Kasım
sayımız çıktı

Zürafa namında, hayvan-ı mübarek

Avrupalı, öteden beri, Afrika-Asya kökenli hayvanlarla tanışma fırsatı doğduğunda büyülenmiştir. Zürafa da çıtkırıldım gövdesi, sıradışı özellikleriyle besbelli bir çekim alanı yaratmış. Dünyadan ve Osmanlı döneminden gerçek zürafa hikayeleri. 

20. yüzyılın en önemli sanat yayıncılarından biri Albert Skira’ydı, onun Yaratıcılığın Yolları dizisi bugün de varlığını cep formatında koruyor. 2. Dünya Savaşı sırasında, İsviçreli olduğunu anımsatalım, çıkardığı müthiş dergi Labyrinthe’i bir dönem kendisi yönetmiş, sonra sorumluluğu Jacques Damas’a devretmiş. O derginin hiçbir sayısı giremedi kitaplığıma; ama bazı nüshalarını Rue Furstenberg’deki Jean Hughes kitabevinde gözden geçirme olanağı bulmuştum — sahibinin ölümünün ardından kapanan o kitabevinin yerinde şimdi semizlere döşemelik kumaş satılıyor. Damase, 1986’da Labyrinthe’i yeniden çıkartmış; kaç sayı devam edebildiğini bilemiyorum, bende bir kitap hurdacısında karşıma yıllar sonra çıkan ilk sayısı var yalnızca — kıymetli bir sayı. 

Minyatür, Surname

Alberto Giacometti, Skira yönetimindeki Labyrinthe’e 1945’de, yontucu Laurens üzerine dolgun bir yazısıyla katılmış. Metin, vakfının yeni yayımladığı Neden Yontucuyum? (2016) başlıklı kitabında yeralıyor. Aynı kitapta, kendisiyle 1962’de yapılmış bir söyleşide, Giacometti bütün sanat eserlerinin ergeç kaybolacağını ifade ediyor, ki bana sorulacak olsaydı da hiçbir “şey”in kalıcı olmayacağını söylerdim. Giacometti, kısa vâdede bazı çok önemli yapıtların gözden kaybolabildiklerine dikkat çekiyor, Lacoon örneği üzerinden, buna karşılık Louvre müzesinin pek çok salonunu hıncahınç ucubelerin doldurduğunu ileri sürmekten kaçınmıyor. 

Labyrinthe dergisinin 1986’daki ilk sayısını ‘kıymetli’ olarak niteledimse, nedeni vardı: Dergide, Bunuel’in 1929’da yazdığı ve kaybolduğu sanılan Goya 80 sayfalık senaryosunun -Saragossa’da bulunmuştu-geniş özeti ilk kez okur önüne çıkıyordu. Eşlik eden fotoğraflardan biri, senaryonun yazıldığı yıl Noailles ailesinin konutunun bahçesinde çekilmişti: Sağda Giacometti, solda Bunuel, ortalarındaysa, başı ağaçların arasında kalmış bir zürafa heykeli — altyazıda, neden ve nasıl bilinmez, bu heykelin kaybolduğu belirtiliyor. 

Zürafa, asıl Dali’nin tutkusuydu. 1930’lu yıllardan başlayarak, otuz yılı aşkın bir süre takınaklı bir izlek olarak resimlerinde görülen “tutuşmuş zürafa”ları, yorumcular, ressamın sivil savaşı simgeleyen bir figür olarak seçip kullandığını düşünüyorlar. Ama, öncesinde, Dali’nin Lorca ve Bunuel’le sıkı bir üçgen oluşturduklarını, birlikte ortak işlere kalkıştıklarını unutmamak gerekir; ressamın hem şairin, hem sinemacının portrelerini yapmış olduğunu da. Bunuel’in o dönemini konu edinen The Red Years’de rastladığım bir ayrıntı, bana bu zürafa ‘meselesi’nin kaynağında onun payının bulunabileceğini düşündürttü: Gerçeküstücü hareketin dergilerinden birinde sinemacının zürafa ile ilgili bir metni yeralmış, Giacometti’nin buharlaşan yontusunu o metnin tetiklediği varsayılıyor. 

Avrupalı, öteden beri, Afrika-Asya kökenli hayvanlarla tanışma fırsatı doğduğunda büyülenmiştir: Fil ile, gergedan ile bağlantılı sonuçları iyi-kötü biliyoruz. Zürafa da, çıtkırıldım gövdesi, sıradışı özellikleriyle besbelli bir çekim alanı yaratmış. 

Küpeli çavuş bindi alamete Çizeri meçhul içeriği muzip bu resimde, zürafanın sırtındaki kişi III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde saray musahiplarinden Abdi Bey, Nâm-ı diğer Küpeli Çavuş (Kaynak: 1453 İstanbul Kültür Sanat Dergisi). 1582 şenliğinde geçit yapan hayvanların en çok ilgi görenlerinden biri zürafa idi. 

Durum “biz”de çok mu farklı gelişmişti, öte yandan? Elif Şafak’ın romanında konu edindiği ‘fil öyküsü’ne başka bir bağlamda döneceğim, buna karşılık, işte yeri geldi, Osmanlılardaki bir zürafa olayının uyandırdığı yankılara da değinmenin sırası: Önce, İstanbul Kültür Sanat dergisinde Yusuf Çağlar’ın, ardından bir kitabında Sunay Akın’ın popülarize ettikleri vakanın ana kaynağı, Cahit Kayra’nın çevrim yazısıyla 1989’da yayımladığı, Hızır İlyas Ağanın Letaif-i Enderun’udur. 

Kayra, metni yayına hazırlarken günümüz okurunun anlamasını kolaylaştırmak amacıyla sadeleştirme yoluna gitmekle kalmamış, bazı bölümleri de kısaltmış ne yazık ki. Bugüne dek tanıdığım en bilge ve alçakgönüllü insanlardan biri olan Necdet Sakaoğlu’nu aradığımda, tek kelime etmeme gerek bırakmadan eksiksiz çevrimyazısını yaptı ve bana iletti — bir kutuda olduğu gibi iliştiriyorum o kıymetli belgeyi. Sayın Sakaoğlu bir not koymuş metnin altına: “Her iki metinde, getirilişi ve ölümü tarihlenmemiş. Ancak Hîcrî 1239 Rebiülevvelinin 23’ü ile Cemaziyelevvelin başlangıcı arasında 40 gün kadar yaşadığı anlaşılıyor”. 

Olay, 1823-24’de geçiyor. Hızır İlyas Ağanın kitabı 1859 tarihini taşıyor. Zürafayı II. Mahmud’a armağan olarak gönderen Kavalalı Mehmed Ali Paşa; Mısır’dan deniz yoluyla gelmiş. Meraklılar Beşiktaş’taki Çinili Köşk meydanında toplanıp bu egzotik ‘harika’yı, gövdesini, yürüyüşünü hayretle izlemişler. Yusuf Çağlar, Letaif-i Enderun’da yeralmayan bir başka kesiti, Hikmet Feridun Es’in Hayat Tarih dergisinde (1967 Şubat sayısı) yayımladığı “İstanbul’a Bir Zürafa Geldi” başlıklı şakrak yazısından aktarıyor: 

“Seyredenler arasında sarayın en renkli simalarından musahib-i şehriyarî Küpeli Abdi Bey de vardı. Geçen sefer zürafanın gelişinde Küpeli Abdi Bey’in bu vahşi hayvandan ödü patlamıştı. Nihayet Hünkâr ‘Küpeli Abdi Bey’in tevahhuş ettiği vahşi hayvandan zürafa nam mübarek endamın hafifçe huzur-ı hümâyun’a gelmesine’ irade buyurunca olan oldu. Küpeli Abdi Bey titremeye âğaz eyleyerek: 

– Aman Padişahım, bu hayvan pek durmaz… Yaramazdır! 

gibi sözler söyledi ise de kimse kendisine kulak asmayıp, üstelik musahip ağalar birlik olup, başlarına da Habeş Ağa’yı getirip: 

– Zürafa müteyemmen ve mübarek bir hayvan olup onu eliyle tutarak bir kere gezdiren Müslüman yeryüzünde hiçbir zarar ve ziyan görmez… dediler. 

Habeş Ahmet Ağa, yanındaki bütün muhasiplere, tabiî bu arada Küpeli Abdi Bey’e de: 

– Haydi… Müslüman olan gelsin, zürafayı şöyle bir gezdirelim… Kim bu hayvanı gezdirirse cennete gidecektir… dedi. 

Padişah da onlara tasvip eden bakışlarla bakarak: 

– Memuldür… buyurdular. 

Bunun üzerine Küpeli Abdi Bey, Padişaha dönerek yırtınıp yakınmaya başladı: 

– Aman Sultanım… Aziz başın için inanma efendim!… Kulunuz her hatvesine bir Hac sevabı yazılsa dahi yine gönül rızasıyla gezdirmeye cesaret edemem. Yanına bile sokulamam… Baksanıza Efendim, lakırdısıyla bile benzim soldu… (Küpeli Abdi Bey) Hünkâr huzurunda yırtına dursun, müsahipler çoktan zürafayı meydana getirmişlerdi bile… Nihayet ağalar hep birden Küpeli Abdi Bey’i kaptıkları gibi zürafanın üzerine bindirdiler. Vakıa zürafa zararsız bir hayvandır ama sırtına bindirilen telaşlı adamın avaz avaz bağırıp çırpınması biçareyi de ürkütmüştü, birden bire huysuzlandı, hıza geldi ve İshakiye Köşkü’ne doğru bütün süratiyle koşmaya başladı. Abdi Bey çığlıklar savuruyordu. Her türlü teşrifat kaidesini unutmuş, hayvanın üzerinde Hünkâr’a seslenmekte idi. 

– Ahiret hakkını helâl eyle efendimiz!… İlk menzilimiz ecel beşiğidir! İşte bindim gidiyorum. Elveda!…

Padişah dahil herkes gülmekten kırılıyordu. Nihayet zürafaya tahsis edilen Arap seyis koşup hayvanı zaptetti, Küpeli Abdi Bey üstünde olduğu halde Padişahın önüne getirdi ve burada yine alayla Küpeli’yi zürafanın üzerinden aldılar. 

Hünkâr son derece eğlenmişti. Bu macerada çok korkan Küpeli Abdi Bey’e büyük bir ihsanda bulundu. Bu ihsan o kadar esaslı idi ki, Abdi Bey’in sonradan:

– Zürafanın mübarek bir hayvan olduğu, onun yüzünden gördüğümüz keremden belli!.. dediği rivayet edilir”. 

Anlaşılan, “bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete” deyişi bu hikâyeye sıkça bağlanmış.

★ ★ ★

Kavalalı’nın armağanı zürafa İstanbul’da yaklaşık 40 gün yaşamış. Durumu, kimilerinin üzerinde durduğu gibi farklı iklim koşullarına uyumsuzluk olarak açıklamak hepten dayanaksız bana kalırsa: Kavalalı, iki yıl sonra da, bu kez Sudan’da ele geçirilen bir zürafayı, Fransa kralı X. Charles’a armağan etmek üzere Mısır’dan gemiyle Marsilya’ya göndermiştir. Taşkın coşkuyla karşılanan zürafa Paris’e getirilmiş, Doğa Müzesinde 18 yıl yaşamıştır. Bu süre içinde tanık olunan merakın çapı nedeniyle doğan Girofomania (zürafaperestlik) terimi sözlüklere girmiş, geniş bir ikonografya yaratmıştır. 

İstanbul’da ölen zürafa bildiğimiz kadarıyla görsel kataloga katılamamış; tahnit edilip bir dönem Topkapı’da saklandığına, neden sonra çürüdüğü anlaşılarak yokolduğuna ilişkin bilgiyi doğrulatamadım. 

Batı gözüyle zürafa Avrupalılar öteden beri yabancısı oldukları coğrafyalardan gelmiş hayvanlar karşısında büyülendiklerini gizlemez. Zamanın bir İtalyan dergisinde “İstanbul’da ölen zürafa adında bir hayvan” bilgisi ile yayımlanan bu tasvirde, Kavalalı’nın armağan ettiği ve İstanbul’da ölen zürafa canlandırılmış. Zürafa, Batı mitolojisindeki ejderhaya benzetilmiş. 

Osmanlılarda hayvanat bahçeleri üzerine kapsamlı bir çalışma yürüten Feza Günergun, 2006’da bir sempozyuma sunduğu bildiride zürafa bağlamında biribirinden değerli ipuçları veriyor: Habsbourg’dan gelen bir elçi heyeti, Kanunî’nin sarayında, 1531’de zürafayla karşılaştıklarını kaydediyorlar. Dernschwann’ın 1553’de gördüğü zürafa bir başkası olsa gerek. İki yıl sonra İstanbul’a gelen, Türk Mektupları’nın yazarı, 1 Eylül 1555 tarihli mektubunda “İstanbul’daki hayvanlar arasında bir de zürafa varmış” diyor: “Fakat tam ben geleceğim sırada ölmüş. Kemiklerini gördüm. Bunları gömmüşlerdi. Tetkik edeyim diye çıkardılar”. 

Paha biçilmez belge, Metin And’ın 40 Gün 40 Gece’ye aldığı Surnâme minyatürü: 1582 şöleninde ortaya çıkan zürafa orada, şaşkın hilkat, en önde. 

II. Mahmud’a gelen zürafa öncesi, iki yüzyıl boyunca bir başkası boy göstermedi mi İstanbul meydanlarında? Sonrasında, Nurhan Atasoy, Abdülaziz’in Çırağan’ın inşası sırasında kuşlara ve aslanlara, bir de zürafalara bahçede özel bölümler yaptırttığına işaret ediyor. 

Âdemoğlu meraklı. Kendisi açısından ilk bakışta olumlu bulunabilecek, erdem sayılabilecek bu özelliğinin bir o kadar zararlı, çünkü sınır tanımaz, öteki(leri)ne duyarsız, amansız ve insafsız olması gerçeğiyle nicedir yüzleşiliyor -beyhude çaba kalsa da. 

Hayvanat bahçeleri bıçak sırtı örnek: Korumak ve araştırmak bir yakadaysa, bilerek bilmeyerek zulüm öteki yakada: Yazıktır, eşit derecede güçlüler. Kaldı ki, bir kez daha anımsatmalı, “İnsan Zoo’ları” ortadan kaldıralı yüzyıl bile olmadı: Teşhir, aşağılama (üstünlük taslama), vandallık dizboyu.

Son, Sorrentino’nun büyük Roma şehrine odaklı güzelim filmi La Grande Belleza’da karşımıza çıkardığı, gecenin karanlığında bir sirk avlusunda dolaşan zürafanın yüreğimi dağladığını söylemeliyim: İki anlamıyla eşsiz, kırılgan, zarif, hiçbir canlıya zarar vermeyen o yaratık, dipsiz yalnızlığında bir sürgün, bakılmaktan yorgun, neredeyse süzülerek geçti kameranın önünden -içime bir cümle bırakarak: Dünyayı insandan kurtarmak gerek. 

LETÂIF-I ENDERÛN’DAN 

‘Başı öküze, boynu deveye ve gövdesi kaplana benzer’

Kavalalı Mehmed Ali Paşa, II. Mahmud’a armağan olarak bir zürafa göndermişti. Hızır İlyas Ağa’nın 1859’da yayımlanan Letâif-i Enderûn adlı kitabında, 40 gün kadar yaşayabilen bu zürafayla ilgili bilgiler yer almıştı. 

“Sevâd-ı hatt-ı Habeş’de vücudu mevcûd ve diyâr-ı Rûm-ı behcet-rüsûmda ismi var ise de cismi mefkud olan zürâfe nâm hayvân-ı mübârek-endâmın bir dânesini ber-takrib-i dil-firib ile vâli-i-i vilâyet-i Mısr-ı Kahire devletlû Mehmed Ali Pâşâ hazretleri ele getürüb hâkipâyı emel-bahşâyi hazret-i zıllûllahîye bahren irsâl ve Memâlık-i Mahrûsada şimdilere-dek görülmedik bir hayvan-ı adîmül-emsâl olduğundan herkes görmeğe isti’câl ve belki bu gibi hayvânın seyri vâcibü’s-seyirdir dinerek nice kimseler iskeleden istikbâl eylediklerinden işbu Rebi’ül-evvelin 23. gününe tesâdüf eden yevm-i pâzâr yümn-âsârdavürûdı reside-i sem’-i padişah-ı itibar-ı ‘alî-tebâr oldukda bi’l-emr ü fermân vâcibü’l-iz’ân hayvân-ı mezkûr Çinili Köşkü Meydânında dâhil-i huzur-ı şâh-gubûr olunca sâye-i saltanatlarında Enderûn ağaları bâ-cem’ahüm seyrü temâşâ eyledikleri bir seyr-i ‘azim ve vali-i müşârileyhin ‘arz-ı hûlusu ilâve-i ta’zîm olub bu münâsebetde meşhûd-ı dîde-i hayret olan hayvanın hey’et ve kıyafetini her kim görse kuvvet ve kudret-i ilâhiyyeyi tefekkürden hâli olmayacağı zâhir ü bâhir ve şöyle bargir şeklinde görünür iken başı neva’mâ öküze ve boynu deveye ve gövdesi kaplana benzemesini zürefâ-yı Âcem “eşter ü kâv ü peleng” ta’birini ‘ilm kıldıkları müsellem-i âlem olub tîz-beri dürlü sohbetler tekevvün ve teşekkül ise hazret-i padişah mekârım mu’tad teyemmün ‘add ettikleri tebeyyün etmegin huzur-ı hümâyünlarında mevcud mudhîk musahibler zürâfeyi Zeyd ü Âmr’e benzederek sözü zencir eyledikleri şâh-ı kişver-gîrin keyfine gitmek ihtimâli ile ağalardan ve gerek sa’ir nâsdan etvâr ü reftârı iştihâr bulan kimselerin kimisinin koşuşuna ve kiminin bakışına müşahebetden bahsile esassız sözler uzayınca ukalâ-yı kurenâ “şevk-ı dilberle sözün vezni bulunmazsa n’ola/arzu-ı leb-i yâr âdeme çok bal yedirir” meâlini imâ ile cümleye izin ihsân ve o saatde yerler öpülüb odalara avdet olunduğu mazbut-ı ceride vekâyi-i nüvisân oldu. 

Vaz-ı hey’et-i zürâfe be-hazîne-i hümâyûn sâl-i sabıkda Mısır’dan paye-i serîr-i şevket-masire gönderilen zürâfenâm hayvan-ı mübarek-endâmın hârda vücudu perverde olduğundan her yerde mu’ammer olamayacağı ma’lûm-ı havass u ‘âvam olmagla muhafazası içün ihtimâm ve huddâm-ı ıstabl-ı âmire hayliıkdam-ı tânetdiler ise de İslâmbul’daki hevâ muayyen neşvünemâ olamayub geçen günler biraz muztarib ve iki günden sonra türaba münkalib oldukda hey’et-i asliyesi külliyyen mahv olmamak arzusiyle içerisi eczây-ı hekimâne ile tathîr ve cildi penbe (pamuk) ile doldurulub Hazine-i Enderûna vaz’ı tedbir olundu”. 

(Hızır İlyas Ağa, Letâif-i Enderûn, H. 1276/1859, 

Sf 284/5; çevrimyazı: Necdet Sakaoğlu)