Bütün 60’lı yıllar, kız-erkek gençlerin “en iyisini baban bilir” muhafazakârlığına, ataerkil iktidarlara ve her türlü geleneğe başkaldırdığı, onlara başka grupların da katıldığı bir dönüşüm dönemiydi. Bunu en açıkça izleyebileceğimiz alan da dış görünüş ve kıyafetlerdeki çarpıcı değişimdi.
Her şey Mayıs 1968 başında Paris’te başlamış gibi gözükmesine rağmen, etkileri günümüze kadar süren kültürel devrim aslında 1960’lardan beri ABD başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde toplumsal yaşamdaki hızlı değişimler, siyasal çatışmalar, savaş ve ırkçılık karşıtı protestolar, sarsıcı yeni müzikler, tavırlar ve giyim tarzları ile artık olgunluk noktasına varmıştı. Ancak Fransız solunun tarihini kaleme alan gazeteci yazar Jacques Julliard’ın söylediği gibi, Fransızların değişim baskısını kaynatıp kaynatıp patlatmak gibi bir adetleri vardı: “Beceriksiz yabancılara kalsa, XVI. Louis’den XVIII. Louis’ye (mutlak monarşiden meşrutiyete) ulaşmak için, arada bir XVII. Louis’den geçerlerdi. Biz ise Robespierre ve Napoléon’dan geçtik”.
Bugün bazı tarihçiler 1968’in “gerçek” bir devrim olmadığını, “amacına” ulaşamadığını çünkü bir Robespierre’in ortaya çıkmadığını, bir devletin gümbür gümbür yıkılmadığını iddia etmektedir. Ancak 1789’da Fransa ve 1917’de Rusya’da olanları altın standart kabul etmeyenler ve devrim terimine daha geniş anlam yükleyenler için 1960’larda olanlar Batı ve sonra dünyanın geri kalan toplumlarını derinden etkileyip değiştiren büyük bir kültürel devrimdi.
Bu bir gençlik devrimiydi; dünyada üniversite öğrenci sayısı rekor bir düzeye ulaşmış, ABD’de genç erkekleri orduya katılmaya zorlayan Vietnam savaşının yarattığı karamsarlık herkesi etkisi altına almıştı. 1965’te Amerikan moda dergisi Vogue’un editörü Diane Vreeland ilk kez “Youthquake” (Gençlik Depremi) deyimini havadaki bu değişiklik için kullanmıştı. Aynı zamanda feminizmin ikinci dalgası denilen, kadın hakları mücadelesinde yeni bir dönüm noktasıydı. Öte yandan bir “yoksullar” devrimi değildi yaşanan; Batı, Doğu ve üçüncü dünya dahil dünya ekonomisinin kesintisiz büyüme eğilimini sürdürdüğü 1960’lı yıllarda ortaya çıkmıştı. Fransa’daki yaygın işçi grevleri dışarıda tutulursa, orta sınıfın devrimiydi. ABD’de bu büyük değişimin çok önemli bir parçası olan vatandaşlık hakları mücadelesine bile, en yoksul siyahlardan çok eğitimli siyahların önderlik ettiği görülüyordu.
İşte böyle bir süreci izleyebileceğimiz en görünür alanın moda olduğunu söylersek bazıları şaşırabilir. Ancak onlara 1968’den yalnız beş yıl sonra Şili’de askerlerin darbe yapar yapmaz ilk iş sokakta yakaladıkları genç kadınların pantolon paçalarını ve genç erkeklerin uzun bırakılmış saçlarını kestiklerini hatırlatabiliriz; sonuçta moda toplumsal bir aynaydı.
Şapkasız ve eldivensiz yaşam
1950’lerde modaya zengin, olgun seçkinlerin zevkleri hükmediyordu. Lüks endüstrisi Paris’te, Cristóbal Balenciaga ve Hubert de Givenchy gibilerin zengin ve belli bir yaştaki kadınlar için hazırladığı düzenli koleksiyonlara, her müşterinin ölçüsüne göre dikilen kıyafetlerle terzilik emeğine dayanıyordu. Kadınlar hâlâ sokakta şapka ve eldiven giyiyorlardı; erkeklerin ise kamuya açık alanlarda şapkasız dolaşması neredeyse imkânsızdı. (Türkiye’de kıyafet değişikliği sırasında şapka boşuna lanse edilmemiş, Tayvan’da Çang Kay Şek’in modernleşme atılımı sırasında kadınlara nasıl eldiven giyecekleri boşuna öğretilmemişti). Ancak 1960’daki ABD başkanlık seçimi sırasında John F. Kennedy halkın karşısına mümkün olduğu kadar şapkasız çıkmakta ısrar etti. Hatta ABD Birleşik Şapka İşçileri Sendikası Başkanı Alex Rose, başkan adayına bir miting sırasında şapka giydirmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Çünkü Kennedy kampanyasında bütün imajını gençlik ve değişim üzerine kurmuştu. Şapka takmak istememesi de bunun bir parçasıydı. Sıkıcı, muhafazakâr, gri 50’ler bitiyor; bireyci, canlı, renkli 60’lar başlıyordu.
Bu dönemin gençleri, “en iyisini baban bilir” muhafazakârlığına başkaldırmışlardı.1960’ların başından itibaren çoğu, herkesin gözüne batacak şekilde normların tamamen dışında görünmek için çırpınmaya başlamıştı. Bu dönemin önemli İngiliz kadın giysi tasarımcısı ve sanatçılarından Marion Foale çocukluğunu şöyle anlatıyor: “Pazar Okuluna (din eğitimi) tam bir minyatür anne gibi, beyaz eldivenler, şapka ve el çantasıyla, annemin diktiği, aynen kendi elbisesine benzeyen bir elbiseyle gitmek zorundaydım. Kimin hoşuna gider ki bu? Hepsine tekmeyi basmak geliyordu içimizden”.
Hazırgiyim demokrasisi
Kadınlar bu yıllarda pantolonu sıradan hale getirmekle kalmadı, mini eteği de kucakladı. İngiliz kadın tasarımcılar Mary Quant ve Joan Huir’in 1965’te geliştirdiği, aynı yıl Fransız modacı André Courrèges’in Paris’te nihayet başarıyla (daha önce iki kere denemiş kimseyi ikna edememişti) lanse ettiği mini etek gittikçe kısaldı; dizden 10-15 cm yukarı kadar gitti. Mini eteğin arkasından, onun vazgeçilmez parçaları, en önemlisi de jartiyerleri tarihin çöp sepetine atan külotlu çoraplar geldi. Kendilerini kanıtlamış, vaktiyle avangard atılımlarıyla insanları şaşırtmış, eski ünlü modacılar şaşkına dönmüştü. Coco Chanel mini eteği “çok çirkin, çok pis” diye reddetmiş, kendi dünyasının sona erdiğini anlayan Balenciaga 1969’da moda sahnesinden ebediyen çekildiğini açıklamıştı ama, Yves Saint-Laurent gibi yeni rüzgardan hoşlanan, dümenini ona doğru kıranlar da vardı.
Modayı ilgilendiren gelişmelerin en önemlisi, bugün de canlılığını koruyan dev bir sanayinin yani hazırgiyimin başlamasıydı. Moda evlerinden ısmarlanan, birkaç bin kişi dışında kimsenin satın alamayacağı kadar pahalı veya orta sınıf için daha ucuza terzi elinden çıkma ya da evde dikilen giysiler gittikçe artan tüketim ihtiyacını karşılayamıyordu. Böylece 1960’lar paraca ulaşılabilir yeni bir modanın gelmesini kolaylaştırdı. Avrupa ve ABD’nin büyük kentlerinde Fransızca “küçük mağaza” anlamına gelen ama artık sadece giysi ve aksesuar bulabileceğiniz dükkan anlamını kazanan “butik”ler açılmaya başladı. İngilizler de hemen bu kavramı ve kelimeyi benimsediler; eskisi gibi tencereden ayakkabıya herşeyin satıldığı çok katlı dev mağazalara gitmek yerine, “Lord Kitchener’ın Uşağıydım” gibi yaratıcı isimler taşıyan küçük butiklerden alışveriş etmek çok daha zevkliydi. Ünlü olmasalar bile hiç değilse genç olan yeni “stilist”ler giysilerini buralarda satıyordu.
Giysi üretiminin sanayileşmesi ve dağıtım devrimi gelmese, bu gelişme büyük kentlere özgü gelip geçici bir akım olarak kalacaktı. Ama tekstil endüstrisi ile stilistleri buluşturan stil bürolarının, ardından mantar gibi büyüyen zincir butiklerin ortaya çıkışı, kimse için özel olarak tasarlanmamış, herkesin satın alabileceği, çok çeşitli modellerde giysilerin bütün dünyaya yayılmasını sağladı. Örneğin Fransa’daki Prisunic, kısa sürede 460 mağazaya ulaştı. Yves Saint-Laurent, 1966’da Seine Nehrinin sol yakasında açtığı Rive Gauche mağazasını hazırgiyime, daha da önemlisi, gençlik rüzgarından esinlendiği yeni modaya ayırdı. 1969’da San Francisco’da günümüzde de önemli bir hazırgiyim markası olan Gap’in ilk mağazası açıldı. Hazırgiyimin önemi, artık herkesin birbiriyle aynı giyinmesine yol açsa da, en son modayı izleyebilmesi, modanın sokağa inmesi ve demokratikleşmesiydi.
Özgürlüğün çöp sepeti
1960’larda kadın veya erkek bir insanın saçından topuğuna kadar dış görünüşü; kim olduğunu ve hangi siyasi görüşe yakın durduğunu gösteren en önemli sinyaldi. Kadınlar için giyimin anlamı ikiye katlanıyordu; çünkü bu dönem, onların yaklaşık kırk yıl önce oy hakkını elde etmelerinden sonra, bu defa başka özgürlük ve haklar için mücadeleye giriştikleri kritik bir çağdı. Simone de Beauvoir’ın Le Deuxième Sexe (İkinci Cins) adlı kitabı 1949’da yayımlanmıştı. Kopardığı fırtına hâlâ devam ediyor, sürekli yeniden basılıyor ve dünyanın her yerinde genç kadınların başucu kitabına dönüşüyordu. Fransız düşünür, kadınların iradeleri dışında, erkeklerin egemen olduğu bir kültür tarafından “yaratıldıklarını”, kendilerine dayatılan bir kimliği yaşamak zorunda bırakıldıklarını ve artık bu ötekileşmeden kurtulmak ve insanlığa katılmak istediklerini yazmıştı.
ABD güzellik yarışması (Miss America) hiçbir zaman ilerici bir etkinlik olmamıştı ama 1968’de bir feminist devrimin kıvılcımını çaktı. Simone de Beauvoir’ın kitabını okuyanlar, feministlerin neden bu yarışmayı kendilerine hedef olarak seçtiklerini anlamakta zorlanmazlar. Yarışma, erkeklerin yarattığı, kadınların da kabullenip benimsediği belli bir kadınlık ve güzellik anlayışının gözle görülür, elle tutulur halde cisimleşmesiydi.
“Kişisel olan siyasaldır” sözleriyle ün kazanan Carol Hanisch adlı radikal bir feminist, Miss America yarışmasına karşı düzenlenecek bir saldırının kadınların özgürlük hareketini kamusal alanda öne çıkarmanın bir yolu olduğuna inanmıştı. 22 Ağustos 1968’de New York Radical Women adlı feminist hareket, 7 Eylül’de, yarışma günü “her türlü siyasi görüşten kadınları” Atlartic City’de yarışmanın yapılacağı merkezin önüne davet eden bir basın bildirisi yayınladı. “Bizi temsil ettiklerini ileri sürdükleri her alanda kadınları aşağılayan” bu yarışmayı protesto edeceklerdi. Protestoda “özgürlüğün çöp sepeti” adı verilen bir bidon bulunacak, katılımcılar, “çorap, korse, bigudi, takma kirpik, peruk ve çeşitli kadın dergilerinin temsili sayılarını” buraya atacaklardı. Ayrıca yarışmayı kullanan veya sponsorluğunu üstlenen şirketlere de boykot uygulanacaktı. Protesto planlandığı gibi Atlantic City’de yarışmanın yapıldığı binanın önünde “Bütün Kadınlar Güzeldir”, “Sığır yarışmaları insanlığı aşağılar”, “Makyaj bize yapılan baskının yaralarını gizleyebilir mi?” gibi sloganların yazıldığı pankartlarla gerçekleşti. Medyada özgürlüğün çöp sepetine atılan sutyenlerin yakıldığına dair, doğru olmayan haberler çıktı ve olay törensel sutyen yangını efsanesini doğurdu. Bu protestoda asıl önemli olan nokta, kıyafet ve görünüşün nasıl siyasallaştığını bir kere daha göstermesiydi.
Protestonun olduğu yaz, aynı yerde bir başka yarışma daha tarihe geçti: İlk kez siyah kadınların katıldığı “Miss Black America” güzellik yarışması, siyahların vatandaşlık hakları mücadelesinin zirve noktasına ulaştığı bu dönemde (mücadelenin efsanevi lideri Martin Luther King dört ay önce öldürülmüştü), siyahların en önemli örgütü NAACP’nin desteğiyle düzenlendi. Yarışmayı kazanan Saundra Williams’ın “Afro” denilen tarzda kıvırcık saçları, o güne kadar hep beyaz kadınlara özenen siyah kadınların kendilerine özgü bir güzellikleri olduğunu vurguluyordu.
Beatles görünümü
Görünümlerini radikal bir şekilde değiştiren sadece kadınlar değildi. Aynı dönemde erkekler için de bir kıyafet devrimi oldu. Mayıs 1968 başında Paris’teki ilk öğrenci olaylarının fotoğraflarına baktığımızda, polislerin miğferleriyle 1. Dünya Savaşı askerlerini andırdığını, protestocuların arasında hâlâ ceket, ütülü pantolon giymiş, kravatlı, kısa saçlıların olduğunu görürüz. Aslına bakılırsa, Fransız delikanlıları politika ve protesto konusunda 1 numarada olsa bile, kıyafet ve görünümde henüz eskiyle bağlarını tam olarak koparmamıştı. İngiliz delikanlıları bu konuda çok ataktılar. Dönemin ruhunu en iyi kavrayan ve simgeleyen bir grup da, Beatles ve Rolling Stones başta olmak üzere İngiliz müzik toplulukları ve dönemin diğer rock ve pop müzik ikonlarıydı. İngiltere’nin ağır kast sistemine, aşılamaz sınıf bariyerlerine, hâlâ Victoria çağının kalıntılarından kurtulamamış muhafazakâr ahlakına meydan okumakta onlar başı çekti. 1963’te Beatles, Ana Kraliçe ve Prenses Margaret’in katıldığı bir konserde şarkılarına başlamadan önce grup üyesi John Lennon dinleyicilere şöyle seslendi: “Ucuz koltuklarda oturanlar, el çırpın! Diğerleri, mücevherlerinizi şıkırdatın!” Beatles üyeleri önce kravatlı, takım elbiseliydiler, sonra uzun perçemler bırakarak saçlarını “mop-top” (kelimesi kelimesine paspas tepe) tarzında kestiler; ardından yakasız gömlek, topuklu çizme giymeye, saçlarını daha da uzatmaya, sakal ve bıyık bırakmaya başladılar ve sonunda tepeden tırnağa bambaşka bir görünüme ulaştılar; dünya gençliği de onları izledi.
Gençler arasında olup bitenleri, kendi gençlikleri 2. Dünya Savaşı’nın zorlukları içinde geçmiş anne babalarının, iktidardaki geleneksel politikacıların kolay kolay kavraması mümkün değildi. Örneğin Hayat Dergisi’nin 28 Mayıs 1964 tarihli sayısında “Dünya Gençliğini Tehdid eden Tehlike” başlığıyla yayınlanan yazı, eski kuşağın şaşkınlığını ve sıkıntısını yansıtıyordu. Başlığın altında şu satırlar vardı: “Yeni merak ve salgınlar, birçok memleketlerde gençleri gayesiz ve zararlı meşgalelere sürüklüyor. Terbiyeciler, bu temayülün yeni nesiller için tehlikeli olacağından endişe ediyorlar” Yazı şöyle bitiyor: “Dünya terbiyecilerinin bütün ümitleri, şuurlu, sorumluluk hissine sahip gençlerin bu geçici cereyanlara kapılmamış olmasına bağlanmıştır. Daha önceki salgınlar gibi, bu da bir gün geçecektir”.
Kuşkusuz bu da bir gün geçti; ancak diğer önceki salgınlar gibi geride derin izler bırakarak.