Tarımla birlikte sadece çevremizin değil, ağızlarımızın da ekosistemini değiştirdik. Nişasta-karbonhidrat ağırlıklı yeni beslenme alışkanlığımız, ağızlarımıza diş çürüğü, dişeti rahatsızlığı ve diş ağrısı olarak geri döndü. İnsanoğlunun on bin yılı aşkın süredir muzdarip olduğu bu musibetlerle mücadelesinin satır başları…
İnsanoğlu sadece 600 kuşaktır, yani yaklaşık 12.000 yıldır tarımla uğraşıyor (#tarih, sayı 24, Füsun Ertuğ). Bundan önceki 2.5 milyon yıl boyunca yabani bitki ve hayvanları yiyerek yaşayan avcı-toplayıcı atalarımızda diş çürüğüne nadiren rastlanıyordu.
Tarım toplumunun gelişmesi, beslenmenin değişmesi, diş çürükleri ve dişeti hastalıklarını da beraberinde getirdi, adeta bir salgına sebep oldu. Hepsi hastalık etkeni olmayan birçok mikroorganizma, bir zamanlar insan ağzında biyolojik bir denge içinde yaşıyordu. Tarih boyunca giderek daha çok nişastalı besin tüketimi, zararlı bakterileri artırdı. Ağız içindeki bu bakteriler, diş taşları içinde saklı kalır. 100 yıllıktan 6000 yıllık fosile kadar iskelet dişlerindeki taşların analizinde ortaya çıkan bakteri DNA’ları, tarihimizin farklı zamanlarına ait ağız ekosistemimizin sırlarını açığa çıkarıyor:
1-İnsanlar çiftçilikle birlikte daha çok buğday ve arpa yemeye başlayınca oral ekosistem değişti; dişeti hastalıklarına yol açan bakteriler çoğaldı.
2-İşlenmiş un ve şeker tüketimi ekosistemi yeniden değiştirdi; denge bu sefer diş çürüten bakteriler lehine bozuldu.
3-Beslenme alışkanlıkları farklılaşırken ekosistemdeki çeşitlilik de azaldı. Biyolojik çeşitlilikten yoksunluk, modern insandaki diş problemlerini daha da arttırdı.
Yakın zamana kadar diş tedavisine dair en eski bulgunun, Pakistan’da İndus vadisi medeniyetlerine ait MÖ 7.000’lerden kalan bir fosil insan dişi olduğu düşünülüyordu. Çakmaktaşıyla temizlenmeye çalışılmış bu çürük dişin pabucu, geçen yıl Kuzey İtalya’da bulunan müdahale görmüş 14.000 yaşındaki dişler tarafından dama atıldı. Bilinen en eski diş dolgusu ise Slovenya’da bulunan 6.500 yıl önceye ait bir balmumu dolgu. Diş ağrısı ve diş çürümesine dair bilinen ilk yazılı belgeler ise Mezopotamya’da Fırat vadisinde oraya çıkarılan ve MÖ 5.000 yıl öncesine uzanan Sümer tabletlerinde yer alıyor. Bu tabletlerden, insanların binlerce yıl boyunca diş çürümesini nasıl açıkladıklarını anlıyoruz: Diş kurdu! Hindistan, Mısır, Japonya ve Çin’de aydınlanma çağına kadar hüküm süren ve Homeros tarafından da bahsedilen efsaneye göre “diş çürümesine ve diş ağrısına diş kurdu sebep olmaktadır”. Bu inanış, 14. yüzyıla kadar sürdü.
Diş tedavilerine dair en eski kayıtlara ise Mısır’da rastlanıyor. Mısır’da yaşamış olan ve kitabesinde diş tedavisi yaptığı, “dişle ilgilenenler ve hekimler içinde en iyisi” olarak beyan edilen Hesy-Ra, bilinen ilk diş hekimi olarak kabul edilir. Mısırlıların ağız ve diş temizliğine önem atfettiği, apse drenajı ve günümüzde köprü olarak ifade edilen uygulamanın ilk denemelerini yaptıkları, Ebers Tıp Papirüsü içinde yer alan bilgiler ortaya koyuyor.
MÖ 1750 tarihi, dişlerin yasalarda geçtiği ilk ve belki de son tarih! Hammurabi’nin 200 ve 201 numaralı yasaları: “Bir kişi kendisiyle aynı sınıftaki bir kişinin dişine zarar verirse onun da dişi çekilir” ve “Bir kişi kendinden daha alt sınıftaki bir kişinin dişine zarar verirse 166 gr. gümüş öder” hükümlerini içeriyordu.
Romalılar MÖ 600’den itibaren diş çekiminin yanısıra, çürük dişlerde altın kaplama yapmaya, diş eksikliklerini sabit köprülerle tedavi etmeye başladılar. Roma’da ağız hijyenine önem verilir, diş temizleme gayesiyle kemik, yumurta kabuğu veya midye kabuğu tozları kullanılırdı. Dişlerini temizletmek için özel köleler görevlendiren aristokrat sofralarında ise altın kürdanlar bulunur, bunlar gelen konuklara hediye edilirdi.
Tıbbın babası, Kos adası doğumlu Hippocrates (MÖ 460-370), yaradılış, tükürük ve beslenmeyi diş çürümelerine neden olan faktörler olarak tanımlamış, diş ağrısı, çürük varsa ve diş sallanıyorsa dişin çekilmesini; ağrılı ancak sağlam bir dişin ise tedavi edilmesini savunmuştu. Ayrıca dil kenarında kronik yaralar olan bireylerde keskin kenarlı diş olup olmadığının mutlaka incelenmesi gerektiğini ifade etmişti.
Aristoteles (MÖ 384-322) ise diş ve diş eti hastalıklarının tedavisi, pense ile diş çekimi, kayıp olan dişi ve parçalanmış çeneyi sabitlemek için tel kullanımı gibi konuları içeren diş hekimliği yazıları yazmıştı. Buna mukabil erkeklerin kadınlardan iki diş fazlası olduğu gibi yanlış bir inanca da sahip çıkmıştı.
Bergamalı Galen (130-200), tıbba büyük katkılar yaptığı gibi diş hekimliği konusunda da önemli gözlemlerde bulunmuştu. Dişin içindeki sinirleri (pulpa) farkeden ve bunun dişte hissetme unsuru olduğunu ilk kez tanımlayan odur. Dişleri şekillerine ve fonksiyonlarına göre sınıflandırarak, diş hekimliğinde metodolojiyi başlatan da Galen’dir.
Hem diş ağrısı çekenlerin hem de bunu tedavi edenlerin sembolü ise Azize Apollonia’dır. 249 yılında, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabulünden önce Decius zamanında İskenderiye’deki ayaklanma sırasında inancı nedeniyle yakalanan Apollonia ağır işkencelere uğramış, dişleri sökülmüş ve ardından yakılmıştı.
Dünya tarihinin bilinen en eski tıp eseri Nei-Ching’i (Tıp Yasası) yazan Çinliler, ağız hastalıklarını, iltihaplar, yumuşak doku hastalıkları ve diş çürükleri olmak üzere üçe ayırıyordu. İlk diş fırçası da Çin’de Tang hanedanı (619-907) zamanında üretildi. Amalgamla diş dolgusu yine aynı dönemde, 659 yılında Su Kung tarafından gerçekleştirildi. Çağdaş örneğine benzer ilk diş fırçasını yine Çinliler 15. yüzyılda yapmıştı ve seyyahlar bunu iki yüzyıl sonra Avrupa’ya getirdi. 20. yüzyılın ortalarına kadar, at kılından yapılmış diş fırçaları İngiltere’ye hâlâ Çin’den geliyordu.
Diş macununu da MÖ 5. yüzyılda Çinliler keşfetti. Marco Polo 1280’de yazdığı seyahatnamesinde, Çinli kadın ve erkeklerin dişlerini ince altın plaklar ile kapladıklarını, bu plakların dişin şekli ve yapısına uygun olduğunu ve devamlı kaldığını belirtmişti.
7-15. yüzyıllar arasında Müslüman toplumlarda temizlik ve ağız sağlığına da önem verilirdi. Müslümanların dişlerini günde en az bir kere “misvak” ile fırçalamak zorunlulukları vardı; ağız kokusu boşanma sebebi olarak kabul edilebiliyordu. Taberi, Razi, Ali bin Abbas, Zehravi, İbn-i Sina, Abdüllatif, Hekim Ahmedi, Akşemsettin, Sabuncuoğlu gibi Türk ve İranlı Müslüman hekimler, tıbbın ve diş hekimliğinin gelişmesine önemli katkılar sağladılar.
Ortaçağ’da diş hastalıkları üzerine çalışan hekimlerden biri olan Taberi (9. yüzyıl), ağız kokusunun gastrointestinal kökenli olabileceğini, dişeti iltihaplarının dişler arasında kalan gıda artıklarından kaynaklanabileceğini ifade etmiş ve bunların giderilmesi için çeşitli gargaralar önermişti. Diş çürüklerinin de ağız kokusuna neden olabileceğini belirten Taberi, tedavi için çürük kısımların eğelenmesi, diş ağrısının tedavisi için de çürük dişin kızgın yağla dağlanması gerektiğini yazmıştı.
Yine 9. yüzyılda yaşamış olan Razi, El Havi (Tıp Ansiklopedisi) adlı kitabında, diş hekimliğine de yer veriyordu. Razi, diş çürüklerine sakız ve şaptan oluşan bir muhteva ile dolgu yapmış, diş çekimini ise diğer tedavi yöntemlerinin başarısız olduğu durumlarda uygulamıştır. Razi’ye göre dişleri çürükten korumak için yatmadan önce zeytinyağı ile yağlamak gerekir. Ayrıca sert kabuklu yemişler dişlerle kırılmamalıdır. Sıcak besinlerden hemen sonra soğuk besinler alınmamalıdır. Ünlü hekim diş ağrısına karşı “afyon ve alkol kullanın” demiş, böylelikle diş ağrısında gerçek analjezik etkili ilaçları öneren ilk kişi olarak da tarihe geçmiştir.
Zehravi de Al-Tasrif fi’t- Tıb adlı kitabında diş hekimliği konularına değinmiş, bu alanda değerli ve kalıcı katkılarda bulunmuştur. Dişlerin sürekli temizlenmesinin önemini vurgulayan Zehravi, doğal dişlerin ağızda tutulması gerektiğini, çekilen bir dişin yerinin hiçbir zaman tamamen doldurulamayacağını ifade etmiştir. Travma sonucu sallanan dişlerin iki taraftaki sağlam dişleri içine alacak şekilde birbirine bağlanmasını, bu amaçla ağızda renk değiştirdiği için gümüş tel yerine altın tel kullanılmasını, bu telin ömür boyu ağızda kalması gerektiğini söyleyen de odur.
Ortaçağ’dan 19. yüzyıla kadar diş hekimliği bağımsız bir meslek değildi. Dişçilik berberler ve hekimler tarafından uygulanıyordu. Çoğu kez yapılabilen tek şey, ağrıyan dişin çekilmesiydi. 1258’de Fransa’da kurulan Berberler Loncası, iki gruba ayrılmıştı: Karmaşık cerrahi operasyonlar icra edebilecek düzeyde eğitilmiş hekim-berberler; traş, kanama ve diş çekimi de dahil olmak üzere daha rutin hijyen hizmeti veren berber-hekimler…
Dönemin en ünlü cerrahı olan Fransız Guy de Chauliac, 1343’te ünlü eseri Inventorium Chirurgicalis Medicinae’yi yazdı ve “dentista” sözcüğü ilk kez bu kitapta yer aldı. Diş çekimi için pelikan gagasına benzemesinden ötürü “dental pelikan” denen bir çeşit kerpeten icat etmişti ve 18. yüzyılın sonlarına kadar diş çekiminde bu alet kullanıldı.
1530’da Almanya’da tamamen diş hekimliğine adanmış olan, “Tüm Hastalıklar ve Diş Güçsüzlüğü Konusunda Küçük Tıbbi Kitap” adlı eser yayınlandı. Ağız hijyeni, diş çekimi ve altın dolgu yapımı gibi konuları içeren kitap, 200 yılı aşkın bir süre standart ders kitabı oldu.
1575’te cerrahinin babası olarak bilinen Ambroise Paré, diş çekimi, diş çürüğü ve çene kırıklarının tedavisi gibi konuları içeren “Tüm Çalışmalarr” adlı kitabını yayınladı.
Bugünkü anlamıyla bilimsel diş hekimliği 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişmeye başladı. Modern diş hekimliğinin kurucusu kabul edilen Fransız cerrah Pierre Fauchard, bu dönemde son derece kısıtlı olanaklarıyla saat tamircilerinden, kuyumculardan, hatta berberlerden aldığı aletleri geliştirerek dişçilikte uygulamaya koydu. Çürük dişlerdeki oyukları (kavite) tedavi etmek için diş dolgusunu geliştirdi. İlk kez, şekerli besinler tüketilirken açığa çıkan tartarik asit gibi maddelerin diş çürümesine yol açtığına dikkat çekti. Takma dişin (protez) öncülüğünü yaptı. Dişlerdeki şekil bozukluğunu düzeltmek için tel uygulamayı başlattı; başlangıçta bunun için altın kullanırken, daha sonra mumlu keten ve ipekle de iyi sonuçlara ulaştı.
1815’teki meşhur Waterloo savaşı, diş hekimliği bakımından da sonuçlar yarattı. Savaşta ölen yaklaşık 50.000 askerin dişleri söküldü ve “Waterloo dişi” diye bilinen protezlerin fabrikasyonunda kullanıldı. Porselen diş ve yeni materyallerin daha yaygın hale gelmesine rağmen, bu dişler 1860’lara değin protez yapımında kullanıldı. 1816’da Auguste Taveau gümüş ve civa kullanarak ilk amalgamı yaptı. 1840’ta ise ilk modern diş hekimliği okulu olan Baltimore College of Dental Surgery açıldı. 1851’de Charles Goodyear, ucuz ve uyumlu protezlere imkan sağlayan bir madde olan sertleştirilmiş lastiği geliştirdi ve bu keşif daha önce kullanılan altının yerine geçti; böylelikle diş tedavisi sadece üst sınıfa ait bir lüks olmaktan çıktı. İlk diş macununu (kavanozda) 1873’de Colgate üretti ve 12 sene sonra ABD’de diş fırçası üretimi başladı.
1895’te Wilhelm Roentgen’in X ışınlarını keşfetmesi, tıbbın her alanında olduğu gibi, diş hekimliğinde de çığır açtı. 20. yüzyıl ise özellikle lokal anestezi teknikleri, naylon ve elektrikli diş fırçaları, implant tekniklerinin gelişmesiyle, dişleri yeniden yaratan yarı-tanrı diş hekimlerinin yüzyılı olacaktı.
ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA
Eski Türklerin de diş kurtları vardı
Orta Asya Türklerinde ağız hijyenine önem verilirdi. Çeşitli bitkisel fırçalarla dişleri ovmak, ağız yıkamak ve “hilal”adı verilen kürdanlar kullanmak bir gelenekti. Diş taşlarının temizlenmesinde kullanılan araç ve gereçler yine Rus arkeologlar tarafından bulunmuştur. Yemekten sonra ellerin yıkanması, temiz havlular kullanılması ve ağzın suyla çalkalanması, halk sağlığına verilen önemi gösterir.
Uygur dilinde yazılmış olan ve günümüze kadar gelebilen, 8-12. yüzyıla ait belgelerde, diş çürüklerinin müsebbibi olarak Uygurlarda da diş kurdunun etken görüldüğü anlaşılmaktadır. Karahanlılar başta olmak üzere, bölgede kurulan diğer Türk devletlerinde de diş hastalıklarının nedeni olarak diş kurdu gösterilmektedir.
Uygurlarda diş çekimi cerrahlar ve berberler tarafından yapılmaktaydı. Anadolu Selçuklularında da diş çekimleri yine berberlere ve cerrahlara bırakılmıştı.
SARAYDA DİŞ PROBLEMLERİ
Harem’in macunu II. Abdülhamid’in cesareti
Tarihteki tüm Doğu saraylarında şekerlemeye düşkünlük vardır. Osmanlı sarayında da özellikle Harem kadınlarının zevklerinden biri şekerleme ve macunlardı. Şekerin dişlere verdiği zararın bilinmediği dönemlerde, kadınların dişleri sıklıkla çürüyor, çarpıklıklar artıyordu. Şişmanlamanın yanısıra ağız kokularına da yol açan bu durum, özellikle sultanın gözdelerinin cazibelerini kaybetmeleriyle sonuçlanıyordu. Harem’de “lu’uk” denilen bir macun türü yaygındı. Bunun bir de “keke” denilen ucu eğik kaşığı vardı.
II. Abdülhamid’in ise pek şekere düşkünlüğü yoktu, ancak çok tütün kullanır, sigara sardırırdı. Bundan dolayı hayatı boyunca diş ağrısı problemleri yaşamıştır. Mabeyn katiplerinin yazdıklarına göre, II. Abdülhamid diş bakımını kendisi yapar; hatta ağrıyan dişlerini kendisi kerpetenle çektiğine dair tanıklıklar vardır.
TÜRKİYE’DE DİŞ HEKİMLİĞİNİN GELİŞİMİ
Dua ve muskadan üniversite eğitimine
Osmanlı diş hekimliğindeki modernleşme 20. yüzyıl başlarındadır. O döneme kadar uygulanan tedavi metotları şu şekildeydi:
Telkin tedavileri: Bu amaçla, dua yazılı bir kaptan su içilir, dua okunur ya da muska takılırdı.
Cerrahi uygulamalar: Apse boşaltma, koterizasyon (dağlama), kerpetenle diş çekme gibi usuller uygulanırdı.
Tıbbi tedaviler: Gargara, solüsyon, hap, tütsü gibi ilaç terkipleri kullanılırdı.
Osmanlı döneminde diş hekimliği berberler, cerrahlar ve özellikle küçük cerrahi ile uğraşanlar, hatta ebeler tarafından icra edilmiştir. Sivil tıbbiyenin 1908’de fakülte unvanını almasından sonra resmî bir yapıya kavuşturulan Dişçi Okulu, 28 Ekim 1909’da fiilen eğitime başladı ve diş hekimliği eğitimi de çağdaş bir şekil aldı. Dişçi Okulu ilk mezunlarını 30 Temmuz 1911 tarihinde verdi.
1928’de çıkan “Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun”un 30. maddesi, dişhekimliği uygulama yetkisini yalnızca Dişçi Okulu’ndan mezun olanlara tanıdı. 1933 Üniversite Reformu’na kadar, eczacı ve dişçi okulları tıp fakültesine bağlı olarak yönetilirken, 31 Temmuz 1933’de Dişçi Okulu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Diş Hekimliği Yüksek Okulu adını aldı ve eğitim süresi 3 yıldan 4 yıla çıkarıldı.
Diş Hekimliği Yüksek Okulu 11 Temmuz 1964’de Tıp Fakültesi’nden ayrılarak İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ne dönüştürüldü ve eğitim süresi 5 yıla yükseltildi.