15 Temmuz darbe girişiminin ardından, askerî lise ve Harp Akademileri ani bir kararla kapatıldı. Ulus devlet inşasında modernleşmenin başını çeken Türk ordusunun 18. yüzyıldan bu yana devam eden reform çabaları; siyasi otoritelerin basiretsizliği, tutuculuk ve vizyonsuzlukla akamete uğradı. Efsaneler, gerçekler ve yenilgiler…
Osmanlı ordusu yükselme döneminde üç özelliği ile yenilmez olmuştu.
Bunlardan birincisi ateşli silahların muharebede taktik kullanımını çözmesi ve “tabur savaşı” adı verilen uygulamayı, tarihî bozkır taktikleriyle ve akıncı kuvvetleriyle birleştirmesiydi. İkinci özelliği disiplinli bir merkezî ordu kurmasıydı. Gerçi Yeniçeri ortaları daima söylenip sorun yaratmışlardı ama, 16. yüzyılda bu homurdanmaları çoğu zaman kontrol edilebiliyordu. Üçüncüsü ise mükemmel ikmal sistemleriydi. Osmanlı askerleri, istisnai durumlar dışında, sefer sırasında Batılılardan kat kat iyi besleniyor ve düzenli maaş alıyorlardı.
En acı mağlubiyet
1.Balkan Savaşı sırasında Kumanovo Muharebesi’nde esir düşen Osmanlı paşası, Sırplar tarafından götürüldüğü Belgrad Kalesinde. Fiilen 22 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşı sırasında, Bulgar, Sırp ve Yunan kuvvetleri 8 günde Makedonya ve Trakya’yı ele geçirmişti.
17. yüzyılın başında bu durum tersine döndü. Yeniçeri disiplinsizliği her türlü kontrolden çıkarken, Avrupalılar da Maurice of Nassau’nun (Moritz von Oranien, 1567-1625) şahsında, disiplinli ve iyi ikmal edilip düzenli maaş alan birlikler kuran bir komutan bulmuşlardı. Diğer Avrupa orduları da hızla bu sistemi taklit ederken, Osmanlılar her fırsatta kazan kaldıran kapıkulu askerleri ve artık önemi artan kale garnizonlarında işe yaramayan tımarlı sipahilerle başbaşa kaldılar.
Bu dönemde yazan Koçi Bey, çürümenin Kanunî’den sonra başladığını, yeteneksiz kişilerin yüksek görevlere getirildiğini, paşaların ve ulemanın bozulduğunu, lükse düşüldüğünü, cahil kadıların çıkarcılığını, tımar sisteminin işe yaramaz hale gelmesini, kırların sahipsiz kalarak eşkıya zulmü altında inlediğini anlatır. Bunların elbette coğrafya keşiflerinden, büyük dünya enflasyonundan, ticaret yollarından ve imparatorluk sınırlarının aşırı genişlemesinden kaynaklanan daha temel nedenleri bulunmaktaydı. Ama bunlar o dönemde henüz net bir şekilde anlaşılmıyor, akıllı ve güçlü sultanların durumu düzelteceği sanılıyordu. Dünya, Osmanlıların ayak uyduramayacağı kadar hızlı değişiyordu. İşin aslına bakılırsa, Avrupa uygarlığının değişim hızı, kendi içerisinde bile birçok unsuru hızla tasfiye etmeye başlamıştı.
Osmanlılar 17. yüzyılda giderek artan yenilgilerle karşılaşmaya başladılar. Karada uğranılan yenilgiler daha çok örgütlenme bozukluğu ve disiplinsizlikten, denizdeki yenilgiler ise örgütlenme bozukluğunun yanısıra bilgi ve teknoloji eksikliğinden kaynaklanıyordu.
Kara savaşlarının teknolojisinde 19. yüzyılın ortalarına kadar radikal bir değişim görülmedi. Top, aynı kaval top, tüfek aynı boruydu.
Sadece tüfekte fitil yerine çakmak getirilmişti. Ama organizasyon çok önemliydi. Osmanlı ordusunda ve gemilerinde her çapta ve uzunlukta birçok top yanyana diziliyor, doğru dürüst salvo atışı yapılamıyordu. Batılılar ise standartlaşmış bataryalar ile çok etkili ateş açıyordu. Osmanlılar bir türlü standart kalibrelere geçemediler. Hatta, çoğu zaman eldeki güllelerin çapına göre top döküyorlardı. Bu bir zihniyet meselesi olarak kaldı. Şöyle ki, uzun vadeli planlama çok nadiren yapılıyor, eldeki olanaklarla bir şekilde idare edilmeye çalışılıyordu.
Her halükârda, Osmanlılarda askerî reformun donanmada başladığını söylemek gerekir. Kadırga yerine kalyona geçilmesi de 17. yüzyılda 25 yıl süren Girit Savaşı’nın büyük bölümlerinde Venediklilerin Çanakkale Boğazı’nı kapatması, hatta bazen Boğaz’a girerek orada bekleyen donanmamızla savaşması nedeniyle hızlandırıldı. Bir asır önce denizlere hakim olan donanmanın Çanakkale’den çıkamaz hale düşmesi büyük zuldü. Yeni gemiler yapıldı ama mürettebat eksikliği çoktu. Üstelik kadırgaların yerine yapılan kalyonlarımız da çok iyi değildi. İlk modern okulun da 18. yüzyılda denizcilikle ilgili olması tesadüf değildir: Mühendishane-i Bahr-i Hümayun. Ne var ki, gerekli personel gene de yetiştirilemedi, çünkü bunun altyapısı olan ticari filolar son derece zayıftı. Ticari denizcilik zayıf ise, donanmanın da zayıf kalması her ülke için geçerlidir. Bu koşullarda bir dönem donanmada yelkenciler Rum, silahbaşı yapanlar Türk idi ama, bu da yürümedi. Zaten Yunan isyanından sonra donanma bu kaynaktan da yoksun kaldı.
Kara ordusuna gelince… Yeniçeriler çok uzun süre başkenti haraca kesip, devlet hazinesini (ve bazen ahaliyi) yağmalamışlardır. Tâlim de yapmazlar, eskiden yasak olan ama fiilen kabul ettirdikleri esnaflıkla uğraşırlardı. Kadroları şişirilir, esame defterine yazılanın ulufesini alırlardı. Savaş zamanı, defterlerde olanın yarısı kadar asker ortaya çıkmazdı. 18. yüzyılda “Eldeki orduyla kıyamete kadar harp edilse, düşmana karşı zafer kazanmak mümkün değildir” denmişti.
Aslında Yeniçeriler o hale gelmişlerdi ki, İstanbul’u bir Rus baskınına karşı korumak üzere tâlimli hazır kuvvet kurulması gündeme getirildiğinde açık ve samimi bir şekilde itirazlarını yapmışlardı: “Eğer top ve tüfenk talimi için başlarımız bağlanacaksa artık esnaflıktan vazgeçmek ve tâlim ile meşgul olmak lazım gelecek, üç ayda bir hizmetsiz ulufe almak da mümkün olmayacak… Tâlim dediğin bir sıkı hizmettir. Bizi sefere gönderirlerse elimizdeki tüfengi atarız, dal kılıç olup Moskof ordusunu birbirine katarız. Allah-ü bala ocağımıza, ağa efendimize zeval vermesin, ulufe aldıkça keyfimize bakarız…” Bunlar her türlü reform girişimine karşı çıktılar. III. Mustafa’nın 1773’te kurduğu, 1782’de Mühendishane-i Bahr-ı Hümayün adını alan deniz okulunun yanı sıra, III. Selim 1795’te Mühendishane-i Berr-i Hümayun’u, yani kara okulunu açtı (O dönemde bütün ülkelerde askerî okullar istihkam temelli olduğu için “mühendishane” adı verilmişti).
Ne var ki bu okullardan istenilen sonucun alınması için daha çok uzun bir zaman geçmesi gerekecekti. İstanbul’da Patrona Halil isyanı, Nizam-ı Cedit’i savunan kadroların Yeniçeriler tarafından katli, Alemdar Mustafa Paşa’nın hakim olduğu kısa devir, sonra onun Yeniçerilerle birlikte havaya uçması, Sekban’ı Cedit’in kurulması, ayanların Sened-i İttifak’ı imzalatması, III. Selim’in katli, II. Mahmut’un Sened-i İttifak’ı yok etmeye ve Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmaya ahdedip bunu gerçekleştirmesi, birçok dış savaşla birlikte sürekli bir kargaşalıklar süreci oldu. O dönemde Napoléon, Mısır’ı işgal etti, İngiliz donanması Çanakkale’yi aşıp İstanbul önüne geldi, kıyılara toplar yerleştirildi, Ruslarla savaş edildi, Kavalalı ve Yunan isyanları, Navarin baskını oldu. Donanmamız bir kez daha yakıldı, Mısır kuvvetleri Kütahya’ya kadar ilerledi vs.
Osmanlılar bu kargaşa içerisinde istedikleri reformları zaten yapamazlardı. 1834’de Osmanlı ordunu izleyen bir Fransız generali olumsuzlukları temelde üç faktöre bağlamaktaydı: “Adaletsiz bir askere alma sistemi, bilgili ve yetenekli subay eksikliği ve yanlış taktikler”. Aynı yıllarda Osmanlılara karşı savaşan Mısır ordusunun komutanı ve Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa ise şunları söylemişti: “Mahmut reform işinde başarısız oldu çünkü … işin şekilsel yanına baktı. Pantolon ve apoletten önce kafaların değişmesi gerekirdi…” İleride Prusya ordusu genelkurmay başkanı olarak ardı ardına büyük zaferler kazanacak olan Helmut von Moltke de 1835’de Osmanlı ordusunda hizmet etmek için gelmiş, ancak eğitim düzeyinin düşüklüğü ve disiplinsizlik karşısında hayrete düşmüştü. Çok büyük fedakârlıklarla oluşturan ordular, İbrahim Paşa karşısında ilk çatışmada dağılıp yok olmuşlardı.
İbrahim Paşa haklıydı ama, onların Mısır’da çok daha kapsamlı bir reform çabasıyla oluşturdukları ordu da sadece Osmanlı ordusunu yenebilmişti. Orada birçok kışlalar, tersaneler, silah ve malzeme fabrikaları açmışlardı. Ancak köylerden topladıkları zavallı adamlar ilk fırsatta kaçıyor, kalanların önemli bir kısmı hastalıktan ölüyor, yıllar süren askerlik sonrasında çok azı sakat ve kırgın insanlar olarak, çoktan umut kesilmiş ve unutulmuş oldukları köylerine dönebiliyordu. Ordu bir ulus inşa etmenin aracıydı ama, insanları birkaç yıl içerisinde dönüştüremiyordu. Kavalalı bir gün Mısır gemilerinin birlikte seyir yaptıkları Fransız gemilerinin manevralarını yapmalarını istemiş ve aynı işi tam üç kat sürede yaptıklarını görünce umutsuzluğunu gizlememişti.
Osmanlı yöneticileri durumun fazlasıyla farkında idiler. Sonuçta yitirilen her savaş en çok onların gözü önünde cereyan ediyor ve ağırlaşan yükler getiriyordu. Ellerinden geleni yaptılar. Yeni silahlar aldılar, Avrupa’ya öğrenci gönderdiler, okullar açtılar. Nihayet 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Ancak reformlar çok yavaş ve kararsız bir şekilde yürütüldü. Bunun birinci nedeni, reformları hayata geçirecek kadrolar ve kaynakların çok sınırlı olmasıydı. İkincisi de reformu yürütenlerin bu işi idare-i maslahatçılık ile yapmaları, radikal tedbirlerden korkmalarıydı.
Bu reformların durumu A. H. Ongunsu tarafından Tanzimat ve Amillerine Umumi Bir Bakış adlı kitabında şu sözlerle çok özlü şekilde ifade edilmiştir: “Kimi askerî ıslahata rağmen gerileme durdurula-mayınca bunalan ve şaşıran devlet adamlarının ya büsbütün korkak ve mütereddit bir vaziyet aldıkları ya da şark kültürüne yeni bir kültür aşılamanın güçlüklerini taktir ettiklerinden veya eski nizam ve teşkilatın faikiyetine (üstünlüğüne) kani bulunduklarından ve herhalde elleri altındaki devletin sarsıntıya asla tahammülü olmadığını hissettiklerinden dolayı hep muhafazakarlık ettikleri görülmektedir”.
Esasen bunlar sahibi olmayan reformlardı. Devlet kademelerindeki bir avuç çaresiz yönetici tarafından başlatılıyor ve toplum içerisinde sadece durumun farkında olan çok küçük bir azınlıktan destek bulabiliyordu. Bu nedenle Tanzimat topal, Islahat Fermanı sahipsiz, 1. Meşrutiyet de ömürsüz olmaya mahkumdu. 2. Meşrutiyet ancak Hareket Ordusu tarafından kurtarılmış, Cumhuriyet ise sürekli darbelere ve komplolara maruz kalmıştır. Reformların sahipsizliğinde bunların Batı’yı model almasının da payı vardır. Batı’dan alınan model de aslının silik bir taklidi oluyor, dolayısıyla asılları, hatta daha iyi taklitleri karşısında sürekli yenilgiye uğruyordu.
Reformların, tarihçi Enver Ziya Karal’ın deyimiyle “gelişigüzel, plansız ve kısmî oluşu” kaçınılmazdı, çünkü savaş ve ticaret dışında temasları yoktu. Daha sonraki yıllarda Batılılar kendi çıkarlarına hizmet edecek okullar açınca, Batı kültürünü daha iyi tanıyan bir kesim yetişti ama bu imparatorluğun ancak son yıllarına rastladığı gibi, burada okuyanlar arasında orduya kabul edilmeyen azınlıkların oranı yüksek idi. Böylece ortaya had safhada bir kadro sıkıntısı çıkmaktaydı.
II. Mahmut zamanında orduda taburdan büyük birlikleri yönetecek subay yoktu.1848’de ilk kurmay subaylar orduya katılmaya başladı. Ama Balkan Savaşı öncesinde subayların durumunu ölçmek için yapılan çalışmalarda, bunların ezici çoğunluğunun bir birliğin harekatını yönetecek emirleri yazma kabiliyetinden dahi yoksun olduğu görüldü. Nitekim Mahmut Şevket Paşa da alaydan büyük birlikleri yönetemediklerinden şikayet ediyordu. Ordudan alaylı subayların ayıklanması ancak 31 Mart Ayaklanması sonrasında başladı ve esas olarak 1913’te, Balkan Savaşı sonrasında tamamlandı. Bunun subay kadrosunda meydana getirdiği sarsıntının 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar sürdüğü İsmet Paşa tarafından ifade edilmiştir.
Ordu kadrolarında 27 Mayıs İhtilali sonrasında bir düzenlemeye gidildi. Ama elde bunu yapacak para yoktu. Bunun için ABD’den 11.5 milyon dolar civarında bir para geldi. Sonrası bir örtülü tasfiyeye dönüştü. Emekli edilecek subaylara ait listelerin hiç beklenmedik şekilde kimler tarafından yapıldığı çok spekülasyona neden oldu ama, parayı verenin etkisi kaçınılmazdı. Bu arada ordu artık sayısız cunta oluşturan bir kurum haline gelmişti. Ordunun sürekli iç siyaset içerisinde olması ve ülke yönetimine karışması, sonraki yıllarda savaş gücünü son derece olumsuz etkilemiştir.
1826’da, İstanbul halkının ordunun bazı unsurlarıyla biraraya gelip, ilk yağmayı yaptıkları 1481’den beri şehirlerine kan kusturan Yeniçeri Ocağı’nı kanlı bir şekilde ortadan kaldırması büyük bir olaydır. Devlet ve halk birleşip kendi ordusunu imha ediyordu! Ne var ki bundan sonra ordu çok uzun süre savaş kabiliyetine sahip olamadı. Donanma 1827’de Navarin, 1853’de Sinop’ta baskına uğrayıp, iki kez daha yakıldı. 1828 ve 1878’de Rusya, 1833 ve 1839’da Mısır ordusu karşısında ardı ardına perişan oldu. 19. yüzyılda sadece 1897’de Dömeke’de Ethem Paşa’nın kazandığı zafer vardır. Akabinde Balkan bozgunu ve devletin dağılması geldi.
III. Mustafa’dan beri yapılan tüm çabalar, Selim’in Nizam’ı Cedit girişimi, onu izleyen Asakir-i Mensure, Seraskerlik ve Harbiye Nezareti, kurmay okulları ve tüm diğer çabalar istenilen sonucu vermemişti. Harp okullarına girecek öğrencileri çekirdekten yetiştirmek için 19. yüzyılın son çeyreğinde açılan askerî ortaokul ve liseler ise en iyi olasılıkla geç kalmış bir girişim sayılabilirdi. Öyle ki, II. Meşrutiyet’e gelindiğinde 27 bin subayın sadece 9 bini mektepli, geri kalanı alaylı idi. Balkan Savaşı’nda ise bu sayı ancak 12.024’e çıkmıştı.
En az bu kadar önemli bir başka husus da, bir ordunun yönetiminde son derece önem taşıyan astsubay ve yedek subay eksikliği idi. Sınıf okullarının çoğu da bu dönemde açıldı. Astsubay yetiştirilmesi için okullar ancak 1909’da eğitime başladı ve bu yeterli olamazdı elbet. Balkan felaketinde hiçbir birlik hücum kabiliyetine sahip değildi. Sadece topçular teknik sınıf olarak biraz varlık gösterebildi.
Bozgun sonrasında donanma İngilizlere, ordu Almanlara teslim edildi. İngilizler hiçbir zaman doğru düzgün teknik ve taktik bilgiler aktarmadılar. Zaten Yunan donanmasını destekliyorlardı. Almanlar ise bir miktar yarar sağladılar ama, bunun için korkunç bir bedel tahsil ettiler. 1912-13’de dağılan ordu 1914’te hızla toparlanmaya çalışıldı; ancak Sarıkamış ve Kanal felaketleri gene korkunç talihin değişmeyeceğini gösterir gibiydi. Nihayet Çanakkale’de ordunun belli bir muharebe gücüne kavuştuğunu görebiliyoruz. Bu zaferden sonra Rusya’nın zayıflaması ve 1917’de savaştan çekilmesi sayesinde Filistin ve Irak cepheleri tutulabildi. Galiçya ise bizim için büyük bir israftan başka bir şey değildi. Bunlar, tıpkı Sarıkamış ve Kanal operasyonlarında olduğu gibi, ordusunu Alman tesirine terk eden Enver’in affedilmez suçlarıdır. Bununla birlikte, 1. Dünya Savaşı boyunca Alman subayların Osmanlı subaylarının eğitimine katkıda bulundukları kuşku götürmez. 1914-18 savaşlarını atlatabilen subaylar, Kurtuluş Savaşı’nı başarıya götürecek bilgi ve tecrübeyi ateş sınavlarında edinmişlerdi.
Cumhuriyetin ilk döneminde ülke çok fakir, ordu hantal, donanma ise aşırı zayıftı. Genelkurmay donanmayı ancak yardımcı bir güç olarak görüyordu. Osmanlı Devleti son savaşlarının hepsinde donanmayı asker taşımak veya uygun olan kıyılarda seyyar topçu bataryası olarak kullanmıştır. Açık deniz muharebesi asla düşünülmüyordu. Abdülaziz dünyanın üçüncü büyük donanmasını yapmış, bunun için devleti büyük bir borç yükü altına sokmuştu. Ama donanma Hüseyin Avni Paşa’nın Abdülaziz’i tahttan indiren darbesine katılınca, Abdülhamit bu donanmayı Haliç’e kapatıp çürüttü. Bunun sonucu Ege’nin yitirilmesi oldu. Tekrar açık denize çıkan bir donanma, ancak yarım asır sonra yapılabildi. O da komplolar ve sızmalarla yıpratıldı.
Orduya gelince… Teknik sınıfların giderek öne çıkması orduya avantaj sağladı, çünkü bunlar ister istemez daha sıkı bir eğitim gerektiriyordu. Buna rağmen kara ordusu uzun süre aşırı büyük ve hantal bir yapı olarak kaldı. Mekanize bir tugayın büyük bir tümenden daha iyi olduğunu görenler vardı belki ama, asker bol, mekanize tugayı hazırlayacak para, kadro ve zihniyet yoktu. NATO’ya girişimiz bazı şeyleri değiştirdi. İlk dönemde bu hantal yapı korundu, ancak ateş gücü ve diğer olanaklar biraz artırıldı ve bazı prosedürler getirildi. Bazı özel birlikler kuruldu ki, bunlar ileride çok kritik görevlerin başarılmasını sağlayacaktır. Bunlar arasında 20 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs’a paraşütle atlayan hava indirme tugayı ile deniz piyade tugayı öne çıkar. Savaş gücü yüksek başka birlikler de vardı ama bu Kıbrıs harekâtı tüm başarısına rağmen ordunun eksikliklerini günyüzüne çıkardı. İletişim güvenliği ve hareketliliğin artırılması öncelikle gerekiyordu. Buna yönelik tedbirler gecikmeyle de olsa REMO (reorganizasyon/modernizasyon) planı ile alınmaya başlandı. Hantal tümenlere dayanan kolordular yerine, hareketli motorize ve mekanize tugaylara geçilmesi çok olumluydu.
Ne var ki Soğuk Savaş sona yaklaşırken Türkiye hazır olmadığı tehditlere karşı gene hazırlıksız yakalandı. Güneydoğu’da başlatılan gerilla savaşına karşı geleneksel birliklerle ve profesyonel olmayan eratla başarılı olma şansı yoktu. Bunlara karşı özel birliklerin ve olanakların geliştirilmesi yavaş ve gecikmeli oldu. Bu süreçte ordu psikolojik olarak da yıprandı. Nihayet cemaat örgütlenmeleri sızmalarla, kumpas davalarıyla orduyu büsbütün yıprattı.
Ancak tüm bunlara rağmen, cemaat örgütlenmesi olmasaydı bile, ordunun bu ölçüde bürokratlaşmış bir yapı içerisinde kendisinden beklenen etkinliği göstermesinin olanaksızlığını görmek lazım gelir. Evet, teçhizat eksikliği çok büyük bir gecikmeyle giderilmiştir ama, savaşta esas olan teçhizat değil, komutanların savaş lideri olarak yetenekleridir. Savaş lideri, bilgi, basiret ve cesaret sahibi olmalıdır. Bürokratlaşmış terfi ve tayin sistemi içerisinde, çok az subay bunlara sahip olabileceği bir çalışma içerisine girmektedir. Büyük kısmı, hele paşalık umudu yoksa, başını belaya sokmadığı taktirde erişmesi kaçınılmaz olan albaylıktan emekliliğini bekler.
Çok önemli bir başka nokta da, askerî okullara girenlerin seçildiği tabanın giderek daralması ve sonra daha da daraltılmasıdır. Eğitimli toplumsal kesimlerin çocukları artık bu mesleğe nadiren ilgi duymakta, bu kesimden askerî okullara giren tek tük adaylar da son dönemde tasfiye edilmekteydi. Subay çıkarılmak üzere okullarda bırakılan ve haksız şekilde sınav kazandırılanlara gelince… Hem toplumun nispeten daha eğitimsiz kesimlerinden geliyor hem de tek yanlı bir eğitimle bakışları daraltılıyordu. Askerî okulların ve öğrencilerin yabancı güçlerin denetimindeki cemaatlerin eline terkedilmesi ise zaten felaketin kendisiydi ve TSK’nın içinde bulunduğu zaafın ve liderlik yoksunluğunun en temel göstergesi olarak ortaya çıktı.
Ayrıca Batı ülkelerinde subay adayları ve subaylar için zorunlu olan “okuma”nın çok azının yapıldığı bilinmelidir. Bir savaş lideri olarak subay, tarih, toplumsal konular, dil, felsefe, coğrafya, kültürel incelemeler, bilimler ve yönetimle ilgili dallarda sürekli bilgi geliştirmeli, bu arada kendi branşında uzmanlığını artırmalıdır. Askerlik, vergi dairesinde kayıt tutmak gibi, emeklilik beklenen bir iş olamaz; ama ne yazık ki öyle bakanlar pek çoktur. Okuma üşengeçliği oraya yansımıştır elbette.
Sonuç olarak sorun, örgütlenme sistemi veya donanımda değildir; geniş bakışaçısı kazanmaktadır. ABD-Irak savaşında bir komutan, “elimizdeki tüm silahları değiş tokuş etmiş olsaydık bile sonuç değişmezdi” demişti. Zihinleri geliştirecek bir eğitim sistemine geçilmemesi ve aday seçiminin bozulması yıkıcı olmuştur. Gelişmiş bir zihin ise meslek okulunda verilemez. Harp okulları üniversite değil meslek okuluydu.
18-20. YÜZYILLAR
Osmanlı ordusunun yenilgiler silsilesi
1768-1774 OSMANLI-RUS SAVAŞI: Çeşme felaketinde donanma imha edilirken 1770 Kartal Meydan Muharebesi’nde Osmanlı ordusu zayıf bir Rus kuvveti karşısında dağıldı.
1787-92 RUS SAVAŞLARI: Osmanlı yenilgileriyle sonuçlandı.
1806-1812 RUS SAVAŞLARI: Osmanlı yenilgileriyle sonuçlandı.
1828-29 OSMANLI-RUS SAVAŞI: Balkan ve Kafkas cephelerinde yenilgiler birbirini izledi. Ruslar Edirne ve Kars’a girdiler.
KAVALALI İSYANI: 1831’de Şam’a kadar ilerleyen Kavalalı kuvvetleri, Çukurova ve Anadolu’da ileri harekata devam edip Kütahya’ya kadar ilerlediler. 1833’te asilerle Kütahya Antlaşması imzalandı.
1939 NIZIP MUHAREBESI: Osmanlı ordusu Kavalalı İbrahim Paşa karşısında muharebenin ilk dakikalarında dağıldı, kelimenin tan anlamıyla eriyip yok oldu.
1853-1956 OSMANLI-RUS SAVAŞI: Osmanlılar ancak İngiltere ve Fransa’nın desteği ile Rus saldırısını durdurabildiler.
1977-78 OSMANLI-RUS SAVAŞI: İstanbul’a kadar ilereyen Ruslar, Balkanlar’da ve Kafkasya’da büyük kazanımlar elde etti.
1897 OSMANLI-YUNAN SAVAŞI: Osmanlı ordusu bu savaşta zafer kazandı ama planlandığı gibi Yunan birliklerini imha etmeyi başaramadı, sürekli çekilmeye mecbur bıraktı.
1911-12 TRABLUSGARP SAVAŞI: İtalyanların kazanımıyla sona erdi.
1912-13 BALKAN SAVAŞI: Türk tarihinin en büyük felaketi yaşandı.
1914-18 BIRINCIDÜNYA SAVAŞI: Çanakkale ve Kut başarılarına karşın Sarıkamış ve Kanal felaketleri ile Nablus Meydan Muharebesi Osmanlı Devleti’nin sonu oldu.
1919-1922 İSTİKLAL HARBI: İşgal ve dağılmadan kurtulup Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, 1911-1918 savaşlarında yetişen subay kuşağı sayesinde başarıldı.
1000 YILIN EN KÖTÜ DÖNEMİ
Yeniçerilik kaldırıldı, perişanlık daha da arttı
Nizip Muharebesi (1839) sırasında Osmanlı ordusunda görev yapan Moltke, eski ordunun hiç değilse kalıntılarını görmeyi ummuş, fakat bundan hiçbir iz bulamamıştı. O sırada eski olan her şey çökmüş, ama yeni olan hiçbir şey yerine oturmamıştı. Osmanlı tebaası devletle bağını koparmış, devlet de örgütlenme gücünü yitirmişti.
Moltke şöyle diyor: “Küçük Asya’da her birinin menfaati ayrı olan ve birbirini kıskanan dört komutan vardı. Ayrıca asker kaçaklarını getirenlere verilen mükafat giderek arttırılıyor ve bu işten servetler kazanılmasına rağmen firar asla azalmıyordu. Kıtalar emir dinlemiyor, kışladan çıkan hiçbir birliği dağılmadan birkaç kilometre yürütmek mümkün olmuyordu…”
Moltke, özellikle Doğu’dan alınan askerlerin çoğunun düşmana olduğu kadar kendi subaylarına ve askerlerine ateş ettiğini, dağ yollarını keserek eşkıyalık yaptığını anlattıktan sonra II. Mahmut’u Büyük Petro ile karşılaştırır. Her iki memlekette de yenileşmenin yukarıdan geldiğini, ancak Osmanlı sultanının gelişmeyi önleyen geleneklerin esiri olduğunu ifade eder. Mahmut’un 1826’da yeniçerileri kaldırdıktan sonra, bölgelere hakim olan derebeylerine boyun eğdirmeye giriştiğini söyler. Şu sözleri de çarpıcıdır: “Reformların çoğu görünürdeki şeylerden, isimlerden ve projelerden ibaretti. En zavallı eser de Rus ceketleri, Fransız talimnameleri, Belçika tüfekleri, Türk serpuşu, Macar eğerleri, İngiliz kılıçları ve her milletten öğretmenleriyle Avrupa örneğine göre bir orduydu.” O günlerin ordusu işte böyle karmakarışık bir güruh olup, donanma da kaptan paşa tarafından Mısır’a kaçırılmış, İskenderiye’de Kavalalı’ya teslim edilmişti.
Bu yıllarda beş kez İstanbul’da İngiliz elçiliği yapmış olan Stanford Canning’in değerlendirmesi ise şöyledir: “Mahmut çok geniş görüşlü değildi ama hükümet ve idare alanında yapılması gereken yeniliklerin asgarisini kavrayıp harekete geçti. Daha müsait koşullarda ülkesini kurtarabilirdi. Yunanistan’ın kaybı ve Edirne Antlaşması’nın yol açtığı yıkım sultanın itibarını ve cesaretini kırdı”.
İşte, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonraki ilk yıllarda durum bu kadar zor ve sıkıntılıydı. Bu ortamda reformu destekleyen unsurlar da bir avuç bürokrattan ibaretti. Zorla, ite kaka yapılan değişimin sonucu da belliydi.
İTTİHAT VE TERAKKİ’DEN CUMHURİYETE
Ordu: Ulus yaratmanın olmazsa olmaz bir aracı
Avrupa’da 1790’larda başlayan Sanayi Devrimi, değişim temposunu başdöndürücü bir hıza çıkarırken, bunun etkileri dalgalar halinde dünyaya yayılıyordu. Değişimin yavaşlığından şikayet edilen ülkelerde bile sarsıntılar gözle görülenden, örneğin limanlardan içerlere uzanan demiryollarından, çok daha derinden işliyordu. Ve dönemin başında, 1800’lerde dünya nüfusunun sadece yüzde 3’ü kentlerde yaşıyordu. Bu rakam 1900 yılında % 14 olup, ancak 1950 yılında % 30’lar seviyesine çıktı.
19. ve 20. yüzyıl dünyasının yöneticileri için en temel sorun, nüfusun ezici çoğunluğunu teşkil eden köylüleri yurttaş yapmaktı. Ne var ki eski rejimler içerisinde böyle bir sorunu olmayan köylülerin, şimdi önlerine koyulan yurttaşlık yükümlülüklerini üstlenmek gibi bir dertleri yoktu. Hatta, çoğu yerde bundan kaçmanın tüm yollarını denediler. Ne var ki devletler, kendilerine birer ulus inşa etmedikleri taktirde, bunu yapanlar tarafından yutulacaklarının pekala farkında idiler.
Çok tipik bir örnek Napoléon’dur. O imparator olduğu zaman, Fransa’da yaşayanların üçte biri Fransızca bile bilmiyor, yerel dilleri konuşuyordu. Dünyada ilk kez Fransız İhtilali ile gelen genel askerî hizmet yükümlülüğü, hepsini “Fransız” yapmak için iyi bir fırsattı ve her yıl gelen kuralar bu tornadan geçmeye başladı. İkinci olarak, ülkenin her yerinde binlerce ilkokul açılmaya başlandı. Bu örnek çok kısa süre içerisinde bunu yapabilen tüm ülkelerde uygulanmaya başlandı. Ayrıca, büyük öğretmen ihtiyacını karşılamak için açılan öğretmen okullarından mezun olanlar, hem ulusu oluşturan temel bilgileri çocuklara veriyor hem de askerde son derece kritik olan “yedek subay” ihtiyacını karşılıyordu. Balkan ülkeleri bunu Osmanlılardan daha önce yaptılar ve Osmanlıları korkunç bir yenilgiye uğratarak coğrafyalarından kovdular.
Türkiye, onların 19. yüzyılda yaptıklarını ancak 20. yüzyılda yapmaya başladı. Bununla birlikte, 19. yüzyılda askerî okullardan yetişen subaylar, ülkenin modernleşme ihtiyacını çok yakından hissederek bunun için siyasi faaliyete geçmişlerdi. İttihat ve Terakki’nin esas gücü askerlerdi. II. Meşrutiyet döneminin ilk yıllarında duruma hakim olamadılar ama, 1913’ten itibaren ordudan başlayarak sivil hayatta da bir dizi reforma giriştiler. 1914’te yılında kapitülasyonları kaldırdılar. Savaş içerisinde medeni kanunda iyileştirmelere gittiler, kadınlara evlilik konusunda bazı haklar getirdiler, okulları milli eğitime bağladılar, hukuku tekleştirdiler vs.
Kısaca, cumhuriyet reformlarının başlangıcı, İttihatçıların Büyük Savaş içerisinde yaptığı işlerdir. Mustafa Kemal liderliğindeki reformcu askerlerin desteğiyle kurulan Cumhuriyet, bu “inkılap”ları toplumdan gelen muhafazakar direncin aşamayacağı noktaya kadar ileri götürmüştür. İnkılapçı dönemin genel olarak 1930’a kadar sürdüğü görülür.