reddetmesinin ardında büyük ihtimalle Fransız elçisinin tavsiyesi yatıyordu. Kısacası İngiltere, Don Pacifico olayında Rusya ve Fransa gibi iki büyük güçle diplomatik bir gerilim içine girmişti.
Bu gelişmeler İngiltere’de müthiş bir tepkiye yol açtı. Birkaç bin sterlinlik, haklı olup olmadığı tartışmalı bir tazminat uğruna, İngiltere zayıf ve genç bir ülkeyi çok sert bir şekilde ezmeye kalkmakla yetinmemiş, bir de Fransa ve Rusya ile bir savaşın eşiğine getirmişti. Muhalefetteki Muhafazakâr Parti, Haziran 1850’de Lordlar Kamarası’na Dışişleri Bakanı Palmerston ve hükümetine karşı bir gensoru önergesi verdi. Önerge 37 oy çokluğuyla onaylandı ve birdenbire sadece Palmerston’ı değil, hükümeti de tehdit eden bir ortam oluştu. Birkaç gün sonra, herkes hükümetin düşeceği beklentisiyle, önergenin tartışılacağı Avam Kamarası’na koştu. İşte Lord Palmerston, İngiliz siyaset tarihine geçen 4.5 saatlik ünlü konuşmasını bu tartışma dolayısıyla 25 Haziran 1850’de yaptı:
“Bu meclisin önüne getirilen soruya korkusuzca meydan okuyorum: Majestelerinin hükümetinin dış politika ilkeleri ve yurtdışındaki uyruklarımızı korumamız gerektiği konusundaki görev duygusu, İngiltere’nin yönetimini üstlenenlerin benimsemesi gereken ana prensiplerdir; eski günlerde kendisini özgür kabul eden Romalının Civis Romanus sum (Bir Roma vatandaşıyım) dediği gibi, bir Büyük Britanya vatandaşı da, hangi ülkede olursa olsun, İngiltere’nin dikkatli gözünün ve güçlü elinin kendisini haksızlığa karşı koruyacağından emin olacaktır”.
Tarihe geçen olay
İrlanda kökenli asilzade Lord Palmerston, Don Pacifico sürecinde avam kamarasında 4.5 saat süren bir konuşma yapmıştı.
Palmerston, bu konuşmadan anlaşıldığına göre Yunanistan kıyılarına gönderdiği gemilere bir çeşit ideolojik ruh aşılıyordu. Attığı nutuk parlamento üyelerinin bütün milliyetçi içgüdülerini, büyük bir devletin uyrukları olmaktan doğan gurur duygusunu uyandırdı ve oturum sonunda Palmerston 46 oyluk bir çoğunlukla kendisini ve hükümetini kurtardı. Palmerston’ın şöhreti hiç bu kadar yüksek olmamış, Latinceden habersiz olan halk arasında bile Civis Romanus sum sözü popüler hale gelmişti.
Olayda İngiliz uyruklu Portekiz konsolosu Don Pacifico’nun Atina’daki evi yağmalanmıştı
Elbette Palmerston’ın bu popülist konuşmasına karşı çıkanlar vardı. Örneğin kendi partisinin üyelerinden William Gladstone, “Büyük Britanya eski Roma’ya benzetilecekse, dünyayı köleleştiren Roma İmparatorluğu’na benzetilebileceğini” söyleyecek kadar cesur davrandı. Radikal milletvekili Richard Cobden ise böyle saldırgan bir dış politikanın ekonomik maliyetine ve yarattığı ahlaki sorunlara dikkat çekti ama, Palmerston’ın sözleriyle kendilerini birer Roma senatörü olarak hayal etmeye başlayan milletvekilleri dışişleri bakanını desteklediler. İngiliz halkı bu büyüklük gösterisinden hoşlanmıştı; Palmerston parlamento çıkışında halkın tezahüratlarıyla karşılandı. Artık ülkedeki en popüler insan haline gelmişti.
Dönemin başbakanı
Lord Palmerston bu olayla tarihe geçmişti.
Aslında bu şatafatlı nutuklar ve prensiplerle olayın küçüklüğü arasında büyük bir uçurum vardı. Bir kere Yunanistan o sırada henüz 18 yıllık bir devletti (Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını resmen 1832’de elde etmişti) ve bugünkü Yunanistan’ın neredeyse yarısı kadardı. Böyle bir ülkeyi tehdit etmek herhalde dünyanın en zor işi sayılmazdı. Ayrıca bütün patırtılara rağmen, sorun nihayet Fransa ve Portekiz’in aracılığıyla çözümlendiğinde, Don Pacifico’ya istediği 26 bin sterlin değil sadece 150 sterlinlik bir tazminat ödendiğini de eklemek gerekiyor!
Savaşmadan tazminat
İngiliz filosu, Kefalonya üzerinden Pire’ye gitmek üzere Korfu’dan ayrılıyor. 24 Ocak’ta İngiliz kraliyet donanması, 24 Ocak’ta Yunan kıyılarında “barışçıl” bir abluka başlattığını duyurmuştu, amaç savaşmadan tazminat talebinin karşılanmasıydı.
Civis Romanus sum
Palmerston “Ben Roma vatandaşıyım” cümlesini, Romalı avukat ve politikacı Cicero’nun mahkemede yaptığı ünlü bir savunmadan almıştı. MÖ 70’de avukat Cicero, yirmi Sicilyalı müvekkili adına, eski Sicilya Valisi Gaius Verres’e karşı valiliği sırasında görevini kötüye kullanmak, rüşvet almak, Sicilyalıların servetine zor kullanarak el koymak gibi suçlamalarla dava açtı. Bu davada yaptığı ve günümüze kadar gelen açılış konuşmasında, Cicero, eski Sicilya valisinin bir Roma vatandaşına yaptığı işkencelerden uzun uzun söz etti. Publius Gavius adındaki bu Roma vatandaşı, asi köle Spartacus’un bir casusu olduğu iddiasıyla hapse atılmış, ağır işkencelerden geçirildikten sonra çarmıha gerilmişti. Kamçılandığı sırada Publius Gavius sürekli olarak ‘Civis Romanus sum’ diye bağırmıştı ama onu dinleyen olmamıştı. Oysa bir Roma Cumhuriyeti vatandaşının kamçılanma ve çarmıha gerilme gibi yöntemlerle cezalandırılıp idam edilmesi yasaktı (Spartacus’un köle taraftarlarının veya Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinin nedeni, Roma vatandaşı olmamalarıydı).
Cicero, davasını büyük bir başarıyla kazandı. Onun açısından Roma vatandaşı olmak, büyük bir devletin uyruğu olmaktan çok, kölelere ve diğer halklara göre cumhuriyet vatandaşlarına tanınan ayrıcalık açısından önemliydi. Bu nedenle, ABD Başkanı John F. Kennedy 26 Haziran 1963’te Batı Berlin’de yaptığı ünlü konuşmada Cicero’dan esinlenerek “İkibin yıl önce en çok gurur veren söz Civis Romanus sum sözüydü. Bugün ise özgürlük dünyasında, en gurur verici söz ‘İch bin ein Berliner’dir (ben bir Berlinliyim)” derken, Romalı hukukçunun savunmasındaki ruha uygun davranıyordu: Burada sözkonusu olan büyük bir devletin vatandaşı olmak değil, özgürlüklerin ve insan haklarının savunulmasıydı.
Oysa Palmerston’ın kullandığı çerçevede bu cümle, İngiltere’nin 1850’deki gücünü, Roma’nın gücüne benzetiyordu. Büyük Britanya kamuoyu, Palmerston ilkesini bugün bile unutmadı. Örneğin 2009’da Somalili korsanlar Hint Okyanusu’nda İngiliz vatandaşlarını rehin aldığında, The Times gazetesinde çıkan bir yazıda muhafazakâr ve milliyetçi politikacı (günümüzde Brexit yanlısı) Michael Gove, İngiliz hükümetinin pasif tutumunu eleştirerek Britanya imparatorluğunun bütün kaynaklarının başka bir ülkede özgürlüğünü kaybeden vatandaşlarını savunmak için seferber edildiği o eski günleri özlemle anıyordu.
‘Ceza Savaşı’
Büyük Britanya 19. yüzyılda uyruklarına yapılan saldırılara sadece gambot politikasıyla değil, “ceza savaşı” politikasıyla da karşılık vermişti. Örneğin 1897’de Afrika’nın sayılı bağımsız ülkesinden biri olan Benin’in İngiliz tüccarlarından gümrük vergisi almaya kalkması üzerine ülkeye çok küçük bir birlik gönderilmiş, bunların pusuya düşürülüp öldürülmesi üzerine iki ay sonra 1200 kişilik bir İngiliz kuvveti Benin’in başkenti Benin’e girerek öldürmüş, yakmış, yıkmış ve ülkenin 16. yüzyıldan kalma tunç heykellerinden oluşan büyük tarihî mirasını yağmalayarak Londra’daki British Museum’u ve özel koleksiyoncuların depolarını doldurmuştu. Ancak bu olaydan yaklaşık 100 yıl sonra Somalili korsanlar İngilizleri rehin aldığında, Büyük Britanya artık dünyanın en büyük imparatorluğu olmadığı gibi, donanmasını Somali korsanlarına karşı Hint Okyanusu’na salmak hiç de mantıklı bir politika değildi.
Amerikan sopası
20. yüzyılda ABD özellikle kendisine ait bir nüfuz alanı olarak gördüğü Orta ve Güney Amerika’da gambot diplomasisini benimsedi. Buna Amerikalılar “büyük sopa” (big stick) politikası adını da takmışlardı. ABD, istemediği rejimleri devirmek veya istediği tavizleri almak için Haiti, Dominik Cumhuriyeti ve Nicaragua gibi ülkelere sayısız askerî harekatlar düzenledi. Bu politikanın Franklin Roosevelt’in iktidara geldiğinde ilan ettiği “İyi Komşu” diplomasisiyle sona erdiği iddia edildiyse de, sonraki yıllarda da devam etti. Bunun en son örneği, 1994 gibi yakın bir zamanda Clinton yönetiminin Haiti’deki rejimi devirmek için bir filoyu ada açıklarına göndermesiydi.
21. yüzyılda ise Donald Trump yönetimi, üç kıtaya yayılan birkaç cephede, çok sayıda ülkeyi ekonomik ve siyasal, farklı nedenlerle müzakere masasına çekmek, bu masada önceden avantaj sahibi olmak için doğrudan savaşa girmek ya da filo yollamak yerine, ambargo, yaptırım ve tarife engelleriyle yeni bir “büyük sopa” diplomasisi uyguluyor.
Sopa ve diplomasi
Büyük devletlerin ekonomik ve siyasal çıkarları, tarih boyunca diğer ülkelerin kaderi üzerinde belirleyici rol oynadı. Emperyal kuvvetlerin uluslararası çapta kontrol sağlama çabaları, aynı zamanda kendi kamuoylarına yönelik bir destek, propaganda, prestij malzemesi oluşturuyordu. 18. ve 19. yüzyılların denizaşırı sömürgeci güçleri Büyük Britanya ve Fransa’nın başlattığı, geçen yüzyıl başlarından itibaren ABD’nin sürdürdüğü “diplomasi”, esas olarak sıcak savaşın getireceği kayıp ve masraflardan kaçınarak, iradesini dayatmaya ve kabul ettirmeye yönelikti. Yakın tarihte sınırlı askerî harekatlar olarak ortaya çıkan bu inisiyatifler, günümüzde de ekonomik yaptırımlarla birleşerek “modern bir karakter” kazanmış durumda. “Büyük birader”in “büyük sopa” politikası…
GAMBOT DİPLOMASİSİNDEN ÜÇ ÖRNEK: ÜÇ GEMİ YOLLA, GÖZDAĞI VER, İŞİ BİTİR!
ABD-JAPONYA (1853-54) Komodor Perry’nin gövde gösterisi
Japonya, iki yüzyıldır uyguladığı politika nedeniyle, 19. yüzyıl ortasında Hollandalılar hariç dünyanın gerisine kapalıydı. 2 Temmuz 1853’de Amerikan deniz kuvvetlerine bağlı, ‘komodor’ rütbeli filo kaptanı Matthew C. Perry, iki buharlı, iki yelkenli gemiden oluşan filosuyla ülkenin başkenti Edo’ya (bugün Tokyo) birkaç kilometre uzaklıktaki Uraga Körfezi’ne girdi. Perry korku içindeki Japonlara ABD Başkan Millard Fillmore’dan aldığı mektubu verdi: Limanlarını dünyaya açacaklardı yoksa…
Komodor Perry, Japonlara bir yıl süre vererek ayrıldı. Şubat 1854’te bu defa yedi gemi ve 1600 kişilik kuvvetle geri döndü ve bugünkü Yokohama kenti yakınlarında demir attı. Japonlarla yapılan sıkı pazarlıklardan sonra 31 Mart 1854’te Kanagava Antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre bazı limanlar Amerikalı ticaret gemilerine açılacak ve bu limanlardan birinde bir Amerikan konsolosluğu kurulacaktı. Elbette Amerikalıların arkasından diğer Avrupalı ülkeler de Japonya’ya üşüştü.
FRANSA-SİYAM (1893) İki gemiyle Fransız ültimatomu
Hindiçini Yarımadası’nın büyük bölümü, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransız imparatorluğunun sömürgesiydi. Fransa, buradaki tek bağımsız ülke olan Siyam’ın (günümüzün Tayland’ını da içine alan eski bir krallık) doğusundaki topraklara göz dikmişti çünkü burası (bugün Laos) kendi sömürgesi Vietnam’la komşuydu. Bu bölgede Fransızlarla Siyamlılar arasında karşılıklı sürtüşmeler, küçük çatışmalar hiç eksik olmuyordu.
1893’te Vietnam sömürge milis kuvvetlerinde görevli bir müfettiş olan Gustave Grosgurin adında bir Fransız subayı, Siyamlıların bir saldırısında ölünce kıyamet koptu. Kendi Don Pacifico’sunu bulmuş olan Fransa, ülke basınında çıkan ateşli yazıların ardından 13 Temmuz 1893’te iki savaş gemisini Paknam’a doğru yolladı. Buradaki kaleden Siyamlılar gemileri top ateşine tuttu. 25 dakikalık bir çatışmadan sonra Fransız gemileri kaleyi geçmeyi başararak Siyam’ın başkenti Bangkok’a doğru yollarına devam etti. 20 Temmuz’da Fransa’nın Bangkok’daki elçisi Auguste Pavie, Siyam’a bir ültimatom verdi: Siyam, Mekong Nehri’nin doğusundaki toprakları (Laos) Fransa’ya bırakacaktı ve 2 milyon Frank kadar tazminat ödeyecekti. Aksi takdirde Siyam Körfezi Fransızlarca ablukaya alınacaktı.
Bu tehdit işe yaradı: 3 Ekim 1893’te Fransa ve Siyam, ültimatomun tamamını içeren bir antlaşma imzaladılar. Antlaşmanın 3. maddesine göre, müfettiş Gustave Grosgurin’i öldüren Siyamlılar yargılanacak eğer mahkeme sonucu Fransa’yı tatmin etmezse Fransızların oluşturacağı yeni bir mahkemede tekrar yargılanacaktı (Phra Yot adında bir Siyamlı bu suçtan dolayı 20 yıl hapse mahkum oldu).
ABD-KOLOMBİYA (1903) Panama’nın kuruluşu
ABD, Başkan Theodore Roosevelt döneminde (1901-1909) gambot diplomasisini veya Amerikalıların daha çok kullandığı deyişle “büyük sopa” (big stick) diplomasisini benimsedi. Bunun en ünlü örneği Panama Kanalı’nın açılışı ve Panama’nın kuruluşuydu.
O sıralarda bugün Panama olarak bildiğimiz ülke, aslında Kolombiya’nın aynı adı taşıyan bir eyaletiydi. Burada iki okyanusu birbirine bağlayacak bir kanal açılması için önce bir Fransız şirketi yatırım yapmış ancak başarılı olamamıştı. Başkan Theodore Roosevelt duruma hemen müdahale etti: Önce Panama eyaletinin seçkinlerinin bağımsız bir “Panama Cumhuriyeti” ilan etmesini sağladı; hemen ardından bu ülkeyi tanıdı ve yeni ülkenin kıyılarını Kolombiya’dan gelebilecek bir tepkiye karşı koruma gerekçesiyle Amerikan gemilerini bölgeye gönderdi. Kolombiya’nın buna karşılık verecek hali yoktu. Panama’nın önderleri ABD’ye bir kanal açma, bu kanalı ve her iki yanındaki toprakları 1999’a kadar kontrol edip işletme ayrıcalığını veren bir antlaşmaya imza attılar.