19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlılarda icra edilmeye başlanan Avrupa tarzı tiyatrodan çok önce, köklerini ve izlerini Orta Asya’ya kadar sürebileceğimiz, Türklere özgü geleneksel seyir sanatları vardı. 19 yüzyıl ve 20 yüzyıl başlarında Batı tipi tiyatro ile birlikte yaşamaya devam eden geleneksel seyir sanatları, günümüzde gözden düşmüş, yitip gitmemesine gayret edilen bir kültür mirasıdır.
Geleneksel Türk seyir sanatları altındaki türler, bir olayın, durumun hikayenin taklit, söz oyunları, şarkı ve danslarla anlatıldığı; belli bir hicivle güldürmeyi, eğlendirmeyi amaçlayan oyunlardır. Geleneksel Türk seyir sanatları içinde ele alacağımız oyunlar; kukla, karagöz, meddah ile bu üç sanatın bir karması sayılabilecek olan ortaoyunudur.
Kukla, karagöz ve meddah, Türk seyir sanatları içinde kökü çok eskilere dayanan, Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdıkları oyunlardır. Osmanlılarda yaygın olarak şehirlerde sergilenir, ama tabii bu oyunların merkezi İstanbul’dur.
Kukla
Geleneksel Türk seyir sanatları içinde tarihi en eskiye giden kukla oyunudur. Orta Asya’da Türkler arasında çok revaçta olan kuklanın Selçuklularla Anadolu’ya geldiği kabul edilmektedir. El kuklası, araba kuklası, ip kuklası, sünnet ve düğün töreni gibi kalabalık toplantılarda boy gösteren, içinde gizlenen kuklacı tarafından idare edilen dev kukla gibi pek çok türü vardı.
Osmanlı toplumunda kukla oyununu oynatana “Kuklabâz”ya da “Kuklaî” denmekteydi. Karagöz oyununa benzer konuların anlatıldığı güldürücü nitelikteki bu seyir sanatının baş tiplemesi İbiş’tir. Yine Karagöz oyununda olduğu gibi erkek ve kadın tiplemeler kuklada da mevcuttu.
Yaygın ve eski bir oyun olarak sokakta, halk arasında rağbet gören kuklacılık, sarayda da sahnelenmekteydi. Kukla ustalarının haremdeki cariyelerden yetenekli olanlarına dersler verdikleri, Enderun’da eğitim gören iç oğlanlarına da yine kuklacılık talimleri yapıldığı belgelerden anlaşılmaktadır. Kukla oynatmayı öğrenen cariyeler, harem mensuplarına bu oyunu icra etmişlerdir. 1680-85 tarihleri arasında Kuklacı Usturacı Mehmed’in cariyelere, Kuklacı Kara-baş isimli Yahudi ile Kuklacı Ali’nin Enderun’da ders verdiği belgelerden anlaşılmaktadır.
Kuklacılık Avrupa’da da revaçta olan bir seyir sanatı olduğundan, 20 yüzyıl başlarından itibaren İstanbul’a Avrupalı kuklacılar gelerek sanat icra etmişlerdir. Bunlardan Avusturyalı Petro Çiçoviç, 1905 yılında İstanbul’a gelerek Büyükada’da bir gazino kiralayarak kukla oynatmak üzere resmî makamlardan ruhsat talep etmişti. Ancak Avusturyalı kuklacıya ruhsat verilmeyince, yapmış olduğu masraflar yüzünden zarara uğradığını söyleyen Petro Çiçoviç mağduriyetinin giderilmesini talep etmişti.
Karagöz ve kukla İstanbul’da olduğu gibi diğer Osmanlı şehirlerinde de rağbet gören bir seyir sanatıydı. Rumeli ve Anadolu şehirlerinde kukla ve karagöz oynatan sanatçılar vardı. 1902 tarihli bir belgede Üsküp’te çarşıdaki bir lokantada kadınlara kukla gösterisi yapıldığından şikayet edildiği ve yapılan tahkikatta kukla oynatılmasının bir zararının olmadığı gibi çarşıda uluorta oynatılmayıp her yerde icra olunan bir kukla oyunu olduğu anlaşılmıştı. Ne var ki zararsız olduğu kabul edilmesine rağmen kukla oynatılması polisçe engellenmiştir.
Karagöz
Karagöz oyunu Osmanlı’da geleneksel seyirlik sanatlar içinde en sevilen ve tutulan gösteri sanatı olmuştur. Bunun başlıca sebebi temelde güldürmeyi hedeflemiş olsa da Karagöz-Hacivat oyununun, siyasi eleştiri, taşlama yönü ile açık-saçık sözler içermesiydi. Osmanlı belgelerinde karagöz oynatan sanatkârlar için “hayal-i zıllıcı”, “hayalbâz” tabirleri kullanılmaktadır.
Osmanlı sarayında da çok rağbet gören karagöz oyunu, devrin karagöz üstatlarının padişah huzurunda sanat icra etmek için saraya davet edildiğini, hatta 1685’te Edirne’de bulunan Sultan IV. Mehmed’in karagöz oynatmak için Hayal-i Zıllcı Ahmed Efendi’yi araba tahsis ederek İstanbul’dan Edirne’ye getirttiğini gösteren belgeler bulunmaktadır. Haremde karagöz oynatmaları için cariyelere karagöz ustalarının talim verdiği de belgelerden anlaşılmaktadır. 19 yüzyıldan itibaren karagözcülerin birleşerek esnaf teşkilatı oluşturdukları ve kendileri dışında kimsenin karagöz oynatmasına müsaade etmedikleri, 1910yılında adliyede memur İzzet Efendi’yi resmî makamlara şikayet etmelerinden anlaşılmaktadır.
Karagöz figürleri. Metin And koleksiyonu
IV. Mehmet’in Karagöz ilgisi
Osmanlı döneminde karagöz, halkın en çok rağbet ettiği oyundu. Bu oyunun saray çevresinde de beğenilerek izlendiğinin göstergesi olan bu belgede, Karagöz oynatmak üzere devrin meşhur karagözcülerinden Ahmet Çelebi’nin padişahın talebi üzerine huzurunda sanat icra ettiği anlaşılmaktadır.
Belgede karagöz oynatan Ahmet Çelebi için, “Hayal-i zıllcı” ve “Hayalbâz” tabirleri kullanılmaktadır.
1685 tarihli bu belgeden anlaşıldığına göre, Sultan IV. Mehmet İstanbul’da değildir. Muhtemelen vaktinin çoğunu geçirdiği Edirne’dedir ve Hayalci Ahmet Çelebi’yi karagöz oynatması için İstanbul’dan Edirne’ye getirtmiştir. Padişahın huzuruna gitmek için Ahmet Çelebi’ye bir iki atlı bir araba tahsis edilmiş, harcırahı, nafakası ve araba ücreti olarak toplam beş bin akçe ödenmiştir.
Meddahlık
Meddahlık, bir hikayenin, destanın mübalağalı bir şekilde taklit ve mimiklerle canlandırılarak anlatılması sanatıdır. 17 yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan kahvehaneler vasıtasıyla meddahlık da geniş bir hareket alanı bulmuştu. Özel bir sahne dekoruna ihtiyaç duymayan meddah için bir iskemle yeterdi. Yanında taşıdığı sopa ile mendil ise, anlatacağı hikayede işlevsel kullandığı yegane aksesuarıydı.
Bir anlatı türü olması dolayısıyla, kukla ve karagöz gibi sadece güldürmeceyi hedeflemezdi. Meddahlık, İslâm geleneğinde var olan din büyüklerine övgülerin, Kerbela gibi trajik olayların, Battal Gazi gibi destanların da anlatıldığı geniş bir hikaye dağarcığına sahiptir. Ancak meddahlığın son demlerinde daha ziyade güldürüp eğlendirmek hedeflenmiştir.
Kahvehanelerde halkın içinde icra edilen bu seyir sanatı, Osmanlı sarayının da fazlasıyla rağbet ettiği bir türdü. Meşhur meddahların sarayda padişahların huzurunda gösteri yaptıkları, hatta 1837-1840 yılları arasında meşhur meddah Ahmet Efendi’nin sarayda daimi olarak bulunup aylık 500 kuruş maaş aldığı, yine belgelerle sabittir.
Ortaoyunu
Geleneksel Türk seyir sanatlarından kukla ve karagöz ile çok benzerlik gösteren ortaoyunu, bir bakıma cansız oyuncularla sahnelenen bu iki oyunun canlandırılmış hali gibidir. Oyun tıpkı Karagöz-Hacivat ya da kukla oyunundaki İbiş-İhtiyar baş tiplemeleri gibi Kavuklu ve Pişekâr tiplemeleri ekseninde gelişir. Karagöz ve kukla oyununda olduğu gibi bolca taklit, yanlış anlamalardan doğan gülünç durumlar, söz sanatları oyunun eğlendirici unsurlarındandır. Kapalı veya açık havada basit bir sahne dekoru içinde, etrafı seyircilerle çevrili oynanan ortaoyunu, bu adla ilk defa Sultan II. Mahmud devrinde oynanmıştır. Çok sevilen Karagöz oyununun bir bakıma canlandırılmış hali olan ortaoyunu 19 yüzyıl boyunca sahnelenmişse de 1850’den sonra yaygınlaşan Batı tarzı tiyatro karşısında önemini yitirmiştir.
Ortaoyunu: Hem sarayda hem sokakta:
II. Mahmud döneminde Ortaoyunu adını alan geleneksel seyir sanatı, daha eski dönemlerden beri hem sarayın hem sokağın gözdesiydi. III. Ahmed 1720’deki bir şenlik sırasında ortaoyunu seyrediyor; Sûrnâme-i Vehbi.
Ortaoyunu kış aylarında kapalı mekanlarda sergilenirken, yaz gelip de sayfiyelere çıkıldığında muhtelif mesire yerlerinde sahnelenmekteydi. Ortaoyunu oynatmak için Zaptiyeye yazılı müracaatta bulunulup izin almak gerekiyordu. İzin talep eden kişinin oyunu nerede oynatacağı, haftada kaç gün sahneleneceği, ortaoyunundan başka ince saz vs. gösterilerin olup olmayacağını bildirmesi gerekiyordu.
1890’da sepetçi esnafı, usta ve çırak çıkarmak törenini yapacakları Silahtarağa mesiresinde ortaoyunu oynatmak için izin talep etmişti.
Ortaoyunu kumpanyası yöneticisi Komik Ali Rıza Efendi, 1910 yılında yazdığı arzuhalde Yenibahçe’de Kemalbağı’nda eski usul ortaoyunu gösterisi yapmak üzere izin talep etmişti. Komik Ali Rıza, ortaoyununu Cuma ve Pazar günleri olmak üzere haftada iki gün erkeklere mahsus icra edeceğini bildirmişti.
Ortaoyununda Müslüman kadın oyuncu oynatmak yasaktı. Ortaoyununda kadınları oynayan zenne tiplemeleri, kadın kıyafetinde erkekler tarafından canlandırılırdı. Hatta gayrimüslim kadınların Müslüman kadın kıyafetiyle oyunda rol almaları da yasaklanmıştı.
Yüzyıllar boyunca bir arada sanatlarını icra eden kukla ve karagözcüler, 19. yüzyılda teşkilatlanarak esnaf birliği kurmuşlar ve sanatları ile ilgili meselelerde birlikte hareket etmişlerdir.
Geleneksel seyir sanatlarının yanında 19 yüzyılın ikinci yarısında tiyatronun da ortaya çıkması üzerine hükümet, gösteri sanatlarını belli kurallara bağlı olarak kayıt altına almak için bir nizamname hazırlamıştı.
İbiş ile Maskara:
Geleneksel seyir sanatlarından Türk el kuklası ve ipli kukla: İbiş ile Maskara. Metin And’ın Geleneksel Türk Tiyatrosu; Kukla Karagöz Ortaoyunu (Bilgi Yayınevi, 1969) adlı kitabından.
Yasaklar listesi
1896 yılında umuma açık olarak oynatılacak tiyatro, ortaoyunu, karagöz, kukla gibi gösteri sanatlarının sergilenmesinde uyulması gereken kuralları belirleyen bu nizamnameye göre;
-Hangi lisan ve tarzda olursa olsun ruhsat almadan Osmanlı memleketi dahilinde tiyatro, ortaoyunu, canbaz, hayal (karagöz), hokkabaz, kukla oynatılamayacaktır.
-Bu gibi gösterileri yapacak olanlar, bulundukları yerin belediyesinden ruhsat alacaktır. Zabıtaca gerekli tahkikat yapıldıktan sonra nizamname hükümlerine riayet edeceklerine dair taahhüt alındıktan sonra ruhsat vergisi alınarak ruhsat tezkiresi verilecektir.
-Oyunlarda genel adaba, ahlaka aykırı bir husus bulunmayacaktır. Din ve mezhep konularına hiçbir şekilde temas edilmeyecek, güldürü konusu yapılmayacaktır.
-Oyunlarda siyasi içerik, politik göndermeler, hicivler olmayacak, devlet ve saltanat aleyhinde eleştiriye yer verilmeyecektir.
-Oyunların içeriği genel adaba, millî geleneklere, dinî ahkama aykırı olmayacaktır. Müstehcen sözler ve davranışlardan uzak durulacaktır.
-Açık ya da kapalı oyunlar-da Müslüman kadın ve kızlar rol almayacaktır.
-Nizamnameye aykırı davranışlarda bulunanlara kabahatleri derecesine göre para cezası uygulanacaktır.
Meddah aylığı 500 kuruş
Sarayda meddahlık yapan Ahmet Efendi’nin muntazam olarak maaş aldığını gösteren bu belgede, Meddah Ahmet Efendi 1840 yılı Mayıs ayına ait maaşının ödenmesi için yazmış olduğu arzuhalinin üzerine 500 kuruşluk maaşının ödenmesine dair kayıt bulunmaktadır.
Sarayda kuklacılık dersleri
Geleneksel seyir sanatlarının halk arasında en meşhurlarından olan kuklacılık, güldürücü, eğlendirici gösterileri ile Osmanlı sarayında da revaç bulmuştu. Haremde bulunan cariyelerden yetenekli olanlar, devrin meşhur kuklacılarından kukla sanatını öğrenerek saray dahilinde haremde bu sanatı icra etmişlerdi. Cariyelerin yanı sıra Topkapı Sarayı’ndaki Enderun’da eğitim gören devşirme çocuklara da kukla sanatı dersleri verilmiştir.
1680 tarihli bu belgeden anlaşıldığına göre kukla ve karagöz üstadı (“kuklaî” ve “hayalbaz”) Usturacı Mehmed Çelebi altı cariyeye kukla ve karagöz talimi yaptırmıştır. Bu görevi karşılığında da günlük 30 akçe ücret almıştır (üstte sağda).
1683 tarihli diğer belge ise Enderun’daki iç oğlanlarına kuklacılık dersleri veren Kuklacı (Kuklaî) Ali’nin bu görevinden dolayı almış olduğu günlük 40 akçenin ödeme makbuzudur (üstte solda).
Müslüman kadın rolü de yasak
Ortaoyununda kadın rolleri “zenne” denilen kadın kıyafetine girmiş erkekler tarafından oynanırdı. Oyunlarda Müslüman kadınların rol alması yasaktı. Bu yasak tiyatrolarda da geçerliydi yalnızca yabancı tiyatrolarda gayr-i müslim kadınlar oyunlarda rol alabiliyordu.1910’da Kuşdili’nde oyun icra eden Hamdi Efendi idaresindeki ortaoyununda iki Hıristiyan kadın, Müslüman kadın kıyafetiyle rol almıştı. Hamdi Efendi, yasağı delmek için böyle bir yol bulmuştu ancak bu durum derhal takibata uğrayarak, oyunlarda Hıristiyan oyuncu bile olsa Müslüman kadın kıyafetiyle oyun oynanmasının İslâm adabına aykırı olduğu gerekçesiyle caiz görülmeyerek yasaklandığı gibi, bundan böyle bu gibi durumlara meydan verilmemesi hakkında Polis Müdüriyetinin dikkati de çekilmişti.
Yangınzedeler yararına ortaoyunu
Afetlerden zarar görenler için yardım toplanması, geliri onların menfaatine kullanılacak etkinlikler düzenlenmesi, günümüzde çokça görülen bir yardımlaşma şeklidir. Eski İstanbul’un en korkulu rüyalarından birisi olan yangınlar birkaç senede bir, farklı bir mahalleyi silip süpüren cinsten afetlerdi. İşte 1908 yılında yine böyle bir yangında zarar görmüş evsiz, barksız kalmış yangınzedeler için gösteri sanatlarının duyarlı mensupları girişimde bulunarak sergiledikleri oyunun gelirini bu yangınzedelere bağışlamışlardı. Belgede, ortaoyuncusu Karagöz Mehmed Ağa tarafından Fatih yangınzedeleri menfaatine Tahtakale Tomruk Sokak’ta bulunan Mirza Ali’nin kahvesinde oyun sergileyerek bu oyundan elde edilen 100 kuruşu yangından zarar görenlere ulaştırılması için Şehremanetine gönderildiği yazmaktadır.
Sanatçı esnafın ruhsat şikayeti
Geleneksel seyir sanatlarını icra eden kişiler, 19.yüzyıldan itibaren esnaf teşkilatı kurmuşlar ve her birinin başına bir kahya seçilmişti. Gösteri sanatı yapan bu kuklacı, karagözcü, hokkabaz, incesaz esnafı sorunlarını da resmî makamlara birlikte iletmekteydi. 1857 tarihli bu belgede, gösteri sanatı esnafı, bir toplantı veya şenlik yerine gittiklerinde Zaptiyeden kendilerinden alınmakta olan gecelik 15 kuruşluk ruhsatiye ücretinin 30 kuruşa çıkarılmasından yakınmaktadır. Kendilerinin “fukara gürûhundan” olduklarından bahisle bu ücreti ödemeye güçleri olmadığını, eskisi gibi 15 kuruş alınmasını istemektedirler. Arzuhalin sonuna her esnaf grubunun kahyasının isimleri yazılarak imzalanmıştır. Bu imzalardan gösteri sanatlarının kahyalarının etnik kökeni de görülmektedir. 1857 yılında Kuklabaz (Kuklacı) kahyası Salamon, Hayalci (Karagözcü) kahyası Seyyid Mehmed Salih, Hokkabaz kahyası Mişon, İncesaz kahyası Zenup’tur.
Ramazan’da izin belgesi
Karagöz oynatmanın belirli bir zamanı olmamasına rağmen, düğünlerde, sünnetlerde, önemli toplantılarda eğlenceli vakit geçirmek için tercih edilirdi. Bunun yanısıra Ramazan gecelerinde karagöz oynatılması bir gelenek haline gelmişti. Ancak bunun için bir izne ihtiyaç duyulmaktaydı. 1848 tarihli bu belgede; her sene Ramazan ayında bazı kahvelerde hayal (karagöz)oynatmak adet olduğundan bu sene de Karagöz oynatmak için ruhsat talep edildiği, hiçbir şekilde uygunsuzluk meydana gelmemesine dikkat olunması şartıyla eskiden olduğu gibi karagöz oynatılmasına padişahın onay verdiği bildirilmektedir.
Memur karagöz oynatamaz
Adliyede katip olarak çalışan İzzet Efendi’nin çeşitli yerlerde Karagöz oynatması, bu işi profesyonel olarak icra eden Karagözcü esnaf tarafından şikayet edilmişti. 1910 tarihli belgede geçimlerini yalnızca Karagöz oynatarak sağladıklarını belirten Umum Hayalciler esnafı namına Hayalciler Yiğitbaşısı Şefik, Adliyede katiplik yapan İzzet Efendi’nin Karagöz oynatmasına karşı çıkmıştı. İzzet Efendi’nin memuriyet haysiyetini ayaklar altına almakla birlikte, Karagöz oynatmasının kendilerinin rızkına engel olmakta olduğunda.
GELENEKSEL TÜRK TİYATROSU
Dramatik yoğunluk değil, gösteriye yönelik hüner
Geleneksel Türk tiyatrosu ‘güldürü’ ağırlıklıdır. ‘Kaba fars’tan incelikli ‘söz oyunlarına dek uzanan bir gülmece anlayışı içinde taşlama ve yergiye de yer verilirdi. Saray şenliklerinin hoşgörülü ortamında kimi sanatçılar sultana bile sataşabilme yürekliliğini göstermişlerdir.
“…Ortaoyunu’nun anımsanması gereken ilk özelliği, ‘açık uzam’da (temaşa çayırında) sunulmasıdır (Metin And, Başlangıcından 1983’e Türk Tiyatro Tarihi, 1992-94, s. 55).Meddah da seyircisiyle iç içeydi; öykülerini kimi zaman açık hava uzamlarında da dillendirirdi.
Belirtilmesi gereken ikinci özellik, şarkı ve dansın her zaman gösteriyle iç içe oluşudur. Osmanlı döneminin eğlence ortamının vazgeçilmezleri arasında ‘erkek dansçı’ anlamına gelen –gösterilerini kadın giysileriyle yapan- ‘köçekler’ bulunmaktaydı. Seyirlik köylü oyunları geleneğinde de tiyatro eylemiyle dansı buluşturan -‘Kartal Dansı’ gibi- halk oyunları sıkça görülmektedir. Karagöz’ün olmazsa olmaz tiplerinden biride ‘kadın dansçı’ anlamına gelen ‘çengi’dir. Ortaoyunu da Meddah da müziğin katkısıyla renklenen ve bu yolla daha da çekici kılınan geleneksel gösteri sanatlarıdır.
Geleneksel tiyatromuzun üçüncü özelliği, ‘zaman’, ‘uzam’ ve gösteride kullanılan ‘araç-gereç’ bağlamında ‘gerçekçi’ değil, ‘soyut’ (simgesel) bir anlatımın uygulanmasıdır. Söz gelimi, seyirlik köylü oyununda ‘binek hayvanı’, üstüne örtü atılmış oyuncuların devinimiyle temsil edilir. Karagöz’deki ‘dükkan,’ görüntüsü bir bakışta tanını veren, gelenekselleştirilmiş bir soyutlamadır. Ortaoyunu’nun iki temel dekor parçası olan ‘dükkan’ ve ‘yenidünya’, seyircinin imgeleminde doğru anlamına ulaşarak somutlaşan işlevsel birer simgedir.
Dördüncü özellik, geleneksel Türk tiyatrosunun ‘güldürü’ ağırlıklı oluşudur. ‘Kaba fars’tan incelikli ‘söz oyunları’na dek uzanan geniş oylumlu bir gülmece anlayışı içinde taşlama ve yergiye de yer verilirdi. Özellikle saray şenliklerinin hoşgörülü ortamında kimi sanatçılar Sultan’a bile sataşabilme yürekliliğini göstermişlerdir (And, A.g.y., s. 43). Ancak, sanatçılara tanınan bu özgürlük İstibdat döneminde tümüyle ortadan kalkacaktır.
Geleneksel halk tiyatrosunun oyuncuları genellikle görüntüleriyle, mimik ve jestleri ile ‘güldüren’ kişilerdi. Söz gelimi, Ortaoyunu ustalarından Kavuklu Ali Bey, birbirinin içine girmiş burun-ağız-çene yapısıyla da güldürü üretirdi. (Bugün ‘komedyen’ seçmek için yapılan TV yarışma programlarında, yüz hatları abartmalı özellikler taşıyan oyunculara şans tanınması, geleneksel güldürü anlayışımızın sürmekte olduğunu gösteriyor). Son Ortaoyunu ustası İsmail Dümbüllü yüzünü çeşitli biçimlere sokabilmesiyle ünlüydü.
Özellikle Karagöz ve Ortaoyunu’nda yer alan çeşitli tipler yoluyla tüm ‘toplumsal çevre’ bütün renkleri ve sesleriyle dile gelirdi. Bu nedenle her oyunda çok sayıda ‘tip’ yer alırdı. Böylece Osmanlı toplumunu oluşturan sınıflar ve etnik gruplar topluca temsil edilirdi. Tipleri canlandırmada ‘taklit’ çok önemliydi. Tiplemeye ve taklide dayanan geleneksel tiyatro ‘abartılı’ ama ustalıklı bir oyunculuk gerektiriyordu. Bu nedenle de oyuncular özellikle belirli tiplerde uzmanlaşmak için usta-çırak ilişkisi içinde yetişiyorlardı (‘Taklit’in, günümüz Türkiyesi’nde de çok tutulan bir güldürü sanatı olduğunu anımsamadan geçmeyelim).
Geleneksel Türk oyunları, Batı’da gelişmiş dramatik yapı anlayışının tersine, birbirini neden-sonuç ilişkisi içinde izleyen yoğun bir olaylar dizisi üstüne kurulmamıştır. Gevşek bir dokuya ve çok eklemli (epizodik) bir yapıya sahiptir. Bu yapı içinde oyunda doğaçlama yoluyla değişiklik yapılabilmektedir. Bir başka deyişle, sunulan oyunda, Batı’nın gerçekçi tiyatrosunun ön koşulu olan ‘dramatik yoğunluk’ değil, ‘gösteri’ye yönelik ‘oyunsu’ hünerlerin gündeme gelmesi amaçlanmaktadır (Buna karşılık, usta meddahların sunumlarında zaman zaman ‘dramatik yoğunluk’ kotarıldığı da bilinmektedir).”
(Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’in yazısı, Uzun Yolda Bir Mola – Cumhuriyet Kitapları, 2011 adlı kitabından
alınmıştır.)