#4 Macide Albayoğlu
Akıl hastanesindeki koğuşumda beni ziyarete geldiğinde Macide Hanım, ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüştü ve doktorlarına göre dünya üzerindeki günleri sayılıydı. Bu durumdaki biri için ziyadesiyle soğukkanlı, kontrollü ve mağrurdu. Hayatının otuz yılından fazlasını çeşitli liselerde öğretmenlik ve idarecilik yaparak gelecek neslin tâlim ve terbiyesine vermişti. İşine büyük bir ihtirasla bağlıydı; öyle ki, “başka türlü mesuliyetleri bulunmasa” Türkiye’nin ilk kadın bakanı sıfatıyla Milli Eğitim’in başına geçmesi işten değildi. “Eğitmen kendini bir komutan gibi görmelidir,” diye açıkladı mesleğinin püf noktasını Macide Hanım. “Bunu bana öğreten Paşa Babam olmuştur ki, kendisi, nur içinde yatsın, silahlı kuvvetlerimizin medar-ı iftiharlarından biriydi. Nitekim sınıfa ilk girip o küçük canavarlarla karşılaştığım anda bu işin aslında bir savaş olduğunu kendim de tespit ettim.” Hastane ocağından gelen çayını yudumlarken öğretmenliğe duyduğu aşkını anlatmayı sürdürüyordu. “Sun Tzu’yu bilirsiniz, büyük Çinli general; Harp Sanatı kitabı bugün bile askerî okullarda okutulur. Geliştirdiği teknikler öyle muazzamdır ki, kısacık bir zaman zarfında İmparator’un cariyelerini bile dört dörtlük askerlere dönüştürmüştür. Üstelik sadece iki cariyenin kafasını uçurtarak! Gerçek bir ilham kaynağıdır benim için.” “Başka bazı mesuliyetlerden söz etmiştiniz?” Asıl mevzunun o noktada düğümlendiğini hissetmekteydim.
“Evet,” diye derin bir iç geçirdi Macide Hanım. “Biz kadınların, erkeklerden eksiği değil fazlası vardır efendim.
Ne var ki, üstünlüğümüzü dengelemek için yüce yaradan bize çocuk doğurma ve büyütme vazifesini vermiştir. Ben de, oğlum Ertuğrul dünyaya gelince, işimi ikinci plana atıp hayatımı onu yetiştirmeye adadım. Epeyi bir zaman gayet de başarılı olduğumu düşünüyordum. Ta ki…”
“Ta ki?”
“Bazı komşularımızdan Ertuğrul’un dehşet verici şeyler yaptığını duydum. Önce inanmak istemediysem de, nihayet kabul etmek mecburiyetinde kaldım.”
“Ne gibi şeyler?”
“Mahalledeki kedi ve köpeklerin kafasını kesiyordu efendim. Galiba öncesinde de zavallı hayvanlara epeyi bir işkence etmekteymiş.” Çayından son yudumu alıp devam etti Macide Hanım. “Ben tabii bunu duyunca, derhal kendisini evimizdeki sandığa kilitledim. Tam yirmi dört saat tutum onu orada. Daha önce, solaklığını tedavi ederken son derece fayda sağlayan bu yöntemin yine işe yarayacağından emindim.”
“Yaramadı mı?”
Kafasını hayır anlamında salladı Macide Hanım. “Bilakis her şey daha da beter bir hâl aldı. Hatta, beni üzmek için kekeme rolü yapmaya başladı. Kızılcık sopası, kızgın maşa… tek bacağından bağlayıp sallandırmam dahi para etmedi. Okuldan attılar çocuğumu. Hiçbir işte de tutunamadı. Başı beladan kurtulmadı…”
“Hayret doğrusu. Neden acaba?”
“Çünkü gavur tohumuydu,” şeklinde pek anlayamadığım bir yanıt verdi, tafsilatlı açıklamaya geçmeden önce. “Babası muhacirdi. Gerçi müslümandı ama asırlar içinde kanına gavurluk bulaşmıştı. Oğlum da, bu yüzden şeytanın teki oldu işte.”
“Anlıyorum,” dedim.
“Oğlunuz ne yapıyor şimdi?”
“Astılar oğlumu. Gasp, cinayet, tecavüz gibi bir şeylerden…”
“Peki Macide Hanım, ruhunuz karşılığında isteğiniz nedir?”
“Babasının günahları yüzünden oğlumun cehennemde yandığını bilmek beni kahrediyor. Yakında ben de öbür dünyaya göçeceğim. Sizden ricam, onun benim yanıma, cennete gönderilmesini sağlamanız.”
“Ahiretle ilgili ve doğaüstü talepleri ekseriyetle kabul edemiyorum,” dedim. “Ancak sizin durumunuz hakikaten de bir istisna. Merak buyurmayın, öldükten sonra oğlunuzla aynı yerde olacaksınız.”