Geçen ay 100 yaşında yitirdiğimiz tarihçi Halil İnalcık, özellikle Osmanlı tarihi üzerine verdiği eserlerle yeni belge ve bilgiler, yeni bakışaçısı ve yaklaşımlar ortaya koymuş; uluslararası literatüre önemli katkılar sağlamış; Türk tarihçiliğinde bir milat yaratmıştı. Hocanın öğrencileri ve Yayın Kurulu üyelerimizden Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cemal Kafadar ve İsenbike Togan, İnalcık’ın Osmanlı tarihi çalışmaları içindeki yerini yazdı.
Osmanlı geçmişini çalışmanın nice yolu, nice imkanı, nice yöntemi var şüphesiz. O muazzam deryada seyredenlerin sahip olması gereken beceriler, akademik hayatta değişik disiplinlerin bünyesinde ediniliyor. Tarih, edebiyat tarihi, sanat tarihi, tasavvuf tarihi gibi. Bu disiplinlerin her birinde derinleşmek imkansız, dolayısıyla farklı becerilerin ve bunları geliştirmeye yönelik farklı eğitim kulvarlarının değerini bilmek lazım. Öte yandan geçmiş üzerine çalışan disiplinlerarası duvarları katı örerseniz, fili bir-iki yerine dokunarak tasvir etmeye çalışan körler meselindeki gibi, anlama çabanız bütünlük ve insicam kazanamaz. Ama sonuç olarak arzulanan budur; bir Âşıkpaşazade’yi ne sadece dervişliğini ne sadece tarih yazarlığını ne sadece büyüdüğü Mecidözü’ndeki zaviyeyi ve yaşadığı başka mekanları çalışarak anlayamayacağınızı bilirsiniz. İşte bu arzulanan şekliyle, yani dar anlamdaki tarihçiliği aşan; filoloji, edebiyat, kültür, bilim, müzik, sanat tarihçiliği gibi değişik alt kolları ile harmanlayan; metin yayını ve tahlili gibi bilimsel çalışmalarda herkesin uzlaştığı olmazsa olmaz standartları olan, geniş ufuklu ve kuşatıcı bir “Osmanlı çalışmaları” sahası son yetmiş-seksen yılda, yani tam da kasten Osmanlı geçmişini unutturmak istediği iddia edilen cumhuriyet döneminde, belirgin bir şekilde gelişti, gelişiyor. Bu süreçte rahmetli (demeğe alışmamız lazım) Halil İnalcık’ın eserleri ve etkileri, ne açıdan bakarsanız bakın, merkezî bir konumdadır.
Aynı zamanda, sahada kendine yönelik bir eleştirel süzgecin gittikçe daha ince eler daha sık dokur bir kıvama geldiğini de kaydetmeliyiz. Ne yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, iyi mi yapıyoruz, kötü mü yapıyoruz? Osmanlı toplumunu, kültürünü, iktisadiyatını daha nüfuz edici bir şekilde anlamak ve çözümlemek için daha neler sormalı, farklı ne gibi ne yöntemler izlemeliyiz? Toplum ve insanbilimlerindeki gelişmelerin neresindeyiz, dünya toplumlarının, evrenin ve insanlığın serüveni ile ilgili tarih söylemine ne katıyoruz? Herhangi bir sahanın olgunlaşma noktasına vardığının, o kıvama geldiğinin en iyi işareti, o sahada kalem oynatanların bu sorularla sürekli yüzleşmeleri ve yaptıkları iş hakkında eleştirel bir sorgulamayı, somut malzemenin üstünde daha soyut ve yöntemsel bir başka söylemi, ince ince işleyerek sürdürmeleridir.
Bu kıvam kendiliğinden oluşmuyor elbette. Önce, sahanın temel meselelerine yönelik çalışmalarda bir yoğunluk ve birikim gerekiyor; belirli temel sorular, yaklaşımlar ve analitik kavramların hiç olmazsa tartışmaya değer olduğu konusunda uzlaşmak gerekiyor. Bazı temel konularda tartışmaya, işlemeye değecek sağlam görüşlerin ortaya atılmış olması gerekiyor.
Geniş ufuklu ve kuşatıcı bir “Osmanlı çalışmaları” sahası son yetmiş-seksen yılda, yani tam da kasten Osmanlı geçmişini unutturmak istediği iddia edilen cumhuriyet döneminde, belirgin bir şekilde gelişti, gelişiyor. Bu süreçte Halil İnalcık’ın eserleri ve etkileri, ne açıdan bakarsanız bakın, merkezî bir konumdadır.
Bu süreçte de İnalcık’ın rolü en başta zikredilmeye değer. Talikîzâde, 1600 yılı civarında kaleme aldığı Şehnâme-i Humâyûn adlı eserinde, bir noktada vak’aları ve öykülemeyi keser, anlatının ortasında bir yerde oyunbaz bir fikir geliştirir. Osmanlı Devleti’ni diğer devletlerden üstün kılan meziyetleri yirmi madde olarak sıralar. Talikîzâde’nin “top 20”si oldukça sübjektiftir; mesela Osmanlı sultanlarının iyi şair olması da başka hanedanlarda bulunamayacak özelliklerindendir, ama kendi gününün değer yargılarına dair çok iyi fikir verir. Ben de sübjektif olma bahasına, ama tarihçilerin belirli ortak değerlerini gözönünde bulundurarak, Halil İnalcık’ın tarihçiliğinde kendi perspektifimden en kayda değer bulduğum bazı noktaları zikredeceğim. Hocanın biyografisi ve eserlerinin toplu listesi konularında başvurulacak çok kaynak var artık.
İnalcık, hem çok önemli bir rolü olan sahayı, yani Osmanlı çalışmalarını aşarak son yüzyılın Türk entelektüel tarihinin en önemli düşünce çizgilerinden birini teşkil eden Gökalp-Köprülü çizgisindeki millî tarih, millî kültür araştırmaları geleneğiyle bağlılığını sürdürmüş, hem de yeni fikir ve yöntemlerle bu çizgiyi ileriye taşımıştır.
Bir kere, sahanın temel konularından herhangi birine Halil Bey’in yazdıklarıyla başlayabiliriz. Sonradan tartışmak üzere, bulgu ve önermelerini yeniden değerlendirmek ve dönüştürmek üzere belki ama, muhakkak, onun yazdıklarıyla başlayabiliriz. Hani neredeyse her türlü hastalığa “iki aspirin al, yat” diyenler vardır ya, ben de bazen herhangi bir konuda danışmak için gelen öğrencilere benzeri şekilde davrandığımı hissediyorum: “Halil İnalcık’ın git şu yazısını oku, haftaya gel”. Bu 70 küsur yıllık verimli kariyere yayılan eserlerden uygun olanı, aspirin gibi, temel meselelerin herhangi biri, ama gerçekten “herhangi biri” üzerine isteyene tavsiye edilebilir.
Bu süreç içinde Halil Bey’in görüşleri ve bir takım temel analitik kavramları içselleştirildi. “Klasik dönem” kavramı gibi. Çoğu zaman düşünülmeden kullanılıyor, zihin ürünü bilimsel bir enstrüman değil de zaten varolduğunu bildiğimiz bir nesnenin ismi gibi, öylesine doğallaştırıldı. Oysa “klasik dönem”, içerdikleri ve çağrıştırdıklarıyla ciddiye alınması ve tartışılması gereken bir kavram. Son zamanlarda belirli bir mesafeyle yaklaştığımız bir dönemleştirme, bilhassa bir “fanatiklik çağı” tarafından sonlandırıldığı ya da takib edildiği savı. Ama eleştirildiğinde dahi, “ortada hiç olmazsa tartışmaya değecek sağlam bir kavramlaştırma var” diyerek hareket edebilmenin nasıl bir kazanım, hatta lüks olduğunu ancak İnalcık’tan önceki tarihçiliğe bakarak anlayabiliriz.
Bir diğer yanıyla İnalcık, hem çok önemli bir rolü olan sahayı, yani Osmanlı çalışmalarını aşarak son yüzyılın Türk entelektüel tarihinin en önemli düşünce çizgilerinden birini teşkil eden Gökalp-Köprülü çizgisindeki millî tarih, millî kültür araştırmaları geleneğiyle bağlılığını sürdürmüş, hem de yeni fikir ve yöntemlerle sürekli haşır neşir olmuş ve bu çizgiyi ileriye taşımıştır. Bu yönüyle de tartışılmalı elbet ama, zaman zaman gazetelere verdiği söyleşilerdense -onları da gözardı etmeden tabii- eserlerine yansıyan entelektüel serüveni bir tarihçi gözüyle inceleyerek.
Türkiye’de tarihçiliğin evrimini, varyantlarını, dünya tarihçiliğine entegre olma hamlelerini, Türk milliyetçiliği ile girift ve çok boyutlu ilişkilerini Halil İnalcık örneği üzerinden ele alacak bir kitap, son yüzyılın belki de en kapsamlı Türk düşünce tarihi eseri olmağa adaydır. Bu zor göreve talip olanlar ilk bakışta şunu göreceklerdir ki, İnalcık kariyeri boyunca hiç yerinde durmamıştır: Alır, ekler, eleştirir, değiştirir, dener, sınar, önerir. 20. yüzyıl başlarının Türkçülüğünden çok şey almıştır ama, seminer arkadaşları Osman Turan ve Nihal Atsız’dan farklıdır; Marksizme mesafelidir ama, toplumsal tarihçiliğe sunduğu imkanların cazibesini anlamamış değildir; Osmanlı mazisi konusunda komplekssizdir, hatta sadece Türklerin değil bütün insanlığın büyük bir mirası olduğunu anlamayanlara tahammülü azdır; ama cumhuriyetçiliğinden, seküler bir siyaset ve toplum hayatı kurma projesi ile barışıklığından taviz vermez… En önemlisi, millî tarihçilik adına birtakım ezberleri ve savunmacı refleksleri birkaç arşiv belgesiyle süsleyip tekrar tekrar ortaya sürenlerin aksine, doksanlı yaşlarında bile angajedir, yani Türkiye’de pek kullanılmayan entelektüel anlamıyla angaje bir zihindir.
Emeklilikten ve şöhretine şöhret kattıktan, nice ödüllerden sonra yazdığı bazı eserleri örnek göstereyim. Biri makale, biri kitap: “Weber ve Patrimonyalizm” makalesi ve patronaj kitabı. Osmanlı tarihçileri bizzat patronaj konusuyla pek ilgilenmemişti ama sanat ve edebiyat tarihçiliğinde serpilen bir yaklaşımdı. Halil Bey’in, Osmanlı tarihçiliğine sözünü ettiğim kuşatıcı bakışı ve o alanların da içinden konuşabilecek bir kavramsal zenginliğe sahip olmasıyla ortaya çıkan bir kitap,
, yani doksan yaşına yaklaşırken daha önce hiç doğrudan ele almamış olduğu Osmanlı şiir dünyası üzerine yazdığı eseri.Bir diğer tarafı, hiç üzerinde durulmayan bir tarafı, Halil Bey’in “tarih yazıcılığı”nın sadece tarih tarafında değil yazıcılık, yani yazarlık tarafında da ciddiye alınması gereken bir akademisyen oluşudur. Verimli yayın hayatının tümü için aynı vurguyla söylenemez belki ama, zaman zaman bir nesir ustası olarak okumaya değer. Tarih yazmanın, akademisyenler tarafından çokça gözardı edilen ediplik yanının hep farkındadır, nasıl yazmalı sorusu üzerine düşünür. “Hermenötik ve Oryantalizm” makalesinde, hocası Fuad Köprülü ile ilgili satırlarında Köprülü’nün sağlam açık bir nesre, bu tarz bir nesir üzerinden geliştirilen bir üsluba ne kadar önem verdiğini yazar. Sanırım bu konuda da Halil Bey, hocasının çizgisi içinde addedilebilir.
Halil Bey’in tarihçiliğiyle üslubunu yakından birleştiren, bir özelliği de kullandığı fiillerdir. “Osmanlılar bunu böyle yapardı, Osmanlı orduları şöyle giderdi. Osmanlı kadınları şu şekilde giyinirdi” gibi. İnalcık, “-ırdı” ekiyle yaratılan geniş zamanın gevşeticiliğine kapılmamış, tarihsiz ve dönemsiz genellemelerden kaçınmıştır.
Kendi başına bir cilt tutacak bibliyografyası içinde her okurunun muhakkak “en beğendiklerim” listesi vardır. Benim için ilk okuduğumdan beri şaşmaz bir şekilde başyapıtı Fatih Devri Üzerine Tedkikler ve Vesikalar adlı çalışmasıdır, hem nesir hem tarihçilik örneği olarak… Bu kitapta dünya tarihinin en önemli olaylarından birini anlamak üzere Halil İnalcık’la bir yolculuğa çıkarız, çıktığımızın bilincindeyizdir. Eğer bu kitap başarılı ise “1453 ve sonrasını, Fatih dönemini anlayacağız” bilinciyle okumaya başlarız. Ama bir vak’a olarak olayın kendisi üzerinde pek durmayız; kendisi de durmayacağımızı yazar, bize daha yolun başında bunu sezdirir. Braudel’in Akdeniz kitabında belirttiği gibi, uzun soluklu derin dinamiklerin üzerinde durmak (tembel okurların kestirmeden yorumladığı üzre), olayları önemsememekten değildir; Akdeniz kitabının tümünü İnebahtı savaşının anlamını ortaya çıkarma çabasının arka planı olarak değerlendirebilirsiniz.
İnalcık’ın eserinde de sosyal, siyasal, iktisadi, hukuki arka planıyla 1453’e ve tüm Fatih dönemine biçim veren yapısal olguları ve süreci anlamaktır işimiz. Dar anlamıyla vak’a tarihçiliğini aşma çabasını öne çıkararak süreç ve yapıların çok boyutlu tahlilini merkeze oturtan bir tarihçilik, bütün dünyada yeni yeni eser vermektedir o yıllarda. Yani 1950’lerden konuşuyoruz ve genç bir Türk tarihçisi olarak Halil İnalcık, çağdaş akımlarla uyum içerisinde olmaktan öte, o akımların temsilcisi olarak bence en kayda değer, en olgun eserlerden birisini vermiştir. Ve ben hâlâ Avrupa dillerinden herhangi birine çevrilmemiş olmasına esef ederim. Tabii eserin çeşitli parçaları Balkan dillerinde klasik oldu; bilhassa “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğuna”; ama bir bütün olarak eseri ele alıp son yıllarda dünya tarihçilerinin yepyeni sorularına konu olan 15. yüzyılın ikinci yarısını, yani yeniçağın başlangıcını yeniden değerlendirmek üzere çevirmenin çok faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü her çeviri, bir yeniden değerlendirmedir elbette.
Halil Bey’in tarihçiliğiyle üslubunu yakından birleştiren, benim çokça üzerimde durduğum bir diğer özelliği de kullandığı fiil kipleri. Tarihselleştirici yaklaşımın bence en büyük düşmanlarından birisi Türkçemizdeki “-ırdı” kipidir. “Osmanlılar bunu böyle yapardı, Osmanlı orduları oradan oraya şöyle giderdi. Osmanlı kadınları şu şekilde giyinirdi” gibi. Şüphesiz yeri geldiğinde kullanılması gerekir ve çok da uygun düşebilir bazı genellemelere; ama bu dönemsiz, tarihsiz konuşma tarzı, Osmanlı tarihçiliği içinde haddinden fazla yaygındır. Ama ben Halil Bey’in bazı yazılarını özel olarak ele aldım ve sadece birkaç yazısını bu açıdan inceledim… Bilhassa çok müşahhas olguları ele alan yazılarını değil de, daha geniş zamanlı sorular soranları. Mesela “Türk Törü Geleneği”, “Türk Hukuk Tarihi” gibi yazılar, şüphesiz, “-ırdı” kipine çok elverişli yazılardır. “Türk hukuk tarihinde şöyle yapılırdı, böyle davranılırdı” diyebilir insan kolaylıkla, geniş zamanın gevşeticiliğine kapılabilir; ama öyle demiyor Halil Bey. “Türk Hukuk Tarihi” yazısında 192 yüklem var, bunlardan sadece ikisi “-ırdı” kipiyle çekilmiş. Kimilerine bu “ıdının dıdısı” gibi gelebilir ama, “-ırdı” kipinin bolca kullanan bir makaleyi alın ve bakın. O tarihsizliği, o dönemsizliği hissetmezseniz şaşarım.
Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar kitabına dönerek, yine bu kitapla ilgili ama, Halil Bey’in birçok çalışmasına karakterini veren bir özelliğine değinmenin yeridir. Toplumsal tarihe ve olgulara solidarist, tesanütçü bakışın yaygın olduğu bir dönemde, yani 1940’larda 50’lerde yazılmıştır; ancak toplumun katmanlarını, değişik zümreleri ve bunlar arasındaki çatışmaları ciddiye alan bir çalışmadır. Yine belki solidarist geleneğin içinden gelen ama katmanlaşmayı, zümreler arasındaki çelişkileri ciddiye alan, hatta analitik çatısını bu eksende kuran bir eser. Fetih bu kitapta fetiş ve bir telos olmaktan çıkar, toplumsal dinamiklerin ve çelişkilerin belirlediği bir siyasi tercih olarak anlaşılır kılınır. Savaş ve barış partileri kavramlaştırması, nitelemesi bugüne kadar hepimiz için 15. yüzyılın Osmanlı dinamiklerini anlamakta çok önemli bir rol oynar. Sultan Mehmed’in neyi değiştirmek ve nasıl bir düzen kurmak istediğini, bu partileri ortaya çıkaran faktörleri ve oynadıkları rolleri anlamadan anlayamayız (Burada hatırlamalıyız ki 15. yüzyıl, yine Halil Bey’in kulaklarımıza küpe ettiği üzere, hem kuruluş dönemini hem klasik devri anlamak için kilit konumundadır). Parti ekseninde Osmanlı tarihine ilk bakıştır benim bilebildiğim kadarıyla.
Burada değişik siyasî tavırların ve ekiplerin varlığı, mesela Ahmet Refik Altınay’da olduğu gibi kaba, miyop bir çıkarcılığın oluşturduğu faksiyonlaşma ya da romantize edilmiş yekpare ve mütecanis bir toplumsal dokunun dejenerasyonu, yozlaşması değildir. Sözcüğün en derin tarihsel anlamında partileşen siyasal kişilik ve zümrelerin, aralarındaki farklılıklar dolayısıyla belirli şartlara değişik tepkiler vermesi sonucu ortaya çıkan, değişik çıkar, tarz ve geleneklere sahip çevreler arasında doğal olarak beliren, normalize edilmiş bir toplumsal çatışmalar örüntüsüdür. Partileşme normalize edilmiştir ve ne o kaba, miyop çıkarcılık anlamında faksiyonlaşmadır ne de mütecanis bir yapının yozlaşmasıdır durum. Siyasal hayatın hiçbir zaman çatışma ve çelişkisiz olamayan normal, olağan akışı içinde karşımıza çıkan bir örüntüdür. Taraflar “yoz” veya “hödük” veya “müfsid” oldukları için değil, yaşadıkları maddi şartların ve siyasi geleneğin imkanları çerçevesinde kendi akılları ile hareket ettikleri durum böyledir. Elbette kişilik önemlidir ama İstanbul’un fethi, belirli kişilerin karakter düşkünlüğü ya da savaşkanlığı, korkaklığı ya da maceraperestliği ile açıklanamayacak, yapılara ve süreçlere eğilmemizi gerektiren bir olgudur. Bırakın siyasi şov ve söylemleri, günümüz akademik literatüründe fetihle ilgili yayınlar, bir iki istisna hariç, 1954’te yayımlanmış bu eserin hakkını vermekten uzaktır.
Gökalp-Köprülü çizgisiyle olan entelektüel bağ, Halil Bey’in ömür boyu bilinçli olarak taşıdığı, işlediği, derinleştirdiği bir bağdır. Mesela yine (Doğu-Batı dergisinde yayımlanan) “Hermenötik ve Oryantalizm” yazısında Fuad Köprülü’yü ele aldığı satırlarda, bu çok açıkça ortaya çıkar. Ayrıca yine aynı dergide bir Ziya Gökalp yazısında Halil Bey bu çizgiyle olan entelektüel bağını tahlil eder. Burada Gökalp-Köprülü çizgisi ile ilgili çok şey vurgulanabilir ama, Halil Bey’in eserlerine damgasını vuran bir-iki yanını yine onun kendi satırlarıyla zikretmeğe değer. Bunlardan biri, “Osmanlı çalışmaları” kavrayışındaki kuşatıcı yaklaşımı da geliştirmeye vesile olan “bütüncüllük” diyebileceğimiz tavırdır. “Milli kültürü edebiyattan ekonomiye kadar tüm sosyal ve kültürel etkinlikleriyle bir bütün sayan Gökalp-Köprülü ekolü…” diye yazar Halil İnalcık. Birkaç sayfa sonraki cümlesi, bu fikrin devamı gibidir: Gökalp-Köprülü ekolü “belli bir kültürün edebiyat, sanat, hukuk, iktisat gibi türlü konularının gerçekte bir bütünün içtimai hayat dediğimiz
’un çeşitli yönlerinden ibaret olduğunu göstermesiyle mümtazdır” ya da fark edilir, seçilir. Sanırım bu çizgi içinde Halil Bey’in (bunu dönüştürücü katkılarını yadsımamakla birlikte) bütüncül yaklaşımını daha da iyi seçebiliriz.EZBER BOZAN YAKLAŞIM
Halil İnalcık hocadan tarihte metot dersleri
Halil İnalcık hocamız tarihî olayları açıklarken, “neden-niçin” sorularını yanıtlamadan konuya girmezdi. Onun konu ve kaynaklarla ilgili çerçeveyi baştan çizmesi ve sonrasında açıklayarak devam ettiği kavramlar sayesinde, isimler ve olaylar arasında kaybolmaz, dönemin siyaseti hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.
İSENBİKE TOGAN
Bir zamanlar komşumun kızı bir ortaokul öğrencisi “Senin konularını okuyoruz. Herkesin ismi birbirine benziyor, sonra daha kim olduğunu anlayamadan bu kişiler birbirlerine giriyor. Buna da iç çekişmeler deniyor. Çok ilginç! Hep aynı şeyler oluyor. Sen bunları nasıl ayırıyorsun” diye sormuştu. O zamanki ortaokul kitaplarında “iç çekişmeler” terimi yaygındı. Şimdi yeni kitaplarda bu terim yerine karışıklık sözcüğü kullanılıyor. Hangisi daha çok şey anlatıyor bilemedim. Ama komşumun kızının söyledikleri doğru idi. Kitaplarda çok isim vardı. Bu kadar çok isim olunca da, bunlar bir kulağımızda girip diğerinden çıkıyordu. Aklımızda kalan sadece iç çekişmelerdi. Zira bu terim bize bir şey anlatıyordu ama, içeriğini pek bilemiyorduk. Tabii konunun üzerinde de durmuyorduk.
Aslında hep böyledir. İsimler ve olaylar güzel bir hikâyeyle beslenmedikçe aklımızda kalmaz; kavramlar kalır. İç çekişmeler sözü de bir kavramdır, ancak çekişmenin dışında olayın ne olduğunu ve nedenlerini bize söylemez. İşte daha yeni kaybettiğimiz ve bu derginin de yayın kurulunda bulunan Halil İnalcık hocamız, tarihî olayları açıklarken, neden, niçin sorularını yanıtlamadan yazmamıştır eserlerini. Aşağıda alıntılarla örneğini vereceğim yaklaşımda da, isimler aklımızda kalmayabilir ama, ustalıklı bir kavramsallaştırma ile meselenin ne olduğunu anlarız.
Aslında iç çekişmeler bir güç mücadelesidir. Halil İnalcık hocamızın verdiği 16. yüzyıl Kırım örneğinde, bugün çok sözü edilen bir konu karşımıza çıkmaktadır. O dönemdeki hanlar-beyler mücadelesinde, hanın elindeki “gücün temerküzü”ne (birikimine) karşı, gücün paylaşılmasını savunan beyler arasında çekişmeler ve çatışmalar ortaya çıkmıştır.
Orta Asya kabile, boy gelenekleri ile hareket eden, Çinggis Han evladı olmadıkları için han unvanı alamayan ve kendilerine “karaçu” denen beyler, Orta Asya atlı göçebe yönetim gelenekleri çerçevesinde, gücün han ile kendi aralarında paylaşılmasından yana idiler. Tabii bu arada bu paylaşma eşit olarak düşünülmemeli, karaçu beylerin kararları daha ziyade kendilerinin vermek istediği gözönünde tutulmalıdır. Halil İnalcık meseleye önce bu olayların anlatıldığı kaynağı tanıtarak başlar ve makalenin başında bunu açıklarken, bize kavramsallaştırmayı da sunar (1983:52):
“Bu eser, tipik bir bozkır hanlığını, Osmanlı İmparatorluğu modeline göre merkezî mutlakiyetçi bir devlet haline getirmek isteyen han olan Sahip Giray’la, hanlığın “Cengiz Han’ın Yasa veya Türesi”ne göre “feodal” kabile devleti yapısını muhafaza etmek için uğraşan kabile aristokrasisi arasındaki ölümüne mücadelenin ilk elden tafsilatlı bir hikâyesini sunmaktadır”. Bilgiler ve ayrıntılar böyle bir kavramsal çerçeve içine konunca, verilen bilgilerin çetrefilliği bizi hiç yormaz, zira meselenin ne olduğunu biliriz. Kısacası kavramsal çerçeve rehberimiz olur, birbirine benzer isimlerle karşılaştığımız zaman kaybolmayız.
Burada sözkonusu mücadeleler içinde Kırım han ailesinden bir taraftan Saadet Giray ve Sahib Giray, diğer tarafta İslam Giray bulunuyordu (gördüğümüz gibi isimler gerçekten birbirine benziyor). Orta Asya gelenekleri çerçevesinde hareket eden beylerin en ileri gelenleri ise “Şirin” adını taşıyordu. Halil İnalcık, gücü eline almak isteyen hana ve taraftarlarına karşı Şirinler için “Sadece Kırım kabile aristokrasisinin desteğiyle İstanbul’dan bağımsız han olmak isteyen I. Mehmed Giray’ın oğlu İslam Giray’da liderlerini buldular” demektedir.
Hoca, sonrasında şöyle devam eder:
“Saadet Giray gibi, şimdi de Sahib Giray, Osmanlı desteğinden faydalanarak hanın otoritesini tesise çalışıyordu. Fakat, kendisini Osmanlıların aslî arzusu olan Kırım’da barışı ve statükoyu garanti edecek yegâne güç olarak takdim eden, Şirinlerin begi otoritesini muhafaza etmeye kararlıydı. […] Ayrıca İslam Giray ve destekçileri Şirinlere karşı olan mücadelesinde Sahib Giray’ın Kırım’daki güçlü Nogay kabilelerinin işbirliğine güvendiği anlaşılmaktadır. […] Öte yandan Şirinler Kırım aristokrasisi üzerindeki liderliklerine meydan okuma olarak gördüklerinden, Mangıt-Nogaylar, Kırım kabile siyasetinde en önemli aktörler olarak ortaya çıkarlar”.
Yukarıdaki anlatımdan gördüğümüz, statükoyu korumak isteyen beylere ve onların destekledikleri han namzedine (İslam Giray) karşı, sistemi değiştirmek isteyen hanlar (Saadet, Sahib Giraylar) içeriden temin edemedikleri desteğe karşılık dış güçlere (Nogaylar ve Osmanlılar) dayanıyorlardı. Önce kavramsal çerçevenin konması sonra da olayların sıralanması çerçevesinde isimler ve olaylar arasında kaybolmak yerine, o dönemdeki siyaset hakkında bir fikir sahibi olabiliyoruz. Kısacası eğitimde isimleri ezberlemek yerine, Halil Bey’in yol gösterdiği gibi kavramlarla anlama yoluna gittiğimiz zaman algımız gelişir.