Kasım
sayımız çıktı

İstanbul’un fethi ve sonrasına dair ‘gayriresmî’ bir tarih

İstanköylü Hezarfen Hüseyin Efendi, Meliklerin Ayıklanmış Tarihi adlı eserini 1673’te tamamladığında, özellikle İstanbul’un fethi ve sonrasına dair önemli bir kaynak ortaya koymuş oldu. Ancak bu kıymetli eser, söz hünerlerine, övme ve abartmalara, uzatmalara yer vermediği için sonraki tarihimizde pek de dikkate alınmadı. Oysa ki Hüseyin Efendi, örneğin fetih sırasında “kentin savaşla ve barışla alınan” bölgeleri olduğunu, İmparator Paleologos’un öldürülüşünü ve Bâyezid’i vasiyetini de bilinenden farklı yazmıştı… 

Bir 17. yüzyıl yazarı ve tarihçisidir İstanköylü Hezarfen Hüseyin Efendi (öl.1691). Gençlik yıllarında yerel kaynakları, Rumca, Grekçe belki Latince kitapları görmüş, okumuş; İstanbul’a payitaht aydınlarından farklı donanım ve görüşlerle gelmişti. Tarih olaylarına bakışı da farklıydı. Örneğin tahttaki veya önceki padişahları anlatımında, onları övmek gibi bir kaygısı olmamıştı. Yazar önsözünde dünya veya hanedanlar tarihi içerikli Tenkihü’t-Tevârih-i Müluk (Meliklerin Ayıklanmış Tarihi) adını verdiği eserini, İstanbul’a hükmeden Yunan, Latin egemenlerinin tarihlerinden seçip-derleyip-çevirerek, İslâm kitaplarından, Çin-Maçin-Hıta ve Huten kaynaklarından da alıntılar yaparak yazdığını belirtiyor. 

El yazması Tenkihü’t-Teravih’in başlangıç sayfaları (Necdet Sakaoğlu özel koleksiyon). 

Bin fen bilen anlamında Hezarfen Hüseyin Efendi (ö. 1691), kronolojik gruplamalarla Roma ve Bizans imparatorlarını, Emevi, Endülüs, Abbasi halifelerini, Hicaz-Yemen-Umman’ın şerif, imam ve sultanlarını, Türk-Moğol hakanlarını, İran kisralarını, Çin fağfurlarını… Kendi çağına kadar da Anadolu Türk beylerini ve padişahları, nesnel bakışla 201 yapraklı bir elyazmasına sığdırmış. Söz hünerlerine, övme ve abartmalara, uzatmalara yer vermediğinden olacak, Tenkihü’t-Tevârih’e pek başvuran da olmamış. En kapsamlı ve güvenilir kaynak durumundaki İ. H. Uzunçarşılı Hezarfen’i çağının tarihçi ve bilim adamları arasında tanıtmış o kadar. 

Osmanoğulları, bu elyazmasının 107.-137. yaprakları arasındaki “Beşinci Bab”da, Osman Gazi’den IV. Mehmed’e (1648-1687) kadar yer alıyor. Yazar, başka kaynaklarda rastlanmayan ayrıntılara da değinmiş. 

Bu yazıda, Fatih Sultan Mehmed’in saltanatının başında ve sonundaki iki Mayıs ayını, “Fetih: 29 Mayıs 1453” ve “Ölüm: 3 Mayıs 1481” dönemeçlerini Hezarfen’in tarihinden aktaracağız ki, herhalde eserden yapılan ilk alıntılardan olacaktır: 

Fetih günlerinde, ‘İstanbul sulhen mi (barışla), anveten mi (zorla, savaşla) alındı?’ sorusu; son imparatorun akıbeti; İstanbul’un ilk Türk sultanının 28 yıl sonraki ölümü; yeni payitahtta ilk cülus… Hezarfen Efendi bunları bilinenlerden farklı anlattığına göre, başvurduğu kaynaklar da farklıydı kuşkusuz (Kimi sözcüklerin Türkçeleri dışında, elyazmasındaki cümle yapıları korunmuştur). 

Surlar kuşatılmıştı Edirne’den İstanbul’a doğru yola çıkan Osmanlı ordusu, gruplar halinde şehre yaklaşıp ordugahı kurmuş ve Yedikule’den Haliç’e kadar tüm surdışında mevzilenmişti. Osmanlılar Surlara defalarca büyük saldırılar düzenlemişti. 

Fetih konusu 

Tenkihü’t-Tevârih-i Müluk adlı eserin 115/a-116/a sayfasında şöyle denmektedir: 

“Sultan Mehmed Han azim toplar döktürüp İstanbul fethine azimet eyledi. Rumeli tarafında bir hisar çevirdi. Karşısındaki Güzelce Hisar’ı onarttı. İki hisara dahi toplar ve mühimmat koydurdu. Karadeniz’den İstanbul’a gemi getirtmedi. Edirne’ye varıp orada bir büyük saray binasını başlattı. Sonra azim tedarikle sekiz yüz elli yedide (1453) İstanbul muhasarasına geldi. Nice yüz gemileri karadan yürütüp şimal tarafından denize girdiler. Fener Kapısından hisarı döğdüler. Vesair asker Edirne Kapısından hisarı döğüp ve Eğri Kapıdan döğmeğe başladılar. Elli bir günden sonra, Cemaziyelulânın sekizinci günü…” (18 Mayıs?)”. 

İstanbul’un fethinin kaynaklardaki tarihi, örnek İ. H. Uzunçarşılı da, “20 Cemaziyelevvel 857, Salı” bunun milâdi karşılığı da “29 Mayıs 1453”tür. 

Hüseyin Hezarfen Efendi’nin tarihinde Fatih’in oğlu 2. Bayezid’in tahta çıkışı bilinegelenden daha farklı anlatılıyor. 

Sert çarpışmalar Surların en güçlü yerlerinden biri Belgrat Kapı civarıydı. Burada çarpışma hem Bizans hem Osmanlılar için çok sertti.

Hezarfen, kentin karadan ve Haliç tarafından, bir savaş hercümercinde Salı-Çarşamba günleri düştüğünü yazıyor. 

Üzerinde durulması gereken, İstanbul kapılarının Fatih’in ordusuna barış yapılarak mı, savaşılarak mı açıldığıdır. Kente savaşarak girildiğini yazan tarihlere karşılık “sulhen” girildiğini yazan kaynaklar da vardır. Bu konu eserde şöyle açıklanmıştır: 

“… iki taraftan feth olundu. Bahir (deniz/Haliç) tarafından anveten (savaşarak) feth olundu ve Edirne Kapısından sulhen (barışla) feth oldu. İki asker Aksaray Pazarında cem’ oldular. Onun içindir ki Sulu Manastır tarafındaki kiliseler ibka olunmuşlar ve Aksaray Pazarından Ayasofya’ya varınca olan kiliseler câmi ve mesâcid olmuş. Sultan Mehmed Ayasofya’ya girip anda ezan okuttu ve namaz kılardı. Sonra Kayserin sarayına girdi ve bu beyti okudu: “Perdedâr-ı meykend ber kasr-ı kayser ankebud/ Bûm nevbet /Mizend-i ber künbed-i Efrasiyâb (İmparatorun sarayında örümcek perdeci, baykuş nöbetçi olmuş!). 

Sultan Kazlıçeşme’de Kazlıçeşme, II. Mehmed’in büyük bir öfkeyle atını denize sürdüğü yerdi. Bugün Surların ilk kulesi Mermer Kule hâlâ ayakta.

Tenkihü’t-Tevârih-i Müluk’ta Bizans İmparatoru VII. Kostantin’in öldürülüşü resmi tarih anlatılarına büyük tezat oluşturuyor.

Kitabın 115/b sayfasında da Eyüp Sultan ile ilgili şunlar okunuyor: 

“Bu fetihde Sultan Mehmed ile Akşemseddin birlikte idiler. Şüphe yoktur ki bu denli feth-i ‘azim onun da himmetiyle olmuştu. Sultan Mehmed şeyhinden rica eyledi ki Hazret-i Ebi Eyüb Ensari’nin kabrinin yerini âşikâr eyleye. O da hoş görüp buna yöneldi. Şimdiki olduğu mahalle padişahla varıp ‘şurayı şu kadar arşın kazsınlar’ dedi. Pes kazdılar gördüler ki bir seng-i mezar (mezartaşı) var. Üzerinde ‘hazâ kabr-i sahib-i Resulullah Ebi Eyyub Halid bin Zeyd- Ensârî’ yazılmış. Kabri şerif ortaya çıkınca Sultan Mehmed Han mutlu olup emreyledi ki ol mahâlde bir türbe ve bir câmi ve bir medrese bina oluna”. 

Kadırgalar Caddesi 566 yıl önce karadan yürütülen gemilerin hatırası, bugün Vodafone Park Stadı’nın yanından Maçka’ya doğru uzanan caddenin adında yaşatılıyor. 

Konstantin Paleologos nasıl öldürüldü? 

Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’ın, İstanbul’un fethi sırasında nasıl öldüğü veya öldürüldüğü tartışmalı bir konudur. Bununla ilgili olarak, eserin 119/a sayfasında şöyle denmektedir: 

“Rûm kayserlerinin sonuncusu Kostantin: Sultan Mehmed azîm toplar döktürüp sekiz yüz elli yedide İstanbul’un muhasarasına geldi. Güdük Manuil’in oğlu Kostantin Palologos’un hükümdarlığında. Ebül-feth Mehmed Han Gâzi İstanbul’u muhasara edip elli gün miktarı kale cengi etti. 

Savaşarak öldü Fetih sırasında öldürülen Constantine XI Palaiologos (1405-1453), Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Tenkihü’t-Tevârih-i Müluk eserinde ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. 

Elli birinci günü küffar, asker-i İslâmın azim hücumunu gördükte kale hisarını bırakıp kaçarken, Kostantin birkaç ekâbir ile hisar kapılarını gezerken bu hali görüp can korkusuna kapıldı. Elinden kılıcını kalkanını bırakıp ah edip, kaçanlara ‘Gelin bâri başımı kesin’ derken, Müslümanlardan bir gâzi yetişip yüzüne bir kılıç vurup bu darbeyle başını aşağıya indirdi. Biri dahi ardından gelip beline bir yassı harbe sapladı, öldürdü. Sabah karanlığı olmakla padişah olduğunu bilmeyip katl olduğu yerde bıraktılar. Ertesi, Sultan Mehmed Han Gâzi, Rum komutanlarına ve İstanbul’un bazı büyüklerine sual buyurup Kostantin’in nice olduğunu sordu. Bulunsun diye ferman olundu. Onlar da padişah fermanınca ne mahalde öldüğünü tahmin ve ihbar ettiler. Varıp ölüsünü buldular ve teşhis edip budur dediler. Başını kesip Sultan Mehmed Han hazretlerine getirdiler. Sonra saray kapısına mıhlayıp akşama değin alıkodular. Derisine saman doldurup memleket be-memleket gezdirdiler”. 

Fatih’in ölümünü izleyen günlere dair 

Fatih Sultan Mehmed, 3 Mayıs 1481 tarihinde öldü. Padişahın ölümünü izleyen haftalarda, karışıklıklar ve isyanlar başgösterdi. Cem Sultan-Sultan Bayezid mücadelesi ile de bilinen bu dönem, Hezarfen Hüseyin Efendi’nin kitabında, 115b/116a sayfalarda şöyle anlatılıyor: 

“Vakta ki Ebü’l-Feth öldü. Sultan Bâyezid Han Amasya Sancağında idi. İki yıl önce Sultan Mehmed Han Sultan Bâyezid’in oğlu Sultan Korkud’u getirtmiş idi ki sünnet ede. Halinden ve konuşmalarından haz ettiğinden torununu yanında alıkodu. Vakta ki Ebü’l-feth Sultan Mehmed Anadolu tarafına sefer edip Maltepe’de hasta oldu. (Tahtı) oğlu Bâyezid’e vasiyet eyledi. (Ama) saltanat erkânı ‘O, bu yıl hacca niyet edip gitmek üzereydi. Çaresi yoktur ki hacdan vazgeçip gelip saltanata cülus eyleye’ dediler. Sultan Mehmed, ‘o hacdan gelinceye, oğlu Korkud yerine saltanat naibi olsun’ dedi. 

Fatih Ayasofya’nın tepesinde 29 Mayıs sabahı namazdan sonra başlayan hücumla sur hatları aşılmıştı. Fatih, Ayasofya’nın kubbesine çıkıp Bizans Sarayı ve Hipodrom’un siluetini verdiği şehre bakmıştı. Manzara bugün tamamen farklı. 

Sultan Bâyezid’e babasının ölüm haberi vâsıl olunca dedi ki: ‘Ben şimdi bir sefere (Hacca) niyet eyledim nasıl döneyim? Zirâ o sefer bana dünyadan ve her şeyden hayırlıdır’. Korkud da hutbe okudup adına sikke vurdurmuştu. Vakta ki Bâyezid (hac) kararından döndü. Diledi ki tekaüt olup İznik’te otura. Vezir Ali Paşa ve diğer vezirler, anlaşıp gelip ‘padişah ol’ dediler. Korkud’a da arz ettiler ki ‘babanız gelirse, emriniz nedir?’ Bu durumda Korkud ‘Ceddim Sultan Mehmed Han demedi mi? Ben babamın saltanat naipliğini yaptım. Saltanat onundur’ dedi. Vezirler Korkud’un Bâyezid’e gitmesini istediler. Cümle asker dahi bunu doğru gördüler ki Korkud kendini hal’edip saltanatı Bâyezid’e vere. Korkud Anadolu’ya geçip İznik’te bir mahalde minbere benzer bir nesne (?) yaptırıp (babası) Bâyezid’i elinden tutup minbere çıkıp ‘Padişah budur, bende emanet idi. Buna itaat eylen’ deyip kendi Manisa’ya gitti. Bâyezid Perşembe günü, cemaziyelâhirin yirmi dokuzuncu günü (8 Temmuz 1481/1481) İstanbul’a girip taht-ı padişahîye geçti. 

Vakta ki Sultan Cem bunu işitti, Bursa’ya gelip tahta geçip Bursa ahalisinden biraz para alıp Bâyezid cengine Sultanönü’ne gelip muhkem cenk edip yenilip Halep’e firar edip oradan Mısır’a Sultan Kayıtbay’a varıp yardım istedi. O da biraz aralarında sulh etmeye çalıştı. El vermeyecek, “hele hacc-ı şerife varın, sonra yardım esirgenmez” diyerek şehzadeyi külli tamtırak (gösteriş) ile hacca gönderip, sonra biraz kimse ile eskiden beri Cem’in dostu ve yoldaşları olan Varsaklara gönderdi. Onlar da ‘şehzademizin ve beğimizin baş ve yoldaşlarıyız’ deyip ‘can yoluna’ dediler. Cem Sultan bu boylara gelip bir kısım Alay Boylu gönüllülerle kalkıp tekrar Bâyezid’in cengine gelip seksen yedide (1482) tekrar Sultan Cem, daha ağır yenilerek Varsak vilâyeti (Akdeniz) sahillerinden Frenk memalikine (Avrupa’ya) giden gemi bulup kendi adamlarıyla binip Anabolu’ya (Mora) varıp, Frenk beyi Cem’e aşırı şahane bağlılık eyledi”. 

Bu bilgiler, örneğin öteden beri okuduklarımızı hatırlarsak, “İstanbul savaşla mı barışla mı alındı? Fetihte Bizans imparatorunun ölümü nasıl gerçekleşti? Fethi izleyen günlerdeki gelişmeler nasıldı?” sorularına oldukça farklı açıklamaktadır. 

Fatih’in son sefere çıkarken hastalanması, yerine oğlu Bâyezid’in geçmesi için vasiyeti; Bâyezid’in oğlu şehzade Korkud’un naipliği; Bâyezid’in “Hacca gideceğim” diyerek tahta geçmekteki isteksizliği; ölen Fatih’e naip olan Korkud’un babasının geldiği İznik’e giderek açık alanda kurulan bir minbere babasıyla çıkıp sultanlığı devretmesi; Fatih’in taht için küçük oğlu Cem’i değil veliaht konumundaki Bâyezid’i vasiyet etmesi konuları, belleğimizdeki kayıtlı bilgilerle çelişebilir. Neyleyelim ki yazan, biz tanımasak da Kâtip Çelebi’nin, Evliyâ Çelebi’nin kuşağından bilgin ve bilge, önemli eserleri olan bir kişi, Hüseyin Hezarfen Efendi’dir. 

Portre: Hüseyin Hezârfen

‘Yüksek bilgili ve herkesi faydalandıran bir kimse’

Ca’fer adlı birinin oğlu olup İstanköylüdür. Öğrenimini memleketinde görmüş, İstanbul’a giderek ömrünün sonuna kadar orada kalmış, çok büyük bilgi edinmiş, geniş bir kütüphane kurmuş ve 24 Kasım 1691’de ölmüştür. Avrupalı seyyahlarla görüşmüştür. Bunlar seyahatnamelerinde kendisinden “yüksek bilgili, herkesi istekle hazinelerinden faydalandıran bir kimse” diye bahsederler; önemli dil bilgilerine sahip olduğunu, İbranice ve Grekçe bildiğini eklerler. Tıp bilimi ile de uğraşmıştır. Bu büyük adamın mezarının ve hâl tercümesinin hemem hemen hiç bilinmemesi gariptir. 

Mehmed Tahir Bey tarafından Türk Yurdu’nda tam bir listesi yayımlanmış olan eserlerinden başka, burada konu aldığımız Tenkihü’t-tevârih-i Müluk adlı, her biri birçok ayrımlı dokuz kısımdan ve bir sonsözden (hâtime) oluşan, 4. Mehmed’e sunulmuş bulunan bir dünya tarihi yazmıştır. Mîrhand’ın, Cenâbî’nin ve Âlî’nin eserlerinden bilgileri toplamış ve Batı kaynaklı eserlerden (Latince-Grekçe) faydalanmıştır. Bunlardan yararlanarak Helas, Roma ve Bizans’tan bahseden ilk Osmanlı tarihçisidir. Hezarfen bu eserini Muharrem 1081(1670 Mayıs sonu) yazmaya başlamış ve 24 Şevval 1083’te (12 Şubat 1673) bitirmiştir. 

Bundan başka 1669’da Telhisü’l-beyan fi Kavânîn-i âl-i Osman adıyla, 4. Mehmed’in ana kanunları üzerine 13 bablık, kültür tarihi bakımından çok değerli bir eser yazmıştır. Nihayet Hezarfen, Târih-i devlet-i Rûmiye adıyla İslâm ve Yunan kaynaklarından yararlanarak bir Roma tarihi yazmıştır. Bu belki de bir dünya tarihinin bu konuya ait bir bölümünün genişletilmesinden ibarettir (Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, çev. Prof. Dr. Coşkun Üçok).